Ekranlara, gazetelere, haber sayfalarına baktığımızda görüyoruz, birileri sanıyor ki; 15 Temmuz gecesi şehit ve gazi olan Müslüman Anadolu İnsanı bir kenara çekildi, meydan onlara kaldı. Bilhassa televizyon ekranlarında sanki 28 Şubat dönemini seyrediyoruz. O gece İstanbul’un malûm muhitlerinde darbeci askerleri alkışlarla karşılayanlar, şehitlerimizin, gazilerimizin mukaddes zaferi üstüne oturacaklarını sanmıyorlar herhâlde.

Başta Ulusalcılar olmak üzere tüm gayri-millî unsurlar; “Amerika’nın bizim yerimize tercih ettiği FETÖ’yü bu millet bertaraf etti, artık benle/bizle iş tutar, ben/biz de bu milleti kandırırız” diye ellerini boşuna ovuşturmasınlar...

Bunlar milletimizin itimad ettiği ile idare ettiğini de birbirine karıştırdı. Millet 15 Temmuz’dan sonra bunları idare etti. “Belki bu kez adam olurlar”, dedi. Peki, onlar ne yaptılar? Önlerine uzatılan ilk mikrofonda, yeniden İslâm’a dil uzatmaya kalktılar. Bu işin artık şakası yok. Müslüman millet şu saatten sonra dinine sövenle, canından çok sevdiği peygamberine dil uzatanla ittifak kurmak şöyle dursun, yarın hayat hakkı bile tanımaz, bizim olan bu topraklarda...

Müslüman milletimiz bunlara inanmıyor, kanmıyor, sözün özü yemiyor... Millet sabrediyor, dişini sıkıyor... Lâik, Kemalist, ulusalcı –gerçi hepsi aynı kazurata çıkıyor- kesimler, böylelikle kendileriyle “bir gaye etrafında geçici bir ittifak” bile kurulamayacağını bir kez daha göstermiş oldular.

Ayrıca ekranların ve gazetelerin de artık kendisine bir çeki düzen vermesinin vakti geldi. Kendine faydası olmayan lâik, Kemalist, ulusalcı, yani ayak takımından onlar ne medet umuyorlar, anlamak güç.

Kimi reyting peşinde, kimi sinsice milletimizin sabrını sınıyor.

***

Bununla alâkalı bir mesele daha var... Diğer cemaatlerden Müslüman kardeşlerimiz, ittifak denen bu “riya birliği”ne dikkat çektiği zaman, güya “biz”den görünen hainler, hemen “siz FETÖCÜ müsünüz?”

diye yırtınmaya başlıyor. Böylelikle de “bakın sizi FETÖ üyesi ilân ederiz, susun” demeye getirip, tehdit ediyorlar akılları sıra. Hadi şimdi bizi de FETÖ üyesi ilân etsinler de görelim bakalım.

Bugün 1920’li senelerde değiliz efendiler. 2016 senesindeyiz. Öyle oldu-bittiye getirip, tehditle, bilmem neyle iktidarı kâfire peşkeş çekip, burada kendi milletine efendilik taslama, bunun üzerinden nemalanma devri sona erdi. Geçmiş olsun...

Ama yok, birileri tapındıkları ayyaş gibi darbeyle, hile ve desise ile gelecekleri zehabına kapılmışlarsa, sanmasınlar ki, 15 Temmuz’da olduğu gibi bu halk, askere yahut unvanı ne olursa olsun din ve millet düşmanı haine yine evlâdı gibi davranır, burnunu kanatmadan polise teslim eder. Ölümü göze aldıkları bir davası olduğunu iddia edenler varsa buyursun, gelsin er meydanına...

Ulvî İttihad

Şu oluyor, bu oluyor da sonunda bir bakıyoruz ki, ne oluyorsa hayırlısı oluyor. 15 Temmuz FETÖ’nün temizlenmesinin nasıl vesilesi olduysa, aynı şekilde kurulan sunî ittifak da, FETÖ’nün ikâmelerinin ve benzerlerinin tüm milletimiz nezdinde bir kez daha deşifre olmasının vesilesi oldu. Esasında zaten din ve devlete ihanet edenler ayıklanmadan da hakiki bir birlik tesis edilemez. İçeride ne kadar işbirlikçi, hain, satılık adam varsa deşifre olacak ki, arınarak, saflaşarak çoğalacağız.

Peki hâlâ kendisini gizleyenler yok mu? Olmaz olur mu, elbette var. Bilhassa iktidara kene gibi yapışmış çevrelerde bolca var. FETÖ mensubları ve onların ruh ikizleri mezhepsizler, meşrepsizler, mamacılar, menfaatperestler, omurgasızlar ve daha nicesi...

Haberlere bakıyoruz, 15 Temmuz’un hakiki kahramanlarına yönelik adeta bezdirme, yıldırma, dağıtma politikası uygulanıyor. Bunu da iktidara sözde yakın duran, ama aslında sadece menfaat peşinde koşan çevreler yapıyorlar ve aslında arka planda millet içinde tesis edilmiş olan tabiî ittihadı dağıtmaya çalışıyorlar. Yalnız anlamadıkları şu ki; bu ittihad onların sandığı gibi bir siyasî parti yahut kişi şahsında değil, İslâm etrafında temerküz etti. Şahsen 15 Temmuz gecesi İstanbul’un Avrupa yakasındaki çatışma noktalarının birçoğunda bulunmuş birisi olarak açıkça söyleyebilirim ki; Erdoğan “sokağa çıkın” açıklamasını yaptığında zaten darbeciler millet tarafından derdest edilmeye başlanmıştı bile. Bunu şunun için söylüyoruz, öyle çeşitli kesimler yahut şahıslar ile millet arasına nifak sokmak suretiyle bu ittihadı dağıtamazsınız. Bu milleti, -sizi de çok korkuttuğu üzere- ölümüne sokağa döken şey İslâm’dır. Bir başka şey değil...

Müslüman Anadolu İnsanı, ulvî ittihadını İslâm etrafında temellendirmiş ve üzerinde buluşmuştur zaten... Geri kalan ise bahsettiğimiz şartlar içindeki ittihada kimin katılıp katılmayacağıdır. Esas mesele, esas soru bu. Bu sorunun muhatabı iktidar da dahil Türkiye’deki her kesimdir. Farkındaysanız bugüne kadar eşi benzerine rastlanmamış son derece girift bir savaş ortamı içinde bulunuyoruz.

Gelelim Dışarıya...

Geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler toplantısı gerçekleşti. Kuruluş amacının aksine herhangi bir meselenin çözüm merci olmaktan çıkmış, bunun yerine siyasîlerin mutat konuşmalarını gerçekleştirdiği ve kimsenin de kimseyi dinlemeye tenezzül etmediği bir müessese BM. Tıpkı diğer Batılı müesseseler gibi içten içe çürümüş, ömrünü tüketmiş...

Siyasîler açısından ise diğer liderle buluşmanın vesilesi olması dolayısıyla belki hâlen işlevini sürdürüyor. Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan’ın BM Genel Kurul’una hitaben yaptığı konuşmada “dünya beşten büyüktür” demesi muhakkak ki ehemmiyetli. Ezberlerinin dışında onlara karşı bir ses çıkıyor olması bile bir anlam taşıyor. Yalnız şu var ki; bize göre artık onların ölçüleri içinden beri kendimize bir yol arama devri geçmiştir. Artık bize lâzım gelen kendi ölçülerimizi meydana getirmek ve onlara karşı kendi ölçülerimizle durmaktır. Lâiklik, sekülerlik, hürriyet palavrası, özgürlük yalanı, muasır medeniyetler masalı 15 Temmuz itibariyle raf ömrünü tüketmiştir. Siyaset erkini kuşatan çevrenin kafasında her ne kadar 1960-1970 tipi bir toplum varsa da, bu kendi çıkarlarına hizmet edecek bir millet arzu etmelerindendir. Dolayısıyla mezhepsiz, meşrepsiz, ahlâksız bu tiplerin artık devlet kademelerinden uzaklaştırılması gerekmektedir. Aynı zamanda toplumumuzun da künhünü meydana getiren Müslüman Anadolu İnsanı ile devlet arasındaki yakınlaşma trendinin devam etmesi isteniyorsa, bu artık peşin bir şart hâline gelmiştir. Milletimiz, nasıl ki kendi ölçüleri çerçevesinde tekbirlerle 15 Temmuz darbe girişimini durdurmuşsa, aynı şekilde dışarıya karşı verilen mücadelenin de bizim kendi ölçülerimize göre verilmesini beklemektedir.

***

Kredi derecelendirme kuruluşu Moodys’in Türkiye’nin notunu düşürme kararı, bundan sonrasında gelecek saldırının da istikâmetini gösterir nitelikte. Belli ki Türkiye’de piyasayı sarsmayı ekonomik kriz çıkarmayı planlıyorlar. Notu düşürme bunun bir tarafı. Ya diğer taraflarında ne vaziyetteyiz?

En başta hâlâ millî bir sermayemiz yok. Cumhuriyet ile beraber zengin edilen çeşitli ailelerin elinde urlaşmış sermaye hâlen dağıtılmadı. Demek ki sermaye ve istihdam üzerinden bir operasyon çekilecek olursa, burası Türkiye’nin zayıf karnı.

Bankacılık sistemi ülkemizde Batıcı sistemin garantörü vazifesini icra ediyor. Bankaların bu iktidar döneminde içerdeki üç bin ailenin dışardaki uzantılarına satılması da ayrıca bir vehamet. Bankacılık sisteminin acilen millileştirilip denetim altına alınması gerekiyor. Gerçekten ülkenin kalkınmasının önünü açacak, bunu finanse edecek bankalara ihtiyacımız inkar edilemez. Tek hedefi memleketi borçlandırmak olan ve “duyun-u umumiye”nin modern versiyonu gibi çalışan günümüz bankacılığının (hatta devlet bankalarının da) bir elden geçirilmesi gerekiyor. Artık şu saçma liberalizm palavralarını bırakın. İşlerine gelince liberalizm, gelmeyince darbe... Yok öyle yağma!

Son yıllarda büyük miktarda sıcak para girişinin kaynağı olan Arab sermayesi Batı’ya göbeğinden bağlı. Batılı efendileri onlara ne zaman “musluğu kıs”, yahut “kapat” derlerse onlar da o zaman “emredersiniz efendim” diyecek ve gereğini yerine getireceklerdir.

Bir diğer riskimiz ise millî sermayemiz olmadığı gibi aslında neredeyse “millî” hiçbir şeyimizin olmaması… Montaj ve ambalaj üzerine bir sanayi ile nereye kadar? Adamlar yatırımlarımızı çekiyoruz derlerse, devletin bir B planı var mı?

***

Belli ki ekonomik olarak da şiddetli bir fırtınaya doğru yaklaşıyoruz. Artık alışıldığı üzere hükümet buradan kaynaklanabilecek riskleri şimdiden çözüme kavuşturmak yerine yine öteleme yolunu seçiyor. Bağımsızlık yolunda devam edilecek olursa, kriz kaçınılmaz. Buraya kadar tamam da, milletimizin ekonomik krize katlanmasına gerekçe olacak olan şey ne?

Bağımsızlık tabiî ki güçlü bir motivasyon kaynağı. Ne var ki altı üstü doldurulmamış bir “bağımsızlık” söylemi Türkiye’yi ne kadar ileri taşıyabilir. O zaman yeniden 15 Temmuz gecesine dönmek gerekiyor.

Müslüman Anadolu İnsanı’nı 15 Temmuz gecesi ölümüne sokağa döken şey neydi? İslâm. Demek ki Türkiye’nin de artık devlet olarak milletine ayak uydurması, uyum sağlaması gerekiyor ki, krizlerin hiçbir nev’i siyasî iradenin kararlılığını sarsmasın, istikâmetini şaşırtmasın. Bizim bugün elimizde millî bir İdelolocya Örgümüz var ve bu örgünün içinde de bir devlet taslağımız. Öyleyse senelerdir Komünistlerin çirkin adetlerinden biri olan ademe mahkûm etme hastalığını bir kenara koyalım da, devlet gemisini bu fırtınadan selâmetle geçirmenin ve limana yanaştırmanın hakiki formüllerini konuşmaya başlayalım.

Milletimiz bu değişime hazır, peki siyasî iktidar ile ne kadarının satılmış olduğu hâlen meçhul olan bürokrasi bu değişime hazır mı?

Baran Dergisi 507. Sayı