Mülakatımızın konusu, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu… Salih Mirzabeyoğlu etrafında konuşmayı, onu açmayı ve onu anlama noktasında gençliğe bir pencere olmayı umut ediyoruz. Mü’min aslında dünyaya, hakka ve hakikate şahitliğe geldi. Salih Mirzabeyoğlu’na da bu açıdan şahitlik yapmak istiyoruz. Siz eskiden beri onun arkadaşısınız, yanında bulundunuz. Tanışmanızdan başlayarak daha sonraki süreçten bahseder misiniz?
Onunla tanışmamı daha önce de çeşitli vesilelerle anlatmıştım. Cenab-ı Allah’ın lütfettiği bir dönüm noktasıdır benim için. Ben İstanbul/Erenköy doğumluyum. Erenköy Zihni Paşa İlkokulu, arkasından Saint Joseph Fransız Lisesi’nde okudum. Bağdat Caddesi, Caddebostan, Moda’da geçti ilk gençlik yıllarım. Rahmetli babam Devlet Demir Yolları’nda müfettişti. Ben de dediğim gibi Fransız Lisesi’ndeyim Moda’da… Tayini çıktı babamın. Daha önce de Malatya’ya tayini çıkmıştı; ama ben yatılı olarak kalmıştım. Eskişehir’e tayini çıkınca ben de gitmek istedim, gittim… Ve Salih Mirzabeyoğlu ile Eskişehir’de tanıştım. Allah’ın lütfu… Başka türlü izah edemiyorum zaten. Rabbim beni seviyormuş, Elhamdülillah… 

“Her şerde bir hayır vardır.” hikmeti gerçekleşmiş.

Tabiî, bir şiirimde de “Şer zannettiğim hayırmış meğer” diye anlatırım. Şiir kitabımda gayet çarpıcı bir şiirdir o, Eskişehir’e gidişim… Hasılı babama, “Ben de geleceğim!” dedim. Ben de gittim, lise tahsilime Eskişehir Atatürk Lisesi’nde devam ettim. Son sınıfı orada okudum. Eskişehir’e gittim; ama sanki bir kuyuya düşmüş gibiyim. Hele o zamanın Eskişehir’i… O yılın sonu nasıl zor geldi, bitmek bilmiyor… Velhasıl, dedim ki “Ben burada yaşayamam arkadaş!”, nasıl kaçacağımı düşünüyorum… Bir kavga vesilesiyle tanıştık, tesadüfen aynı tarafta bulduk kendimizi o kavgada İzzet’le (Salih Mirzabeyoğlu)… Ondan sonra tanışma esnasında “Ben İzzet.”, “Ben Yalçın.”, “Nerede oturuyorsun?”, “İstasyon caddesinde.”, “Sen nerede oturuyorsun?”, Porsuk Çayı’nın orada…” gibi bir fasıl oldu. Biraz konuştuk. Sonra girdik kol kola, arkadaş olduk. Arkasından Demirspor’da o antrenman yaparken karşılaştık. Ben de o arada amatörce boks çalışıyordum. O bayağı ciddi ciddi çalışıyordu, Beşiktaş kulübünde de boks yapıyordu. Türkiye şampiyonalarına falan katılmıştı. 18-19 yaşlarındaydık. Ondan sonra zaten hiç ayrılmadık. Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun Muammer Amca babası, Sabriye teyze annesi… Benim rahmetli annem-babam… Nasıl biliyor musunuz? Hangimiz hangi evin çocuğuyuz karışmıştı artık. Ya ben onlardaydım, ya o bizdeydi. Sabahlara kadar otururuz, konuşuruz… 

Siyasî, ideolojik faaliyetlerin nasıl başladığını soracaktım. Siz de oraya geldiniz…
Evet, zaten sohbetlerimiz de hep o meseleler üzerine. Ben dünyadan habersizim ideolojik mânâda. Ondan Büyük Doğu’yu duydum. Arkadan Üstad’ı dinledim, arkadan Üstad’ın şiirleri geldi. Hem ondan dinliyorum hem de Muammer Amca’dan, babasından. Beraber olduğumuzda babası ikimize birtakım şeyler anlatıyor. Bu arada Necip Fazıl ismini duyuyorum ve bir anda bir ışık yanıyor. İlkokula giderken rahmetli babamdan duyduğum “büyük Necip Fazıl” sözü zihnimde kalmıştı. Orada tekrar “Necip Fazıl” ismini duyuyorum, Muammer Amca ve İzzet vesilesiyle… Nasip… Ondan sonra zaten Büyük Doğu çizgisine giriyorum Allah’ın izniyle. “Dümen suyu” diye tabir edilir ya hani, büyük bir gemi vardır ve arkasına takılan küçük tekne onun dümen suyundan istifade ederek hızlıca yol alır. Ben de onların dümen suyunda Büyük Doğu’ya süratle bir dalış yapmış oldum. O arada Milli Nizam’ın kuruluş günleri idi… O günlerde olan bir hadiseyi de anlatayım; Eskişehir’de parti için bir büro tuttuk, aşağıda partinin afişlerini gören birkaç genç “Müslümanlara bak” dercesine yukarı bakıp gülüyordu. İzzet fırladı aşağı, biz de arkasından... Ama yetişmek ne mümkün! Aşağıya indiğimizde gençlerden üçünün burnu kırılmıştı, yerde yatıyorlardı. 

Milli Nizam’ı Kumandan Şerif Muammer Amca’nın desteklediğini biliyoruz. Onları biraz anlatır mısınız?
Üzerime borçtur, bunu özellikle söylemem gerek. Bu insanlar çok farklı insanlardı. Mutlak surette okurlarınızın da o kuşaktan tanıdığı insanlar vardır faklı illerde… Bir şeyin aşkıyla alev alev yanıp kendini feda eden insanlar muhakkak vardır. Ben burada Eskişehir’in öncülerini, abilerimizi sayacağım; ama bizim abilerimiz malûm zümrenin abileri gibi değildi. Malûm zümrenin abileri hem o zümreyi hem vatanı, ecnebilere peşkeş çekmek için abilik yapıyorlardı. Bu abiler kanlarıyla, canlarıyla vatanın asıl sahiplerinin olması için hayatlarını verdiler. Muammer Amca başta olmak üzere Cevat Ülger (Karamehmetler), Ahmet Suat Fıratlı (hâlâ sağ, 90 küsur yaşında), Mustafa Tatlısu (Mustafa Müftüoğlu olarak bilinir) bunlar hep bizim örnek aldığımız büyüklerimiz. Bize hakikaten ışık tutan büyüklerimiz ve canları dahil neleri varsa davalarına harcadıklarına şahit olduğumuz insanlar bunlar. Bir daha o samimiyet yakalanamadı. Milli Nizam’ın Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıncaya kadar olan faaliyetleri var ya, Hasan Özkeçeci ağabeyi de ilave edelim… Bunlar müthiş insanlardı. Allah mekanlarını cennet etsin. Öyle bir nesil bir daha gelmedi. Milli Selamet kuruldu falan, ondan sonra sulana sulana bugün Kılıçdaroğlu’na yamaklık yapacak hâle kadar geldiler. Ama işte biz orada asıl davanın öz suyunu, Türk’ün ruh kökünü koklayarak bu davaya dahil olduk. 

Bunlar Büyük Doğucu büyükler hepsi…

Milli Nizam kongresinde Necmettin Erbakan kürsüden indi, kalktı gitti Üstad’ın elini öptü ve dedi ki “Üstadım, keşke kanunlar müsaade etse de ‘İşte bizim parti programımız budur!’ deyip İdeolocya Örgüsü’nü versek; ama maalesef kanunlar müsaade etmediği için bunu yapamıyoruz.” dedi. Üstad da “Allah yolunuzu açık etsin.” dedi, kalktı alnından öptü. Böyle başladı bu olay; ama biraz kalabalık topladıktan sonra ilk yaptıkları şey Üstad’a dirsek çevirmek oldu. 

Mevki-makam görüp, kokusunu alınca…

Tabiî… Kümesin tek horozu olmak varken, devamlı “Ne yapıyorsun?” deyip ibiğine vuran birini istemiyor. 

Abicilik oynayanları eleştirmek mânâsında ve aradaki fark gözüksün diye soruyorum. Siz o abilerden hiç rahatsız oldunuz mu?
Onlar ağabeydi, onlar amcaydı, onlar kardeşti, onlar arkadaştı… Ben onlarla paylaştığım şeyleri öz kardeşlerimle paylaşmış değilimdir. Onlar bambaşka insanlardı. Onlar dava içinde erimiş insanlardı. Nefsî şeyler olmazdı hiç. Biz de hiçbir zaman onlara saygısızlık etmezdik. Dizlerimiz bitişik bir şekilde otururduk yanlarında, iki büklüm. Öyle ayak ayak üstüne atmak, yan gelip yatmak falan kesinlikle yoktu. Hem dağlar kadar bir mesafe vardı aramızda hem de kıl kadar bir mesafe yoktu. Bu insanlardan nasıl rahatsız olunur? Mümkün değil…

Eskişehir’i hızlıca tamamlayıp Kumandan’ın İstanbul’a gelişine ve ondan sonrasına; Gölge’nin ve Akıncı Güç’ün çıkışına gelelim…
Eskişehir’de Milli Nizam esnasında İhsan Toksöz, Haşim Kılıç, Harun Yüksel bizimle olan isimlerdi. Önceden halkaya girmiş akademide okuyan üç-beş kişi vardı; ama onlar bizden biraz uzak dururlardı. İzzet’le ve benimle görünmekten imtina ederlerdi. Bu arada şunu da söyleyeyim… Bunu rahatlıkla, göğsümü gere gere söyleyebilirim: Son Büyük Doğucu olabilirim; ama ilk İBDAcıyım! İBDA’yı mimarının ağzından dinleyerek kendisine mihrak bellemiş ilk İBDAcı benim. Allah rahmet eylesin, ortanca kardeşim Kaya geldi arkamızdan. Ondan sonra biz “Biraz adam devşirelim” dedik. 

Salih Mirzabeyoğlu bir mütefekkir, bir ideoloji kurucu… Eşi, emsali olmayan birisi. O bir sistem koyuyor Büyük Doğu’ya bağlı -Niçin buudu-, ortaya koyduğu sistemin önemini biz tam olarak kavrayamadık. Onun delikanlılığına, yiğitliğine, pervasızlığına, aksiyonuna hayran olduk; ama bu sistemi tam olarak kavrayamadık. Bugün de öyle diyebiliriz. Bu fikrin önemini dışımızda bilenler vardı ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyğoğlu’na bedelini ödettiler…
Evet; ama düğmeye Türkiye’den değil. Washington’dan, Tel Aviv’den, Londra’dan basıldı!.. 

Başlangıçtan bu yana onun yanında olan birisi olarak, bu tespitim üzerine neler söylemek istersiniz?
Doğru, yüzde bir milyon doğru! Herkes ciyak ciyak bağırıyor, “Yok 28 Şubat şuna yapıldı, yok 28 Şubat buna yapıldı.” 28 Şubat’ın hedefi ve en büyük başarısı Büyük Doğu-İBDA hareketinin beynini alıp esir etmek, o beyin üzerine sürekli çalışmak ve kalanları da darma duman etmek, birbirlerine düşürmekti… 28 Şubat’ın en büyük başarısı budur! 28 Şubat’ı kim yaptı? Batı için çalışma grubu kurdu adamlar Türkiye’de ya! Açık açık, utanmadan “Batı Çalışma Grubu” koydular isimlerini! Büyük Doğu’ya karşı Batı Çalışma Grubu kuruldu ve en büyük başarılarını icra ettiler! Zahirde böyle görünüyor; fakat yaşayan, yürüyen görecektir ilerde kimin neyi başaracağını! Gelecek kuşakların ne getireceğini bilemeyiz. Ama hedefleri Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA idi!

Onun üzerinden Müslümanlara gözdağı vermek istediler… 

Biz 1980’de rahmetli Kaya ile ben, iki kardeşinle de sen (Kâzım Albayrak) tezgâha çekilmedik mi?

Samandıra Askerî Kışlası’nda sorgu-işkencelerden bahsediyorsun…

Döndürüp döndürüp Üstad’a getirmeye uğraşmadılar mı? Bu adamların dertleri Üstad’tı! Arkadan Salih’ti! Büyük Doğu-İBDA hareketiydi! Çünkü bu adamların canlarına ot tıkayacak olan saf fikir, aksiyon nereden neşet bulacak, bu adamlar onu senden, benden, herkesten daha iyi biliyorlar! Türkiye’dekiler sadece onların emirlerine uyarak bu işi yapıyorlar. Irak’ı dümdüz ederlerken, Saddam’ı hallederlerken yüklenmediler mi? Türkiye’de de bize saldırmadılar mı? Girmedik mi zindanlara? Milliyet manşet atmadı mı “Irak’ın casus örgütü yakalandı!” diye? 

Meşhur 25 Ocak 1991 tarihli Cuma gösterilerini organize etmekten ve halkı ayaklanmaya teşvik etmekten dolayı Salih Mirzabeyoğlu ve 24 arkadaşı gözaltına alınıp hapse gönderildiler…

Onun için senin o tesbitin son derece yerinde, son derece doğru… Çünkü gavur, can alıcı fikrin kaynağını, Türkiye’deki ahmakların hepsinden daha iyi biliyor, kendisi için neyin tehlike olduğunu çok iyi biliyor. Maksat hasıl oldu; ama muratlarına da eremediler. Allah’a hamd olsun, mekânı cennet olsun, Salih, kütüphanesini bitirdi, külliyatını bitirdi, getirdi gelecek kuşakların önüne koydu… Allah’tan ümit kesilmez; fakat benim mevcuttan çok ümidim yok… Kim bilir nerede yine Salih gibi bir genç adamı yetiştiriyor dava, onu bilemeyiz; ama gelecek kuşaklardan ümitliyim. 

Gölge hangi ortamda çıktı ve rolü ne oldu?
Yine aynı olay… Milli Nizam kapatıldı. Biz orada üç-beş kişiyle mücadele etmeye çalışmıştık. Pat 12 Mart 1971! Havacı İrfan Özaydınlı, Eskişehir sıkıyönetim komutanı. Şedid bir tip! Biz de tabiî sivriyiz o zamanlar. Bayağı bir sıkıntı oldu. Dedik ki, “Burada yapacak bir şey yok. Biz İstanbul’a gidelim, orada bir grup oluşturup bir hareket başlatalım, ondan sonra da Allah kerim…”. Ben Edebiyat’a, İzzet Hukuk’a yazıldık. Hocam Cevad Ülger’in zoruyla adım attığım Bâb-ı Âli’de isim ve çevre yapmıştım. İzzet bir gün Beyazıt Çınaraltı’nda “Artık dergimizi çıkartabilir miyiz?” diye sordu. Elbette dedim, hemen sıvandık.

İhtilalci ses, öncüydü değil mi?
Kesinlikle. O günün şartlarında böyle bir dergi mümkün mü? Öyle bir teveccüh oldu ki; bir sürü il-ilçeden temsilci olmak isteyen insanlar aradı. Onlarla uğraşmak ve tercih yapmak hayli meşakkatliydi. Öyle bir temsilci listesi vardı ki, o isimlere bakıldığı zaman daha sonra nerelere geldikleri belli olur. Gölge’nin temsilcileri “baba tipler”dir! Anayasa Mahkemesi Başkanından valilere kadar. Haşim Kılıç Gölge’nin Ankara temsilcisi idi. Eski valilerden Hüseyin Avni Coş! Öğrenciydi ve temsilcimdi... Allah selamet versin... Yahya Düzenli hâlâ temsilci kartını saklıyor, Ankara’ya gittiğimde çıkartıyor, “Bak ağabey, senin imzanla duruyor! Gölge temsilcisiyim ben!” diyor. Gölge acayip bir maya tutturdu... O maya da Salih Mirzabeyoğlu’nun süzmüş olduğu fikirdir... 

Gölge dergisinin misyonu tam anlatılamadı herhalde. Neler söyleyeceksiniz?
Üstadın bahsettiği ve murad ettiği gençliğin, “aslı” olmaya talip gölgesinin cemiyet planında zuhurudur Gölge dergisi.

O atmosfer içerisinde Salih Mirzabeyoğlu’nun derdi, gayreti, hedefi neydi yani? 
Tek bir şeydi, gençlik yoğurmak. Bir gençlik yapısı oluşturmak... O zamanlar lise ya da üniversiteye gidenler iyi bilir ki, şak diye çevirirler insanın etrafını “Necisin?” der, “Müslüman’ım.” dersin. “Öyle değil, sağcı mısın, solcu musun?” derler, “İkisi de değilim.” dersin... Bizim insanımız, Komünistlerin hâlini görünce, otomatikman Ülkücülere yem oluyordu. O zaman sağ-sol vardı, bizim hâlimizi ifade edecek bir zümre, bir isim yoktu. Bizim sabahlara kadar yapmaya çalıştığımız şey buydu, Müslümanlara aidiyet hissettirecek bir yapı... 

Akıncı ismi de bu sancıdan doğdu öyle mi?
Gölge’nin birinci, ikinci sayısını hele alın bir elinize, 1975 yılı... Bugün için komiktir; ama o gün için o kadar önemi olan şeyler var ki... Bu iş öyle tuttu. Her cümle Akıncı diye başlar, Akıncı diye biter! “Dünya Akıncısı şöyle yapar, Akıncı böyle yaptı”. Zaten Akıncılar ismi İbda kelimesinde ve mânâsında mündemiç olup onu yaşatan ve yürüten bu aksiyondur. Bugün için “Akıncı” herkesin bildiği bir şey. Ama o zaman tutturmak için ne sancılar çektik! Bir gün Anadolu’dan bir heyet geldi, “Bulunduğumuz ilde Akıncı temsilciliği kurmak istiyoruz.” dedi. Arkasından başka ilden, onun arkasından başka ilden gençler geldi! “Biz kurduk, nereye bağlanacağız?” diyenler bile oldu. Biliyorsun, Akıncı’nın ilk kongresini Gölge’nin Cağaloğlu’ndaki idarehanesinde yaptık. 

Nasıl olmuştu, yıl kaçtı anlatır mısınız?
1976 idarehanede toplandık, gençler geldi...

Daha sonra Yakup Kaldırım’ı, Akıncılar İstanbul başkanı yaptık. İdare heyetinde kimler yoktu ki... Kâzım Albayrak, Hüsnü Kılıç, Kaya Balaban, Mehmet Ali Şahin... Fatih Akıncıları Reisi Metin Yüksel’in de Gölge kadrosunun yoğun olduğu İstanbul yönetimiyle tam bir uyum içinde faaliyetleri oldu.

1975’de Gölge’de ilk defa “Akıncı” ismi, Ülkücülerle Komünistler arasında sıkışmış mukaddesatçı-İslâmcı gençlik ismini ve teşkilatını bilsin diye Kumandan tarafından, Gölge vasıtasıyla ortaya konmuş oldu, değil mi?
Tabiî, tabiî. Gölge’nin misyonu buydu. Akıncı ismini kabul ettirmekti. Gölge birinci dönem... 

Bu hususta da teşkilatlanmalar, kongreler başlıyor, gençlerin dergiye teveccühü artıyor, temsilcilikler açılıyor ve saire... 

Teveccüh öyle büyüktü ki Ankara’nın dikkatini çekti. Parti, Gençlik Teşkilatı dışında bir gençlik yapılanması gerektiğini bir türlü anlatamadığımız Necmettin Erbakan, görüşmek üzere beni davet etti.

Peki o olaya ne sebep oldu?
Bir bond çantaya doldurdum ben de o zaman, kurulmuş, kurulacak, müracaat etmiş listeleri… Bastım gittim Ankara’ya. Hocanın odasında oturduk. Hatta fotoğraflar falan da vardı. Şu kuruldu, bu kuruldu, kurulanlardı, kurulacaklardı bilmem ne. Bunları toplamak gerekir bir yerde deyince, “Tamam o zaman, biz inşallah şimdi Tevfik Rıza kardeşimizi, İshak Kandemir kardeşimizi görevlendireceğiz, inşallah Akıncılar genel merkezi oluşacak, Allah sizden razı olsun” dediler, öpüştük çıktık odasından.

Salih Mirzabeyoğlu ve Gölge’nin aksiyonu tutunca kendileri için teşkilatlanma ihtiyacı görülmüş olundu... Erbakan Hoca bunu gördü.
Tabiî ki. Gençliğin o şekilde yapılanacağına ihtimal vermiyordu. Biz anlattıkça, kulak arkası ediyordu. Biz emrivaki yapınca ve teşkilatlanma gerçekleşince... İşte o zaman kabullendi! Salih de; “Biz fikren destek veririz, faydalı bir şey çıkar ortaya...” dedi. Meğer Hoca’nın niyeti seçim zamanları duvarlara afiş yapıştırtıp, bayraklarını astırtacak, gömlek giydirip, “Erbakan” diye bağırtacak bir gençliğe sahip olmakmış. Nitekim Ankara’daki Akıncılar’ın ilk genel kurulunda iş patladı... O süreci biliyorsun, particiler kaldı. “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” düsturuna sahip adam gibi adamlar çekildi. 

Tevfik Rıza genel başkan idi Akıncı Güç kadrosu da yönetimde vardı. 

Olmaz olur mu? Çoğunluğu Büyük Doğu ve Akıncı Güç (İBDA) çizgisi mensubuydu. Fazıl Aslantürk, Hüsnü Kılıç, Süleyman Cansız, Yusuf Akdoğan, Yahya Düzenli hepsi Akıncılar yönetiminde genel merkezindeydi.

İşin iyi tarafına bakalım, Kumandan’ın attığı tohumlar yeşermeye başladı, böyle devam edelim... 

Türkiye’de böyle bir ihtiyaç olduğu, aksiyoner gençliğe, mukaddesatçı fikre aç olduğu anlaşıldı. Bu güzel...

Akıncılar’ın Ankara’daki genel kurulunda Kumandan’ın maksadı hasıl oldu yani... 
Elbette oldu...

Milliyetçi ya da Komünist kesim arasında sıkışan mukaddesatçı gençlik kendi ismi ve teşkilatı ile zuhur etti değil mi?
Şüphesiz... Salih Mirzabeyoğlu Akıncı ruhlu bir gençliğin doğmasına sebeb oldu. 

Akıncı teşkilâtlarına sonra dahil olan Mehmet Güney parti tarafından Akıncılar Genel Başkanlığı’na getirilince Akıncı Güç hakkında olumsuz bir açıklaması oldu Yeni Devir gazetesinde. Sebebi neydi, neden rahatsız oldular?
Yukarıda bahsettiğim “particiliği veya fikri tercih” noktasından… Oysa Ankara’ya genel kurula gitmeden Talas Han’daki Akınçı Güç idarehanesine gelmiş, benimle görüşmüş ve destek sözü vermiştik.

Gölge kadrosunun destek verdiği Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarından  (1977) bahsedebilir misiniz?
Y.İ.E gençliğinin yıllardır arzuladığı “Akademi” olma ve onur mücadelesinin patlama noktasıydı bu boykot. Hüsnü Kılıç, Kaya Balaban, Gölge Fatih temsilcisi rahmetli Metin Yüksel, o süreçte bizlerle kaynaşan Kazım Albayrak boykotun kurmaylarıydı. Üstad boykotu yakından takip ediyor, bizden gün gün bilgi alıyordu. 

12 Eylül Askerî Darbesi ile Akıncı Güç kadrosu olarak Samandıra’da gözaltına alındılar. Orada bütün Akıncılar’ın eylemlerinin müsebbibi olarak sorgulandılar tabiî. 
Elhamdülillah... 

Kumandan’ın yaptığı ve söylediği hiçbir şey tesadüfî değildi. Onunla yakın temasta olan çoğu kişi bunu söylüyor, idrak ediyor... Siz bunu müşahede ettiniz mi yıllardır süren ilişkilerinizde?
Yarım asır diyelim… Evet, artık öyle bir hale geldi ki söylediği şeyler, “Tamam şu an aklım basmadı; ama bir hikmeti vardır” diyerek kabullendiğim şeyler oldu... Fikri ve ruhu insicam içinde olduğunu, hiçbir şeyi boşuna yapmadığını anladım. Söyledikleri çıkardı... Yaşadım... Bir süre sonra, böyle durumlarda “vardır bir hikmeti” dediğim oldu.

O’nun uyarılarından bazılarını anlayamıyoruz, seneler geçiyor.

Evet. Bazısı hemen, bazısı sonra. Bir ömür beraber yürüyebilmiş olmanın verdiği sezgiyle anlayabiliyordum, bazense sürecin olgunlaşmasını bekleyip, görüyordum. 

Kumandan’ın tepkileri anlamsız değildi aslında. 

O aslında her dokusuyla bütün bir fikirdi. Bütün fikre nispetle biçimlenmiş bir hayat yaşadı... Allah mekanını cennet eylesin. 

Peki, Akıncı Güç ve Üstad Necip Fazıl ile tanışma kısmından biraz bahsedebilir misiniz?
Tabiî ki. En korktuğu şey Üstad ile karşılaşmaktı. 

Neden?
İzzet’in ödü kopuyordu Üstad ile karşılaşmaktan. Bu saygı, layık olamama, yetersiz kalma hissiydi. Ne dersen de... Bu korku İzzet’ten bana da sirayet etti. 

Üstad ile Kumandan’ın tanışması nasıl oldu?
Üstad ile nasıl tanışıldı onu anlatacağım ben! Ben biliyorum ki, Üstad’ın “beklediği genç” bu adam, İzzet ta kendisi! Üstad’ın bizden haberi yok, ondan kaçıyoruz tabir yerindeyse. İzzet beklenilen genç! Biliyorum!.. İzzet’in mutlaka Üstad ile karşılaşması lâzım! Üstad’ın, İzzet’i bilmesi lâzım! Gölge boyunca sevginin şiddetinden doğan korkudan görüşmeye cüret edemedik! Sonra Allah bana bir an cesaret verdi! 

Açtım telefonu Büyük Doğu’ya! Üstad’ı sordum!.. Dediler ki, “Ankara’da, filan gün gelecek…”, “Biz Akıncı Güç’ten arıyoruz, Üstad’ı ziyaret etmek istiyoruz!” dedim, “Cuma günü burada olacak, bekliyor” dediler. O zaman Akıncı Güç, Cağaloğlu Talas Han’da.. İçeride gençler oturuyor. Hüsnü, Hayri, Harun galiba… Çıkmış sayıları aldım. “Üstad Cuma günü bekliyor. Büyük Doğu’ya gidin. Biz Salih Mirzabeyoğlu’nun çıkarttığı Akıncı Güç dergisini size getirdik, elinizi öpmeye geldik, işte bunlar da çıkarttığımız dergiler deyin” dedim. Fazla da meşgul etsinler istemedim Üstad’ı! Ondan sonraki hâdisenin cereyanını Üstad zaten yazdı! 

Şöyle de yorumlayabilir miyiz, bir insanın bir sevdiği olur... Sevdiğinden reddedilme korkusundan dolayı çekinir...

Tabiî ki, insan sevdiğine kaşını kaldırırdı mı, ölebilir! 

Kumandan Üstad’a muhabbeti o dereceydi yani, Büyük Doğu’yu içercesine okumuş, kanına sindirmiş biri.

Adam Büyük Doğu’yu yaşıyor!.. Bütün hayatını Üstad’a nisbetle yaşadı…

Kumandan’ın Üstad’ın kendisini kabul ettiğini ilk defa nerede ve kimden öğrendi. Üstad’ın Ortadoğu gazetesinde Akıncı Güç ile ilgili yazısını Üsküdar’a Kumandan’a siz götürmüşsünüz galiba. Anlatır mısınız?
Bir hafta sonra Büyük Doğu’dan büyük telefon geldi. “Üstad sizi Cumartesi günü Erenköy’deki evde akşam yemeğine bekliyor” diye… O günler Üsküdar’dayız… Benim eve 50 metre yakınlıkta bir ev tuttuk… Muammer amcaları da İstanbul’a taşıdık. İzzet’le 24 saat birlikteyiz. Akşam buluştuk, haberi verdim. Heyecan-telaş-mutluluk bir arada… Üstadın bizi “Yeni dostlarım” diye ilan ettiği günden sonra neredeyse bütün yazılarının el yazısı orijinali bendeydi. Yerine getirilmeyen (Üstadın vefatından sonra Büyük Doğu yayınlarının “Akıncı Güç Kadrosuna İthaf” ibaresini çıkarması) “İdeolocya örgüsüne ek-Akıncı Güç kadrosuna ithaf” başlıklı yazısı yıllar sonra kütüphanemde elime geçince soluksuz İzzet’e götürdüm. Nasıl mutlu oldu anlatamam. Kitabının kapağına koydu…

Üstad’ın Akıncı Güç kadrosunu davet ettiği vakit Kumandan Mirzabeyoğlu riyasetinde iki kere topluca gitmiştik. 
İlk defa biliyorsun ki, kadronuzla gelin diyerek yemeğe çağırdı. Üstad’ın bahçesinde oturduk yemek yedik. Arkasında namaz kıldık… Hemen akabinde, Üstad’ın bizimle ilgili tarihi yazısı Ortadoğu Gazetesinde yayınlandı. Gazeteyi Üsküdar’daki dükkanına götürdüğümde İzzet sevincinden ağlamıştı. Daha sonra Üstad’ın emri üzerine İzzet ile ikimiz her cumartesi Erenköy’deki evine gidip, o haftanın raporunu verdik Üstad’a. Ta ki 12 Eylül 1980’e kadar… Üstad’lı günler apayrı ve geniş bir mülakat konusudur.

İBDA’nın el işareti hakkında birkaç şey söyleseniz? Salih Mirzabeyoğlu’nun size çizdirdiğini biliyoruz.

Sizin derginizin logosunun yanındaki vinyet dahil İBDA’nın yayınlarındaki bütün çizgiler (bir-iki istisna ile) tamamı benimdir. Bir gece “hareketimize bir remz gerekli” dedi. Günlerce sancı çektim. Sonunda içime sindi. Götürüp gösterdim. Coşkuyla boynuma sarıldı. “Dün gece bunu rüyamda görmüştüm” dedi. Gölge dergisi 2. Dönem’de, Gölge logosunun yanında İBDA işaretini ilk kez kullandım. İşaret ve başparmak açık, öbür parmaklar yumruk hâlinde kapalı.

Açık halde işaret parmağı kelime-i şehadet... Siyaset ile aksiyonun birlikte gerekli olduğunu ifade eden şey olarak kalkık bir horozu tedai ettiren baş parmak! 

İşaret parmağı Allah’a ve Resûlü’ne işaret ederken, baş parmak sahabeler topluluğu aksiyonunu örnek almayı da işaret ediyor diye yorumlanabilir herhalde.

Evet... Ve bunlara bağlı siyaset: Baş parmak!.. 

Esasında fikir ve aksiyon diyebiliriz kısaca.
Evet. 

Siz sanatçı bir insansınız. İBDA’nın sanat yönüyle alâkalı birkaç şey söyleyebilir misiniz?
Bana Allah’ın verdiği bir meziyet... Konuşuyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz, oynuyoruz... Bunları Allah vermiş, vardır bir hikmeti mutlaka. Ben de bu meziyetlerle yaptığım işe, bal aldığım yerin işaretlerini bırakmaya çalıştım. Tadı, aromayı bırakmaya çalıştım. Her ne yaptımsa, bu fikre nispetle alâkalıdır. 

Kumandan’ın sanat yönüne dair size telkinlerinden bahseder misiniz?
Sanatım konusunda hiçbir telkini olmadı. Zaten her işi bütünlüğe ermiş bir sanat çabası idi. Bana imzaladığı çıkmış bütün kitaplarını, “İBDA yazarından, İBDA çizerine” diye imzalamıştır. Sanırım, İBDA’yı çizgi diline söyletişimden memnundu.  

Peki, İBDA sanatı nereye koyuyor?
Bir yere koymuyor. İBDA bizatihi sanatın kendisi. En büyük sanat Allah’ındır zaten. Allah için hak yolda verilen kavga sanatların en büyüğüdür...

“Sanat Allah’ı aramaktır” diyorsunuz.

Bütün mesele orada zaten, gerisi çelik çomak. Eğer orada hakikati tüttürmüyorsan yaptığın sanatı ne yapayım ben? Zaten sanat değil yaptığın. 

İslâmî bir tebliğ, telkin ve mücadele, fikir dahi sanat ambalajına muhtaç, sanat plânı olmadan yapılamaz. 

Tabiî ki, neticede hakikatin hakikatini işaret edecek olandır sanat… Yoksa kof, içi boş… Allah’ı aramayan sanat, sanat mıdır?

Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevi sürecini kısaca değerlendirir misiniz?
Adamlar neyin tehlike olduğunu daha iyi bildikleri için tedbirlerini aldılar, Türkiye’dekileri kullanarak da Salih Mirzabeyoğlu’nu zindana attılar. Arkasından herkesin bildiği üzere beyin üzerinden çalışılma yapıldı maalesef. Şu da bir gerçek ki ona eza çektirmek dışında hiçbir işlerine yaramadı, dediğim gibi külliyatı, kütüphaneyi Allah’a hamd olsun tamamladı. 

Telegram’dan bahsediyorsunuz...

Tabiî… Bütün bunlara rağmen ben bilmiyorum dünyada bu kadar yoğun bombardıman altında böyle serî eserler ortaya koyabilen bir mütefekkir var mıdır? Cezaevinden çıkma süreci de çok zor oldu, ağırdan alındı herkes kulağının üzerine yattı. Defalarca görüşme talebime rağmen izin vermediler. Adalet Bakanlığı’ndan faks geldi, bakanlık izni. Yemedim içmedim hemen sabah atladım gittim cezaevine biliyorsun o meşhur kucaklaşma fotoğraflarını yılların hasretini, ayrılamıyoruz birbirimizden. 4 saate yakın konuştuk. Orada bir şey söyledi Salih Mirzabeyoğlu: “Yaptığını yapacağını bırakın, sırf tedâi ettirdiği şeyler yüzünden ve ona saldıranlara bakarak bu adamın (Tayyip Erdoğan) arkasında durun.” dedi, gayet net bir şekilde.

Artık şahıslardan çıkmış, eserlere dökülmüş ve fikriyatıyla birlikte gençliğe mâlolmuş bir hareketten (İBDA) bahsediyoruz. Dolayısıyla bunun akamete uğraması söz konusu olamaz o açıdan.

28 Şubat’la ilgili -bunu herkes daha da iyi anlayacak ilerleyen zamanlarda- tek hedefi bu merkezdi. Şimdi bugünde farklı bir ortam var farkındaysan. Zaman Büyük Doğu-İBDA fikriyatını, ruhunu, sanatını, kültürünü ferd ferd, kapı kapı üflemek, anlatmak zamanı… Bu çizgide bir şeyler ortaya koyma zamanı. Ama maşallah bakıyorum herkes ayrı bir mütefekkir, herkes sırt üstü yatmış yıldızları okumakla meşgul. Bu adam bir ortam hazırlıyor sana en azından daha önceki gibi gırtlağını sıkmıyor bir şeyler. Bundan daha âlâ ne olabilir? Üstadı, Büyük Doğu-İBDA’yı, Salih Mirzabeyoğlu’nu anlatmak, duyurmak, tanıtmak için bundan daha müsait bir ortam olabilir mi? Sırf bu yüzden bile arkasında durmak zorundayız. Ama maalesef dediğim gibi herkes ayrı bir mütefekkir, herkes büyük deha, anlamak mümkün değil.

1970 dönemindeki aşk, ihlâstan bahsediyoruz. Ancak tohumların yeşermesi olarak 15 Temmuz gibi güzel bir zafer de yaşandı.

Orada da Büyük Doğu-İBDA ruhunu da yabana atmamakta fayda var. Ben isim isim yüzlerce insan sayabilirim sana Büyük Doğu-İBDA bağlısı. 

Temelindeki aksiyon ruhu oydu, şehadete koşmak oydu.
O ruh yaşıyor da…

O ruh bazen suyun altında gidiyor, bazen de suyun üstüne çıkıyor. Son olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun sizde bıraktığı bir tat, intiba olarak ne söylemek istersiniz? Onun sözlerinin boş olmadığını yaşayan bir insan olarak ibret açısından.

Üstadın hangi sözü boştu ki Salih Mirzabeyoğlu’nun sözü boş olsun. Üstad davanın “nasıl buudunu” nakış nakış ördü, Salih de “niçin buudunu” aynı incelikte nakışa döktü... Boş olma ihtimali mümkün mü? Hangi sözleri boş ki, burada, karşıdaki muhatabın zihin boşluğu söz konusu olabilir.

İBDA’yı yeniden okuyup, yeniden anlamaya ihtiyacımız var diyebiliriz.

Tabiî ki, tekrar tekrar. Benim gelecek nesillerden umudum var, o nesil gelecek. Üstad nasıl bir ömür boyu böyle sabırla “Genç adam gel, geç kalabilirsin evde bulamayabilirsin, neredesin genç adam?” dedi, ondan sonra “Allah’tan bir istedim, pîr geldin” dedi. “Ben bir genç istedim sen pîr geldin. Beni bir tek sen anlıyorsun” dedi. Bu kulaklar duydu bunu… Onun için ümidi kesmeyeceğiz o kuşaklar gelecek Allah’ın izniyle. Sultan Fikir otağa gelecek inşallah.

Biz de inanıyoruz. Bu güzel mülakat içinde teşekkür ediyoruz.     
  

Ben teşekkür ederim.


Baran Dergisi 686. Sayı