Türk Lirası 22 Mart Pazartesi sabahı yüzde 16-17’lik bir değer kaybıyla karşılaştı. Bu değer kaybının Merkez Bankası başkanının değiştirilmesiyle alakalı olduğu herkes tarafından dile getiriliyor. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Yirmi ayda dört Merkez Bankası başkanı değiştiren bir yönetimin, “Merkez Bankası özerkliği” cümlesini kullanması mümkün değil. Merkez Bankası’nın özerk olması gerektiğini söylememeliler. Merkez Bankası’nın özerkliğinin küresel denklem açısından önemi göz önünde bulundurulacak olursa, ciddi bir meseledir bu. Nitekim ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield bir “sömürge valisi” edasıyla kendisine zor sorular sormayacak gazetecilerle bir araya geldi. S-400’ler üzerinden bizi bir güzel tehdit etti. O sırada, nedense Merkez Bankası’ndaki son değişiklikler yaşanmadan evvel konuyu döndürdü, dolaştırdı “Merkez Bankası özerkliğinin küresel yatırımcılar açısından bir garantör olduğunu” ifade etti. Yani, “Siz Wall Street’e, küresel finans oligarşisine bağlanın; biz sizin nereye kadar büyüyüp-küçüleceğini, halkınızın ne kadar fakir-zengin olacağını belirleyelim. Siz de bu arada oyun oynuyormuş gibi devam edin.” istiyorlar. Son Merkez Bankası değişikliğinden sonra yaşanan spekülasyondan bahsedelim. Türk Lirası’nın Asya piyasalarında değer kaybettiği görüldü. Asya piyasaları esasında sığdır. Yâni çok küçük bir hareketin bile, yüksek sonuçlar doğurduğu görülür. Dalga nasıl kırılır? Çok büyük bir dalga gelir ama derin denizde kırılması olmaz, ne zamanki sahile gelirse dalganın köpürerek kırıldığı görülür. Türk Lirası kurları açısından Asya piyasaları sığ sudur. Türk piyasasının açılması ve sonradan Avrupa’nın açılmasıyla beraber -ki burası derin olduğumuz bölgedir- kısmen dengelenmiş oldu. Dalgalanmanın sadece Merkez Bankası değişikliğiyle alâkası yok. Genel anlamda, küresel sistem Türkiye’ye “Merkez Bankası’nı özerk kıl, onun faiz politikalarına fazla karışma, ben de seninle iyi geçineyim!” mesajı veriyor.

Tam da bu noktada şunu sormak istiyoruz: Serbest piyasa ekonomisinin işleyişi ve TL’nin bu piyasadaki yeriyle alâkalı bir vaziyetle karşı karşıyayız. Elbette bunun içerisinde birtakım operasyonel faaliyetler olabilir, vardır da. Fakat papaz bir kere pilav yiyor, biz sürekli bu operasyonu yiyoruz. Bunun önlenebilmesi için ne yapmak lâzım?

Albert Einstein’ın lafını burada hatırlatayım. “Sürekli aynı şeyleri yaparak, farklı sonuçlar elde etmek mümkün değil.” Sistemi iyi analiz edip, özellikle dünyaya büyük bir yıkım getiren finans oligarşisinin karar mekanizmaları ve reflekslerini iyi tesbit eden, bunları da Türk ekonomisinin bağımsızlığını sağlayacak adımlara çevirecek yapısal bir reforma gitmemiz gerekiyor. Ben Amerika’nın Wall Street’inde belgeseller çekmiş bir gazeteciyim. Orada işler dışarıdan gözüktüğü kadar karmaşık değildir. Bunlar saat 17-18 gibi işleri bitince Wall Street’in o etrafındaki barlarda bir saat kadar içki içer, sohbet ederler. Hangi ülkede şartların kötüye gittiğini, o ülkedeki şartların kötüye gitmesiyle beraber yüksek faiz politikalarını nasıl zorlayacağını kendi aralarındaki sohbette anlatırlar. Ertesi sabah saat 9 itibariyle de operasyonlara başlarlar. Bu kadar basittir. Tabiî ki, onu işleyen mekanizma karışıktır. Türkiye’yi hedefi aldılar. Yüzde yedilere kadar düşmüş faizi, son birkaç ay içerisinde yüzde yirmi bire kadar çıkarmayı başardılar. Ben uyarmıştım, “Yarasa sürüsü (Wall Street hırsızları) asla doymaz. Siz yüzde yirmi yapsanız, otuzu isterler.” demiştim. Bu kadar basit bir sistemden bahsediyoruz. Türkiye’nin kalıcı, sağlıklı bir şekilde düşünmesi, yeni birtakım bağlantılar ve yapısal reformlar kurması gerekiyor. Türkiye 2003 itibariyle 2008’e kadar çok rahat. 2008-2014 arasında da kısmen rahat, ucuz ve kolay para bulmanın rehavetiyle bir rant ekonomisi geliştirdi. Fakat şu anda yaşadığımız süreç, gerçek mânâda sosyal dengeleri kollayan, “sosyal adalet” dediğimiz gelir dağılımında maksimum eşitliği sağlamaya çalışan bir üretim ekonomisine geçiş noktasındayız. Bunu yaptık yaptık, yoksa elli yılımızı kaybedeceğiz! Bunu dosdoğru söylüyorum!

Bizim de bir teklifimiz vardı. Dikkat etmişsinizdir. Türk lirasına altın standardı getirilmesi için teklifte bulunduk. Elbette ânında olsun demedik, bu husus etrafında düşünülsün diye dergimizde bu meseleyi birden fazla kez işledik. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir?

Sizin bu görüşünüz, hakikaten küresel sistemin tam kalbine bıçak saplamaktır. Niye? Çünkü, şu anda küresel para sisteminde varolan, varolduğu söylenen ekran üzerindeki para, dünya reel ekonomisinin on beş katı. Misal verelim, dünyanın reel ekonomisi yüz trilyon dolar diyelim… İstihdam, üretim ve kâra dayalı… Yüz trilyon doları, on beşle çarpmak lâzım. Öyle bir para esasında yok! Olmayan bir para üzerinden, ekranlarda şişirilmiş ticarî bankalar tarafından “üretilmiş” bir sömürü düzeniyle karşı karşıyayız. Bu sebeple, insanlığın nüfusunun yüzde biri, toplam insanlığın parasal ve nakdî, gayrimenkul kıymetlerinin yüzde elli dördüne sahip olabiliyor. Geri kalan yüzde doksan dokuza da, yüzde kırk altı kalıyor. Bu bir vahşettir. Sizin altına dayalı para teklifiniz ehemmiyetlidir. Yalnız bunu yapmaya kalkışanı da öldürürler. Bunun lafını bile edemezler, bir politikacı, “Kardeşim ben köpük paradan bir şey anlamadım. Ekranın üzerinde rakamlar var. Bunlarla işim olmaz, nominal paraya geçeceğim. Altın-gümüşü kullanacağım.” dediği anda, hangi ülkede olduğu fark etmez, gereğini yaparlar. Anlatabildim mi?

Amerikalı Ekonomist Steve Hanke de 2017’de Türk lirasına itibari değerinin iade edilebilmesi için altına dayalı parayı tavsiye etmişti. “Türkiye için tek çözüm bu.” minvalinde konuşuyordu. Daha sonra çok fazla da gitmedi bu mevzuun üzerine.

Bu tür öneriler dikkate alınmalı. Sizin teklifiniz, dünyanın yaşamakta olduğu ana sorunun tetikleyici noktasına parmak basıyor. Olmayan paralarla yaşanılıyor.

Maalesef.

Yok öyle bir para. Deniliyor ki, “Sıcak para giriliyor, faizi artırdık Türkiye’de.” Ne parası bu? Bilmiyoruz.

Bedava da değil. Çıkarken de götürülüyor…

Ne parası bu? Karşılığı var mı? Yok. Bu para neredeydi? “Oradaydı, buradaydı, fonlardaydı.” Peki bu para, Türkiye’ye geldiği söylenen ve doları düşüren para, yatırıma giriyor mu? Hayır… İstihdam veriyor mu? Hayır… Türk lirasına döndürülüyor. Döndüm… Ne kadar ettim? 8 milyar Türk lirası… Yatırdım yüzde yirmi faize… Anlatabiliyor muyum? Yüzde yirminin üç aydaki karşılığı neyse, şak diye dövize çevirdim yine. Çıktım gittim!.. Döviz bazında benim param ne oldu? Yüzde on beş arttı… Peki Türkiye’ye ne oldu? İşte bu oldu! Şimdi yüksek faiz, yüksek kur, yüksek enflasyon sarmalına girdik. Bu tür sıcak parayla Türk ekonomisini yönetemezsiniz.

Esasında izahı bu kadar basit olan bir mevzuda sıklıkla hata yapılması da, öğrenilmiş yanlışlardan başkasını düşünememekten kaynaklanıyor zannediyoruz.

Adam geldi, faizden alacağını aldı. Bu arada kuru da artırdı. Hem kurdan kazandı, hem de faizden. Çekti gitti! Sana ne kaldı? Hiçbir şey! Yatırıma gelen bir paradan bahsetmiyoruz ki, dünyanın her yerinden adam gelsin, çiftlik kursun!.. Razıyım. İstihdama katkıdır, vergi verir, ihracat yapar. Hiç umurumda olmaz. Ama sıcak para girdi-çıktısı vahşet… Türk milletinin canını okuyan para. Son olarak, kimsenin elinde sihirli değnek yok! Küresel sistem, başlıbaşına bir kilitlenmeye girmiş durumda. Talihsizlik ise şudur: Wall Street’in başındaki hırsızların kurmuş olduğu sisteme alternatif bir sistemin gelişmemiş olmasıdır. Bunu bir kenara bırakalım… En azından Türkiye olarak, millî beka ekonomisi adı altında, çok acil bir millî iktisad kongresi oluşturmamız, o kongreye de toplumun bütün fikirlerinin katılmasını sağlamamız gerekiyor. Partiler üstü… Sen, ben, bizim oğlan değil! Anlatabildim mi? Herkesin katılacağı, herkesin çok sert tartışmalar yaşayacağı, millî iktisad kongresine ihtiyacımız var. Bunu yaptık yaptık… Nihayetinde buradan çıkacak tabloya göre de, millî ekonomi rotası çizdik çizdik… Tekraren söylüyorum. Biraz daha geç kalırsak, önümüzdeki elli yılı tehlikeye atmak üzereyiz!

Teşekkür ederiz.

Kolay gelsin.