(İngilizler tarafından sureti mahsusada yetiştirilen ajan) Derviş Vahdetî isimli biri saraya başvurarak vaziyeti savunmak için bir gazete çıkaracağını ve bunun için padişahtan yardım ve ihsan beklediğini söylüyor. Bu adama yüz verilmemiş, fakat o bulduğu vasıtalarla meşhur Volkan gazetesini çıkarmıştır. 31 Mart hâdiselerinin mantığı, aslında bu gazeteden bellidir: “Volkan gazetesinde İngiliz parlamentarizminin ve seçim sisteminin kurumları savunulmaktadır!” Batı düşmanlığı, “Berlin Kongresi, Balkan Savaşı ve Hamidiye İslâm birliği” ile slogan hâline dönüşmekteydi… Şeriatçılık iddiasında görünür, öyle değildir; Batı düşmanlığı ise slogan seviyesini aşmaz…

(Ve bu adamın adından gayrı İslam’la hiçbir alakası yoktur!.. Yoktur ama, 31 Mart sabahı sokağa dökülenleri “şeriat” adına kıyama hazırlayan alçak, işte budur!.. Derviş Vahdeti adlı alçağın 31 Mart arifesinde dilinden hiç eksik etmediği tek kelime; «Şeriat» olmuş ve bu satılmış uşak, Müslümanları perişan etmek için kurduğu cemiyete Efendimiz Kurtarıcımız ve Müjdecimizin ism-i şeriflerini koymak suretiyle geniş halk kitlelerini kendisine bağlamayı bilmiştir!.. Askerî birliklere çengel atıp, İttihatçıların meşhur Avcı Taburlarını dahi kontrolüne alacak derecede mel'anetinde muvaffak olan bu ajan, o devirde askerlikten muaf olan medrese talebelerinin bir imtihana tabi tutulması ve bu imtihanda muvaffak olamayanların askere alınması yolunda Harbiye Nezâretince ileri sürülen talebi dahi istismar etmesini bilmiş, giriştiği tahrik ve teşvik neticesinde medrese talebesini Harbiye Nâzırına düşman etmiş ve 31 Mart günü ayaklanan asker arasına katılan bazı gafil medrese talebeleri ısrarla Harbiye Nâzırını arayıp ileri sürülen şartlar arasına, “Harbiye Nâzırı Ali Rıza Paşa'yı istemeyiz!” maddesini de ilave etmişlerdir!..

İngilizler tarafından yetiştirilen Derviş Vahdeti bu oyunda yalnız değildir. Yine 31 Mart oyununun içinde yer alanlardan biri de Sadrazam Kâmil Paşanın oğlu Said Paşa’dır. Derviş Vahdeti ile işbirliği halinde olmuş, Avcı Taburlarını ayaklandırmada ön olmuştur.

Intelligence Service hesabına çalışanlar arasında bunlardan başka daha bazı kimseler de vardır... Meselâ: Miralay Sadık, meşhur İsmail Kemal, Mevlânzâde Rıfat, gazeteci Ali Kemal ve Mizancı Murad da bu gruba dahildir.

Ayrıca 31 Mart'ta İttihatçıların da parmağı vardır!.. İttihad ve Terakki, çeşitli dış kaynakların yardımı ile inkılâb denilen 1908 hareketini başarmış, fakat padişahı devirememiştir!.. Halbuki gaye, ne Kanun-i Esâsî'nin tekrar yürürlüğe girmesi, ne Meşrutiyetin ilanı, ne de Meclis-i Mebüsânın açılmasıydı... Bunlar birer vasıta idi, ve bu vasıtalardan istifade ile Sultan Abdülhamid Hân devrilecek, İmparatorluğumuz yağma edilecekti...)

Üstadım: “Jön Türk soyunun yetiştirdiği Genç Subaylar, Abdülhamîd’i devirmek için saf ve dünyadan habersiz (Alaylı) neferlere mektebli subay nefretini telkin ediyor ve okumuş subayla cahil neferin arasını açıyorlar. Dünyada bundan daha alçak bir metod görülmemiştir!”… İttihadçılar, bilhassa başlarındaki Talat Bey, 30 yıldır yıkılamayan idare şeklini devirip “hürriyet getirdikleri” hâlde, kendilerinden olmayan memurların tamamen tasfiye edilememiş olmasından ve İkinci Meşrutî idareye sadece iki nazır verebilmiş olmaktan rahatsızdı. Devlete tamamen hâkim olamamanın rahatsızlığı… Sultan 2. Abdülhamîd Han sadece temsili bir saltanat olarak ve hükümet ve İcra ile ilgisiz görünürken, gölgesi bile İttihadçılar’ı ve yabancı devletleri ürkütüyordu… Onu tamamen uzaklaştırmak-devirmek gerek; tek engel de Birinci Ordu. Merkezi İstanbul’da olan bu ordu, İmparatorluğun en vurucu gücüydü. “Bilhassa 1. ve 2. tümenleri, o zamana göre fevkalâde silahlandırılmış, teçhiz ve tâlim edilmişti”… Bu ordu hem padişaha bağlı hem de 3. Ordu’ya karşı; zira 2. Meşrutiyet’ten sonra Abdülhamîd’i buna zorlamış olan 3. Ordu’nun mülâzım ve yüzbaşılarının serkeşliğinden yaka silkmeye başlamışlardı. İttihadçılar, 93 Harbinin Şark Seraskeri Gazi Muhtar Paşa’nın oğlu genç Müşir Mahmud Muhtar Paşa’yı, 1. Ordu’nun başına getirerek bir kıpırdanmaya engel olmak istediler. Ancak, kendilerine taraf olacak taburları bu Ordu’dan temin edemediler… Bunun üzerine 3. Ordu’nun Selânik’teki tümeninden Avcı Taburları’nı, “Nigahban-ı Hürriyet: Hürriyet Bekçileri” ve “Muhafız-ı Meşrutiyet: Meşrutiyet Muhafızı” ünvanlarıyla İstanbul’a getirdiler. Birinci Ordu, meşru idareyi koruyacak güçte değilmiş gibi bir hava… 31 Mart Vak’ası denen ve Milâdî tarihle 14 Nisan 1909’a tesadüf eden ayaklanmayı, işte İstanbul’a sevk edilen bu Avcı Taburları, başlarında tek subay yok, bugünün başçavuş ve çavuşları seviyesinde bir yönetimle, tahrik olduğu son derece belirli “Şeriat isteriz!” gibi sloganlarla ayaklandılar.

(Hadise şöyledir: Rumi: 31 Mart 1325, Milâdi: 13 Nisan 1909, Hicri: 22 Rebi'ül-evvel 1327.... Pazartesi/Salı gecesi… Taşkışla'da hummalı bir faaliyet var: Hamdi Çavuş adlı bir Arnavut, sağa sola koşmakta, Bölükemini Mehmed ile tüfekçi ustası Arif, bu Çavuşa yardım etmekte ve aylardan beri çeşitli ajanların türlü tahrik ve teşvikiyle iğfal olunan asker, sabırsız bir halde işaret beklemektedir.

Nihayet o gece sabaha karşı, olan olur ve ayaklanan asker bir anda Taşkışla'nın bütün kapılarını tutar... Evvelâ subaylar türlü hakaretle hapsolunur. -bilhassa mektepli subaylar. Sonra mühimmat deposu yağma edilir... Ve silahını kapan asker, başlar sokağa fırlamaya.

Sabahın alaca karanlığında sokağa dökülüp anarşiye bayrak açanlar, meşrutiyetin muhafazası (!) için İttihatçıların Rumeli'den getirdikleri Avcı Taburlarıdır!..

Bu Avcı Taburları, o sabah, yedinci alayın bandosunu önlerine katmışlar ve bandonun çaldığı “Ey gaziler yol göründü yine garip sineme” marşına ayak uydurup sokağa çıktıkları an, nereden beliriverdikleri bilinmeyen bazı kimselerin, “Durmayın arslanlar, şeriat elden gidiyor” sözü ile karşılanmışlardır!..

İki koldan şehre yayılan, bir kısmı Dolmabahçe'ye inip, Fındıklı yolu ile Köprü istikametine ilerleyen; diğer kısmı İstiklâl caddesini takiben Karaköy'e varan asker, Yeni Cami önünde çok sayda medrese talebesi tarafından karşılanmış, böylece asker, talebe ve halk birbirine kaynaşmış, «Şeriat isteriz!» sözü ile ilerleyen, tekbir getirip ezan okuyan ve devamlı havaya ateş eden bu mahşeri kalabalık varıp Ayasofya meydanına karargâh kurmuştur!

İşte “31 Mart” adlı meşhur irtica (!) oyunu böyle başlar... Ve bu oyun müthiş bir anarşi içinde on bir gün devam eder.)

Asıl dava, Meşrutiyet değil Abdülhamîd Han’ın hal edilmesidir

Sayısı 15 bini geçen isyancı asker, Payitaht’ta tam bir hâkimiyet edasıyla dolaşmakta, hükümet ve otorite adına “kan dökmemek için” ortada hiçbir kuvvet görünmemekte, iş hayatı durmuş ve herkes evine kapanmış bulunmakta ve hâlin nereye varacağı meçhul bulunmakta… Yollarda ve münferid vaziyette hiçbir Subay görülmüyor; kazara görünen Mektebli, öldürülmemek için alaylı olduğunu söylemekte… Abdülhamîd Han’ın Başkâtibi, –ki gizli İttihatçı–, şöyle anlatıyor: “Çarşamba gününden itibaren İstanbul’da başıboş gezmekte olan asker, takım takım Yıldız Saray-ı Hümayunu’nun önüne gelir, padişahım çok yaşa duasını tilâvet eder ve Zât-ı Hümayunları da bilmecburiye pencereden bunlara selâm verirdi!”… Burada, belki Rumî 31 Mart 1324 Vak’asının anlatılışındaki “karmakarışıklık” hissinin doğmasına sebeb şu hususa dikkat çekelim: İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır. Dolayısıyla, zamanın ihtiyaçlarına pek münasib olan Meşrutî idarenin, 2. Abdülhamîd Han tarafından kabul edilmemesi, onun yaptığı yenilikler ve başardığı işler nazara alındığında, düşünülemez. Ancak, Birinci Meşrutiyet’in hâli, meclis unsurlarının durumu ve ehliyetsiz kadro yanında, 2. Meşrutiyet’in Meclisi’ni teşkil eden zevata bakıvermek, bunun bir dayatma neticesi olduğunu göstermektedir. Bugün dünyadaki demokrasi dayatmasının hangi mihraklar elinden yapıldığına bakıvermek, bizdeki Meşrutiyetler hakkında bir fikir verebilir. 31 Mart Vakası’nda da, sanki Meşrutiyet, Abdülhamîd karşıtlığı, onu tutmak da Meşrutiyet karşıtlığı; Avcı Taburları “meşru idare” diye, Abdülhamîd taraftarı olduğu zannı ile hareket ederken, bugünün okuyucusuna, “hani bunlar onu tutuyordu, halbuki meşrutiyeti müdafaa ediyor!” hissini uyandırmakta. İttihadçılar da, Abdülhamîd Han karşıtı ve Meşrutiyet taraftarı; sanki, Avcı taburlarının hareketine muhalif olmaları gerekirken, bu takdirde de Meşrutiyet’e karşı olmaları gerekirmiş gibi. Eğer Meşrutiyet fikri ile mevcut Meşrutiyet’e taraftar veya muhalif olmanın farklı şeyler olduğuna dikkat etmişseniz, o zaman da Avcı Taburları’nı Selânik’ten oraya sürmek İttihadçılar adına bir çelişki değil mi? Oysa 31 Mart Vakası’nda asıl dava, Meşrutiyet değil, Abdülhamîd Han’ın hal’ edilmesidir. Nitekim, “gerici ayaklanma” diye takdim edilen bu Vak’a, sonradan Abdülhamîd Han tarafından tertiblenmiş gösteriliyor ki, anlatılan hâdiseler bunu çeliyor…

Devam: Volkan isimli gazete yanında, Serbestî isimli bir gazete. Başmuharriri Hasan Fehmi, -ki kuduz bir Abdülhamîd düşmanı, İttihad ve Terakkiyi de tenkid edendir-, bir iç hesablaşma olarak İttihadçılar tarafından vuruluyor… Abdülhamîd Han: “Başkâtib Bey; bu gazetelerin makam-ı saltanat ve hilâfete bu kadar tecavüz etmelerine bakılırsa, artık ne Padişahlığın ve ne de Hilâfet’in ehemmiyeti kalmayacaktır. Zannedersem ben Padişahların ve Hilâfet’in sonu olacağım!”… Gerçek Hilâfet’in “muktedir güç” olduğu nazara alınırsa, öyle de olmuştur: Nitekim 1900’lü yılların sonuna kadar Hutbeler’de onun adı zikredilmiştir - tabiî ki sınır dışı İslâm dünyasında… Hâdiseler, Ahmed Rıza Bey zannıyla Adliye Nazırı Nâzım Paşa’nın, gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla Lazkiyye mebusu Emîr Şekib Bey’in, Âsar-ı Tevfik zırhlısı Kaptanı Ali Kabulî Bey’in öldürülmeleri şeklinde suikastler ve grublaşmış tertiblerle karmakarışık sürerken, bir yandan da yağmalar, çapulculuklar almış başını gidiyor… Sultan Hamîd, 2. Tümen Komutanı’ndan bu âsileri dağıtmasını istedi ise de, o, sonradan azılı İttihad düşmanı olacak olan İttihadçı Mahmud Muhtar Paşa’dan böyle bir emir almadığını, ama padişah şahsen emir veriyorsa bunu yerine getireceğini söyledi. Abdülhamîd, onunla görüşmesini söyledi, o da böyle bir emir vermedi…

(31 Mart adlı irtica oyununun tertipcileri İngiltere Intelligence Service'in içimizden yetiştirdiği ajanlardır. Neden lüzum görmüştür İngiltere böyle bir oyuna? Bu suali, o günlerin meşhur siması Rıza Tevfik'in bilahare anlattıklarıyla cevaplandıralım... Diyor ki, Rıza Tevfik:

-1908 ihtilalinden evvel, bizleri başta İngiliz Sefiri olmak üzere Fransız ve İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük mikyasta fikir muaveneti ve teşvik gördük. Bir gün Talât Paşa'ya dedim ki: “Biz bu ihtilal için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. Gidelim, bu elçileri ziyaret edelim, teşekkür edelim.

Evvela İngiliz Sefaretine gittik. Galatasaray'daki o muhteşem binayı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emin idim ki, sefir de dahil olmak üzere bütün sefaret erkânı içeride idi... Fakat bizi karşılayan sefaret kavası, kimi sorduksa “yok” dedi. Çok soğuk bir adem-i kabul idi bu... Bir mâna veremeden dönmüştük...

Rıza Tevfik, bilahare yurt dışına çıkarıldığı yıllardaki durumuna temasla ilave ediyor:

-Cünye'de idim. Oğlum Said İngiltere'de oturuyordu. Onu ziyarete, görmeye Londra'ya gitmiştim. Said'e İskoç asilzâdelerinden Lord Nikilsin cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alakalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek üzere ziyarete gittim.

Sohbet sırasında İstanbul sefaretinin bize gösterdiği o soğuk adem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum:

Dostum Rıza Tevfik Bey... Biz Jön-Türkleri teşvik ettik. Çünkü onlardan büyük bir netice bekliyorduk! İhtilal olacak. İstibdat ile beraber sultan da ve bahusus sultanın temsil ettiği Hilafet müessesesi de alaşağı edilecek... Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. İhtilal yaptınız, Kanun-i Esasi geldi. Fakat sultan da ve hele Hilafet müessesesi de yerinde kaldı!

Lord cenaplarına tekrar sordum:

İngiltere devleti fahimesini Hilafet müessesesi neden bu derece alâkadar ediyor?

-Ha... Dostum Rıza Tevfik Bey... Biz Mısır'da, bilhassa Hindistan'da İslâm kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, fakat muvaffak olamadık. Halbuki sultan, yılda bir defa bir “Selam-ı şâhâne” ve bir de Hafız Osman hattı Kur'an-ı Kerim” gönderiyor, bütün İslâm ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor!..

İşte biz ihtilalden ve siz Jön-Türklerden ihtilâl sonunda, sultanın da, Hilafetin de, yani, bir “Selâm-ı şahane” ve bir “Hafız Osman hattı Kur'an” ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik ve aldandık... İşte siz, bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz!..

31 Mart denilen irtica oyunu, işte bu gaye uğruna sahneye konulmuştur.)

Hareket Ordusu

(İttihatçılar tarafından toplanıp “Hareket Ordusu” gibi acaib bir isimle anılan kuvvet, bakınız İsmail Hami Bey'e göre nedir: “Rumeli'nin muhtelif yerlerinden parça parça yola çıkarılan bu itibari ordusu kozmopolit bir kütleden başka bir şey değildir. İçinde her Balkan milletinden yığınlarla mahlukat vardır, hatta Selanik Yahudilerinden bile katılanlar olmuştur. Türk düşmanı Makedonya çetecilerinin teşkil ettikleri gönüllü kuvvetler içinde bilhassa Bulgar müfrezesi pek meşhurdur! Bir takım keçe külahlı Arnavut serserilerinden de bahsedilir! Bütün bu gurûhlar için en cazip şey yağmacılık imkânıdır ve nitekim meşhur Yıldız yağması hakkında birçok yazılar yazılmıştır.”

Yılmaz Öztuna'ya göre ise: “Hareket Ordusu” adı verilen kuvvet içinde muntazam birlikler küçük bir azınlıktır. Çoğunluğu Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavut çetecileriyle, sözde gönüllüler teşkil etmektedir. Bu, yıllarca Türk kanı dökmüş yağmacı Makedonya çetelerinin çoğunluk durumu bilhassa calibi dikkattir!..

Hareket Ordusu teşkilini ve İstanbul üzerine yürüyüşünü inceleyen pek çok zevat, muntazam birlikler yanındaki gönüllü müfrezelerden bahsetmişler, fakat ne hikmetse, bu gönüllü müfrezelerin kimlerden kurulduğunu kaydetmemiş, mesela bu sözde ordu içinde bulunan Bulgar sergerdesi Sandanski'nin adını dahi anmamışlardır!.. İttihatçıların kurduğu ve Müslüman-Türk'ün haklarının muhafazasından le (!) İstanbul'a sevk ettiği bu ordu ne menem ordudur ki, bu ordu içine Türk düşmanlarının cümlesi katılmış ve kaşarlanmış bu Türk düşmanları, güya Türk'ün menfaatlerini himaye kasdıyla yola çıkmışlardır!..

“Hareket Ordusu” adı verilen karma karışık kuvvet Yeşilköy'de karargâh kurmuş ve kumandan Hüseyin Hüsnü Paşa Seânik'e çektiği telgrafla, şehre girmeğe hazır olduğunu bildirmiş, fakat hareketine Merkez-i Umumi müsaade etmemiştir!..

Hareket Ordusu'nun Yeşilköy'e geldiği gün Meclis-i Mebusanda gizli bir celse akdolunur!....

Şehit Halil Kantarcı kabri başında yâd edildi Şehit Halil Kantarcı kabri başında yâd edildi

Bolu Mebusu Habib Bey konuşur bu gizli celsede... Konuşur ve mebusları Yeşilköy’de toplanmaya ikna eder... Mebusların yanı sıra, Ayandan bazı kimseler de giderler Yeşilköy'e...

Bu, selameti Hareket Ordusu sathında görüp Yeşilköy'e koşan mebuslardan hemen sonra, Mahmud Şevket Paşa da gelir. Selanik’ten Yeşilköy'e... Gelir ve kumandayı ele alır... Tabii Enver de beraberinde!.. Yeşilköy'de yapılan toplantıda, Meclisle ordu. Meşrutiyetin muhafazası bahsinde birleşirler ve bir beyanname yayınlayıp Tevfik Paşa Hükümeti ile temasa geçerler... Ve, hem Saray'a, hem de Babıâli'ye çektikleri telgraflara hareketin padişaha karşı olmadığı hususunda ısrarla teminat verirler!.. Bir bakıma buna mecburdular da... Zira, gelen bu itibari orduyu imha edivermek, padişah için zor bir iş değil ki... Bakınız, Abdülhamid Han ne diyor: “Hareket Ordusu'nun Selanik'ten hareketini en evvel Osmanlı Bankası haber verdi. Gelecek kuvvetin derme çatma şeyler olduğunu ve gönüllü namıyle peşlerine takılan kafilenin mahiyetini anlamakta da ducar-ı teehhür olmadım. Hassa Ordusunun payitahttaki efradı cidden hazırlanmış, hem makam-ı hilafete, hem şahsıma sadık güzide askerlerdi.”

Mahmud Şevket Paşa, bu gerçeği bildiği için yukarıda kaydettiğimiz gibi padişaha teminat vermeye mecbur olmuş ve mebuslara da, duruma hakim oluncaya dek hal sözünü ağızlarına almamalarını sıkı sıkı tembih etmiş ve hatta Meclis-i Mebüsan Reisi Ahmet Rıza Bey'e, müzakere etmek zamanı gelince ben size haber veririm diyerek ikaz ve ihtarda bulunmuştur!..

Hareket Ordusu'nun Yeşilköy'deki hazırlığı esnasında ikinci Fırka-i Hümayun efradı arasında da birtakım kıpırdamalar başlar. Asker cephane istemektedir... Yıldız Sarayında bulunan Sadrazamla, Harbiye Nâzırı'na müracaat ederler:

-Askeri vuracaklar, bizim ne günahımız vardır? Cephane isteriz. Karı gibi ölmek istemeyiz. Onlar asker ise, biz de askeriz! derler... Nasihat edilir ama, dinlemezler...

-Bizi öldürmeğe geliyorlar. Bunlardan hala merhamet mi bekliyorsunuz. Bunlar bizi tavuk gibi boğduracaklar. Onlar vermezler ise, biz kendimiz alırız! diye feryat ederler...

Ve sonra cephaneliği kırarak, sandıkları taburlara tevzi etmeğe başlarlar! Askerin bu hali, padişaha arz olunduğunda, Sultan Abdulhamid Han, Daire-i Hümayûnun binek taşına çıkarak:

-Asker zinhar kurşun atmasın! Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar, sonra kurşun atmağa başlasınlar! buyurur...

Bilahare, Şeyhülislâm ile Fetva Emini'ni, Birinci ve İkinci Fırka Kumandanlarını kışlalara göndererek, gelen askere karşı silah kullanılmaması yolunda nasihatte bulunmalarını temin eder...

Sultan Abdülhamid Han'ın bu tutumu, yani, emrindeki askeri her türlü mukabeleden kat'iyen men'etmesi, bazı hak ve hakikat kalpazanlarının kör olası gözlerine batmamışsa da, insaf ehli pek çok kimse, Padişahın bu şahane jestine temastan kendilerini alamamışlardır!.. Hatta meşhur İttihatçılardan, şu, Sultan Reşat devrinde muhtelif valiliklerde bulunan, sonraları cumhürriyet devrinde de Üçüncü Umumi Müfettiş olan, İttihad ve Terakki Merkez-i Umumi azasından Tahsin Uzer, hatıratında:

-Abdülhamid Hân-ı Sani basiretkâr davrandı. İster saika-i havf ile olsun, ister beyn-el asakir kan dökülmekten ihtizar ile eser-i şefkat göstermiş bulunsun, her hal-ü karda büyüklük gösterdi demiş ve işte Hareket Ordusu başındakiler, Hünkârın bu büyüklüğünden istifade ile ciddi hiçbir mukavemet görmeden duruma hâkim oluvermişlerdir!

Sultan Abdülhamid Hân, bu büyüklüğü göstermeseydi de, emrindeki kuvvetlerin mukabele ve müdafaasına müsaade etseydi acaba ne olurdu?

Ne olacak... Pek çok kan dökülür ve sonunda İttihatçılar peşlerindeki çapulcularla beraber soluğu yine Selanik’te alırlardı!..

Unutmamak lazımdır ki, «Hareket Ordusu içindeki muntazam kuvvet, Padişahı ve Meşrutiyeti isyancılar elinden kurtarmak sözü ile kandırılıp getirilmiştir ve bu gerçek yukarıda görüldüğü gibi Ahmed Rıza Bey'in hatıratında, Mahmud Şevket Paşa'nın itirafıyla sabittir!..)

Abdülhamîd Han tahttan indirildi

Üstadım: “İttihad ve Terakki öyle bir oyun oynuyordu ki, bizzat Rumeli’den getirttiği askerleri şeriat isteriz diye isyana davet eder ve bunu padişah tarafından tertiblenmiş gösterirken, Abdülhamîd’in hiçbir alâkası olmamasına rağmen hareketi bir ânda benimseyebileceğini ve Hassa birliklerini de isyancılara katıp fırsattan faydalanabileceğini hesaba katmıyordu. Çünkü Abdülhamîd’in bunu yapamayacak karakterde olduğundan emin bulunuyorlardı. Nihayet, İttihad ve Terakki plânının ikinci safhasını teşkil eden, vesileden faydalanma teşebbüsü: Hareket Ordusu, Selânik’ten hareket etmiştir. Başlarında da, Mahmud Şevket Paşa… 25 Nisan 1909’da İstanbul’a girdi”… Bir kısmı masum bir sürü insanı astırdı… Balkan çetecileri, Yıldız Sarayı’na girip yağma etti ve Saraydan aşırdıkları on milyonlarca değerindeki kıymetli eşyayı paylaştılar; buna, Padişah’ın Altun ziynetli arabasının parçalanıp bölüşülmesi de dahil. Saray’ın papağanları bile götürüldü… Meclis-i Mebusan’ın 2. Reisi Talât Bey, İttihad ve Terakki Genel Başkanı sıfatıyla Meclislere hâkimdi. 22 Nisan’da Yeşilköy’e gelen Mahmud Şevket Paşa, “Meclis-i Mebusan ile Meclis-i Ayan”ın, “Meclis-i Umum-i Millî” ismi altında birleşik toplantıya çağırmıştı, gelebilenler geldi. Meclis-i Ayan Reisi, Sadrazam Küçük Said Paşa, Padişah’ın hal’i üzerinde anlaşmıştı. Talât Bey, tereddüt edenleri mürtecilikle itham ve tehdit ediyordu. Meclis-i Mebusan reisi Ahmed Rıza Bey, saklanmıştı ve İttihad ve Terakki ile arası açılmaya başlamıştı. Fetva emîni, hal’ fetvasını imzalamamıştı; yerine adam bulundu ve fetva alındı… 27 Nisan 1909’da, Abdülhamîd Han tahttan indirilmiş oldu.   

(Bu süreçte adamlar öldürülür, mevcut Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesinin istifası ile Tevfik Paşa sadârete getirilir... Müşir Gazi Ethem Paşa, Harbiye Nâzırı olur ve İngiliz ajanlarınca hazırlanıp sahneye konulan bu oyunda parsayı ittihatçıların Almanlardan yana olanları toplar!

“Meşrutiyet elden gidiyor” endişesiyle (!) Selanik’ten İstanbul'a asker sevk edilir... «Hareket Ordusu» adı verilen karmakarışık bir kuvvet Mahmud Şevket Paşa kumandasında İstanbul'a girip duruma hâkim olur ve Sultan İkinci Abdülhamid Han hal edilip, Veliahd Mehmed Reşad Efendi, Beşinci Mehmed / Mehmed Hân-ı Hâmis ünvaniyle tahta çıkar... Ve böylece düşman, içimizden yetiştirdiği ajanlar marifetiyle muradına erer!..)

Yazımızı, Üstad Necip Fazıl’ın Ulu Hakan eserinden bir pasajla bitirelim:

“Abdülbamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”

“... Gırtlakları kuruyuncaya kadar ona küfredenlerin içtiği su “Hamidiye”... 30 milyon altına (350 milyar liralık kıymete) yükselen dış borcu, sadece şahsî tasarruf ve geliştirmesi sayesinde, hususi hazinesinden yüzde doksaniyle ödeyen ve tek kuruş borç etmeyen, Abdülhamid’den başkası mıdır? Katil bir Haremağası’ndan başka hiçbir idam hükmünü imzalamamış, canına kastedenleri bile cebinden beslemiş... Otuz üç yıl, uykusunun toplamı 8 ve memleket meselleriyle haşr-ü neşri 25 sene tutan ve uykusunda bile, vatanın en ücra köşesinde yatağına aç girmiş insana kadar düşünen çilekeş kafa! Kendisine gelinceye dek 34 Osmanlı Padişahı’nın en dindarı, bütün bir dünya görüşü halinde en şiddetli Müslüman olanıdır ve devrinde her şey İslâm’a karşı yöneltildiği için, Yahudi, Mason (Jön Türk), Batı hayranı ve Emperyalizm ajanı tarafından, Türk’ün haini, Yahudi’nin halisi ve Frengin habisi bir arada, müşterek bir düşmanlık kıskacı içine alınmıştır!.. Evet, Abdülhamid, İlâhî te’yide mazhar, Allah indinde yüksek dereceli ve kadrini Allah’ın belirttiği bir hak ve adalet timsaliydi... Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Teşhis

Murakabe'nin sonunda, Abdülhamid hesabına varılacak teşhis şudur:

Bir de o günkü, 1918 yılının eşiğindeki vaziyete bak ve onu eskisiyle kıyasla! Meşrutiyeti takip eden 8-9 yıl içinde, koskoca İmparatorluk kendisini kendi iradesiyle düşman istilâsına terketseydi, bu kadar kısa bir zaman içinde bu derecede feci bir hale düşmez; 8-9 yıl gibi kısa bir zaman, hiçbir müdafaa hattına çatmayan bir işgale bile kâfi gelemezdi.

Abdülhamid'in tahttan alaşağı edilmesiyle beraber memleketin bu hâle gelmesi, Allah'ın açık ihtarından, her şeyi Abdülhamid'in şahsına bağladığının ve o gidince her şeyin de devrilip gittiğinin ilânından ve kader ve kıymetini izharından başka neye yorulabilir?

Evet, Abdülhamid, ilâhi teyide mazhar, Allah indinde yüksek dereceli ve kadrini Allah'ın belirttiği bir hak ve adalet timsaliydi.

NOT: Parantez içinde olanlar Mustafa Müftüoğlu’nun Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayetler, (1977) isimli eserinden alınmıştır.

Parantez dışında olanlar ise Salih Mirzabeyoğlu’nun, Ölüm Odası B-7 “Tarih” (II. Cilt, s. 938-943) isimli eserinden alınmıştır.

Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024