Dünya düzeninin topyekûn iflâs ettiği, şu saatten sonra statükoyu koruyorum zannıyla yapılan işlerin bile yangına benzin dökmekten öte hiçbir anlam ifâde etmediği, yalnız belli başlı fert ve zümrelerin çıkarına göre tanzim edilmiş tüm idare şekil ve “ruh”larının varlık sebeblerinin ortadan kalktığı, kendi aralarında yaşanan dalaşmaların bile çapı her ne olursa olsun köhne düzenin çerçevesinin dışına çıkamadığı ve bu yüzden de insanlığın hem maddî ve hem de ruhî büyük bir kaos döneminden geçtiği bir zamanı idrak ediyoruz.

Mekr-i İlâhî olsa gerektir; hâlihazırda her bakımdan dağınık, bölük pörçük ve zayıf bir imaj çiziyorsak da, Müslümanlardan başka mevcut olanın yerine bir yenisini teklif edebilecek hiçbir alternatifin de söz konusu olmadığı bir zamandır bu.

İşler öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki, dün kendi yaptığı bir planın bugün ortaya çıkan şiddetli neticesi karşısında yine kendisi apışıp kalan Batı adamı, neyi neden ve niçin yaptığını hatırlayamadığı gibi, bugün neyi neden ve niçin yapması gerektiğinin cevabını da bir türlü ortaya koyamıyor. Yine bununla beraber, yapılan bir hesap kitap tutsa ve her şey istedikleri ve zannettikleri gibi muvaffakiyetle neticelense bile, başlangıç ile sonuç arasında geçen süreç esnasında yaşanan hadiselerin insan ve toplumlar üzerindeki tesirleri, tüm bu hesabın kitabın dışında, amacın tam aksi bir idrakin hasıl olmasına ve böylelikle de düzenin başat unsurlarının kâğıt üzerinde kazanırken bile aslında kaybeden olmasına sebebiyet veriyor.

Bugün fert, toplum ve topyekûn insanlığın meseleleri çözümsüzlük yüzünden her geçen gün kabarırken, sorun çözüyorum iddiasıyla atılan adımlar geri tepmekte ve sorun yumağını daha da karıştırmaktan, büyütmekten başka bir netice vermemekte. Neden, niçin ve nasıl sorularına düne kadar verilen ve kabul gören cevablar, bugün aynı sorulara cevab vermek noktasında aciz kalıyor.

Mevcut düzen için bir numaralı mesele insan. Yanlış anlaşılmasın, insanın meseleleri değil burada bahsettiğimiz, insanın bizzat kendisi bu düzen tarafından tehdit ve problem olarak değerlendiriliyor. Bakış açısı buralarda bir yerlerde şekillenince, düzen, insan ve toplum meselelerine çözüm üretmekten ziyade yalnız kendi zihninde tasavvur ettiği gibi bir “insan” imâl etmeyi mesele ediniyorlar. Belki, “İnsan ve toplum meselelerine çözüm getirmek yollarından biri de belli başlı bir düzene uygun “insan” imâl etmek olamaz mı?” diye soracaksınız. İnsan ve bu insanların birlikteliğinden müteşekkil toplumların şekillenmesinde payı olan sonsuz addedebileceğimiz sayıdaki dış faktörün tamamı kontrol edilemeyeceğine ve her insan kendi fıtratı üzere halk edildiğinden belli başlı kalıplar içerisine mahkûm edilerek sonsuz sayıdaki faktörle arasındaki sorunlar çözüme kavuşturulamayacağına göre, bu sorunun cevabı, OLAMAZ’dır.

Sonsuz sayıdaki faktörün sonsuz sayılabilecek fıtrat ve fıtratlar arasındaki münasebetleri ile her ân yeniden, yani sonsuz kere eşleşmesinden doğan problemler, sonsuz faktör kontrol altına alınamıyor diye, yâni kâinat çapında bir muhasebe yapılamıyor diye her biri ruhî tarafları dolayısıyla aynı zamanda bütün beşeriyet kadar kalabalık “insan”ın imâl edilmeye çalışılması yoluna gidilmek suretiyle çözüme kavuşturulamaz. Kavuşturulamadığını, kavuşturulamayacağını da 21. asırda bizzat yaşayarak görmüş bulunuyoruz.

İçinde yaşadığımız düzenin varlığını idame ettirebilmesi, bize kalırsa, bu düzeni meydana getiren müesseselerin ayakta kalmasından ziyade, insan ve toplum meselelerinin tartışmaya açılmamasına dayanıyor. Böylesi esaslı ve büyük bir tartışmanın hâlen başlatılmamasının da zannediyoruz ki birinci sebebi, içinde yaşanılan düzenin bozukluğuna rağmen kazanılmış olan alışkanlıklar ve belli bir düzen teşkil etse de etmese de bir düzen imajının varlığından kaynaklanan emniyet duygusunun bir şekilde insanların ihtiyacını karşılıyor olması. Tabiî tüm bunların karşısında iki sınıf var, etkileyici konumda olanlar ve etkilenenler. Etkileyici konumda olanların düzenle alâkalı alışkanlıkları, mevcut düzenden nemalanıyor oluşlarından kaynaklanıyor. Bu düzeni tartışmaya açma kabiliyetini haiz olan etkileyici konumda olanların çıkarları ile bozuk düzenin aksaklıklarından kaynaklanan nema kapıları örtüştüğü, hâkimiyetlerini de bu bozukluklara borçlu oldukları için bir türlü beklenen tartışma başlamıyor. Etkilenenler açısından ise, eşya ve hadiselerde meydana gelen değişimin sürati yaşanan hayatın idrak edilmesine, insanın başını kendi temel meselelerine çevirmesine ve insanlık haysiyetiyle bağdaşmadığı son derece açık olan bu düzenin reddedilmesine fırsat bırakmıyor. Sanki selin önüne kattığı kütüklermiş gibi fert ve toplumlar teknoloji ve hadiseler planında cereyan eden gelişmelerin sürati önünde sürüklenip duruyorlar.

SÜPER VE ÇARESiZ GÜÇ

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında dünya düzeninin tepesini tek başına ele geçiren Yahudi-Anglosakson ittifakı, ellerine geçen Süper Güç olma, dünya çapında bir hükümranlık tesis etme fırsatını değerlendiremedi ve çarçur ettiler. 1991’de Körfez Savaşı ile başlayan süreç, nihayet 2021 senesinde Amerika’nın kaçışını bile organize edemediği Afganistan’dan geri çekilmesiyle sona erdi. Tam, Yahudi-Anglosakson ittifakı artık tamamen kaybetti, güç merkezi doğuya kayıyor denilen günlerde, ölmek üzere olan kimsenin can havliyle yapmış olduğu son bir hamleye benzer şekilde bu ittifakın Ukrayna hamlesi geldi. Bahsimizin aktüel plana taşınması, müşahhaslaşması ve müesses dünya düzeninin bütün rezilliklerinin sergilenmesine de misâl teşkil ettiği için Rusya-NATO/AB geriliminin sahası hâline gelen Ukrayna’da yaşanmakta olanın evveline, bugününe ve bundan sonrası için vesile olabileceği ihtimallere bakarak devam edelim.

UKRAYNA’DA YAŞANANLARIN ESASI

Ağustos 2008’de Irak ile ABD arasında SOFA antlaşması tasarlandı. Bu anlaşma ABD’nin beş yıl içinde Irak’tan tamamen çekilerek güvenliği Irak yönetimine bırakacağını belirtiyordu. 2008’in sonlarına doğru SOFA yürürlüğe girdi.

Amerika’nın Irak’tan çekilme kararının altında yatan esas sebep, dikkatini Ortadoğu’dan artık Asya’ya doğru kaydırmasıydı. Bu da Ortadoğu’da İsrail’in bir başına kalması anlamına geliyordu. Avrupa Birliği’nin de artık iyiden iyiye çıkmaza girdiğinin anlaşıldığı bu dönemde iki önemli adım atıldı. Bunlardan biri, Akdeniz Birliği çalışmasıydı. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Yahudi Nikolas Sarkozy’nin başı çektiği bu çalışmanın görünen amacı şu şekildeydi:

“Birliğin amacı, Akdeniz bölgesi genelinde istikrar ve entegrasyonu teşvik etmektir. Birlik, Akdeniz’in iki kıyısı arasında ortak mülkiyet, ortak karar alma ve ortak sorumluluk prensipleri temelinde bölgesel stratejik meselelerin tartışılması için bir forum teşkil eder. Başlıca amacı, ülkelerin sosyoekonomik kalkınmasını desteklemek ve bölgede istikrar sağlamak üzere Akdeniz bölgesinde hem Kuzey-Güney hem de Güney-Güney entegrasyonunu artırmaktır. Kuruluş, yürüttüğü eylemlerle insani kalkınmayı teşvik etmek ve sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek şeklinde iki temel dayanağa odaklanmaktadır. Birlik bu amaçla, kırk üç ülkenin ortak aldığı karar doğrultusunda farklı ölçeklerdeki bölgesel projeleri ve girişimleri belirleyip desteklemekte ve etiketlemektedir.”

Esasında ise son bir asırdır bölgede hâkim konumda olan Fransa’nın, Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesini fırsat bilerek, Yahudi ortaklığı ile beraber bölgede AB çatısı altında görünecek bir birlik tesis etmesi ve yine Amerika’nın ayrılmasından doğan boşlukta İsrail’in güvenliğinin teminat altına alınması yatıyordu.

AB’nin başat unsurlarından biri olan Fransa bu adımı atarken, birliğin diğer güçlü unsuru Almanya da boş durmadı ve biraz evvel bahsettiğimiz ikinci adım olarak yeniden OSTPOLİTİK adı verilen Doğu politikasına yöneldi, yeni PRUSYA-RUSYA ittifakı gelecekte KUZEY Birliği’ni oluşturacak biçimde projelendirilmeye başlandı, bugün çokça konuşulan Kuzey Akım 2’de bu projenin parçalarından birini teşkil ediyordu.

O dönem yaşananların daha iyi anlaşılması için Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin “Merkez Kim” başlıklı 74. bölümünün şu kısmına dikkat çekmek isteriz:

“MERKEZ KİM?”

“AKDENİZ Ülkeleri’nde olup bitenler... Hâdiseleri satıhtan kuru haberler hâlinde dinliyoruz. Hele ben. Bu da tam değil. Malûm hâlim. Fakat önemli bir mesele var, her meselenin başı: Mücerret bir TAVIR-DURUŞ meselesi. O oldu mu, yanlışlıkları da doğruya tahvil mümkün; o olmadı mı, zaten bütün işler lây lây lom. Dünya’ya gelmiş hiç kimse zaten hiçbir şey yapmamış değil ki. Kuru gürültüleri boşver. Bu, açlıktan bahsedilen bir yerde, ne yediğini bilmeksizin atıştıran adama bakıp, “yediğine göre aç değil!” demeye benzer; gözlerin sağlamsa yakından bak, görürsün ne yediğini... GÖZ: İDRAK... Kime ve neye göre, ANLAYIŞ yerinde mi? TAVIR-DURUŞ hakkında bu kısa izahta, hem her kesim, hem de bizim için “olması gereken”in ne olduğu açık; ANADOLUCULUK bahsinin TARİH faslı cümlesinden TANZİMAT ile ilgilenirken bu meselenin onunla alâkasını görmüş olarak temas ihtiyacı duymuş olmam da, söylemem gereken... Bu girişten sonra, PROFESÖR Anıl Çeçen’den noktalamalarla: Bugünkü FRANSA Cumhurbaşkanı SARKOZY’nin, babası MACAR Yahudisi, annesi ise SELANİK Sebatayı’dır... A.B.D. güdümündeki “Yeni Dünya Düzeni” AVRUPA Birliği’ni teslim alınca, yeni AVRUPA Anayasası ona uygun bir çizgide hazırlanmıştı. Zaman içinde AVRUPA Birliği adı altında eriyecek bir FRANSA demek olan bu Anayasa’ya, hem FRANSIZ devleti, hem de milleti, karşı çıkmışlardı. DÜNYA Düzeni sürecinin tavsamasına sebeb olan bu durum karşısında Uluslararası Siyonist lobilerin desteği ile, SARKOZY başa getirildi. AVRUPA Birliği projesi içine alınan AKDENİZ Birliği (Avrupa’nın terliği) projesi amacında FRANSA daha çok A.B.D. ve İSRAİL’e yakın politikalar takib etmiştir... AVRUPA Birliği çıkmaza girerken gündeme gelen FRANSA’nın AKDENİZ Birliği’ne açılımına karşı, ALMANYA yeniden OSTPOLİTİK adı verilen Doğu politikasına yönelmiş, yeni PRUSYA-RUSYA ittifakı gelecekte KUZEY Birliği’ni oluşturacak biçimde proje hazırlamıştır. A.B.D. böyle bir birliği önlemek üzere, FÜZE Kalkanı sistemini geliştirerek POLONYA ve ÇEK topraklarında bu meseleyi öne çıkarmıştır. Bunun üzerine RUSYA, bu füzelerin NATO ülkesi olan Türkiye’ye kaydırılmasını... TÜRKİYE, AVRUPA BİRLİĞİ’nin devre dışı kaldığı böyle bir dönemde, FÜZE Kalkanı ve AKDENİZ Birliği arasında sıkışmış ve baskılar arasında... FRANSA Cumhurbaşkanı TÜRKİYE’yi AVRUPA’nın dışında tutarken, ALMANYA Başbakanı da KIBRIS’ı AVRUPA’nın dışında tutmaya dikkat etmiştir. KIBRIS Rum Yönetimi’nin üye yapılarak AVRUPA Birliği işlerinde REY sahibi olmasının çok büyük bir hata olduğunu yine ALMANYA Başbakanı bir konuşmasında söylemiştir. (Söylenen sadece bu değildir. Nasıl olsa AVRUPA Birliği, Avrupa heveskârı olan TÜRKİYE’nin ona bağımlılığı peşin, ÖZEL Statü ile devam ettirilebilir, TELEVİZYON’da alenî bir şekilde ALMANYA’nın FRANSIZ - veya FRANSA’nın ALMANYA Başbakanı’na söylediği söz: “Şimdi sıra sizde, girmesini siz isteyin!”... TÜRKİYE’nin tam üye olmasını, biri isterken diğeri istemiyor, sonra istemeyen isterken, isteyen istemiyor: Çocuk avutur gibi!)... SARKOZY, Fransız politikasını İSRAİL çıkarları doğrultusuna kaydırmıştır... Kısa tarihçe: OSMANLI İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine ORTADOĞU’ya gelen YAHUDİLER, İNGİLİZ hegemonyası altındaki bölgede güçlerini arttırmışlardır. İKİNCİ Dünya Savaşı’ndan yararlanarak devletlerini kurmuşlar ve A.B.D.’nin gücünden yararlanarak ORTADOĞU’da güçlerini arttırmışlardır. Bugün A.B.D.’nin onbinlerce kilometre öteden gelerek IRAK ve bölge ülkelerine saldırmasının ana sebebi, İSRAİL’in güvenliği ve dünyanın MERKEZÎ bölgesine hâkim olma arzusudur. Çeşitli sebeplerle IRAK’tan askerlerini çekme safhasında, İSRAİL’i koruyacak güç kalmamakta, bu yüzden de TÜRKİYE’yi aynı amaçla IRAK’a sokmayı istemekte... TÜRKİYE’nin isteksizliği üzerine, SARKOZY’nin İSRAİL’i ORTADOĞU’da yalnızlıktan kurtarmak üzere AKDENİZ Birliği teklifi, dünya gündeminde. (2008’de yapılan bu tesbitler, 2011’in şu günlerinde icra olarak ortada. “DEMOKRATİK isterik!”... Ama LAİK’inden olsun!)... Tam bu safhada FRANSA, KIBRIS’tan askerî üs istemiştir. Eski bir İNGİLİZ sömürgesi olan KIBRIS adasında İNGİLİZ üssü dururken, bu üsleri A.B.D. ve İSRAİL hâliyle kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken, ORTADOĞU hegemonya mücadelesinde FRANSA da yeniden devreye girmektedir. OSMANLI İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İNGİLTERE ile beraber ORTADOĞU’ya gelen FRANSA, bugünkü merkezî bölge haritasını çizerken, burayı İNGİLTERE ile paylaşmıştır. Sonrası malûm: SURİYE ile LÜBNAN’dan çekilmesi... İSRAİL’i çevreleyen ülkeler arasında onu en çok üzen bu iki ülkenin ona ciddi tehlike arzetmesi üzerine, FRANSA’nın yeniden devreye sokulması - BATI gücünü temsilen... İSRAİL’in, FRANSA’nın Kıbrıs’ta üs edinme isteğine desteği... Malûm FİLİSTİN meselesi... Vesaire vesaire... Şu tesbitteki isabete bakın: Dünya’nın geleceğinde bir AVRUPA Birliği veya ORTADOĞU Birliği gibi mahallî birlikler değil, (Roma şehri ailelerinin saltanatını andırır), tıpkı ROMA İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bir AKDENİZ Birliği yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Fransa, Siyonist lobilerin desteği ile böylesine bir birlikteliğe soyunurken, İSRAİL’i kendisine baş ortak seçmekte, TÜRKİYE ve KIBRIS’ı, AVRUPA Birliği’nin müstakbel adayları durumuna getirmektedir. (Girse bile, ama çöpçü, ama bekçi gibi.)... NETİCE: Günlük politikalar içinde, o gitti bu geldi, şartlar değişir. TARİH’İ derinlikte olanlar daha sağlam dayanaklar olarak, sıhhatli düşünce ve politika üretmeye yarar. Elbette bunlar da mutlak bir mânâ ifâde etmezler. Ama “bana bünyeni, kim olduğunu anlat!” meselesi, takındığın her tavır ve duruşta çerçöp ve günübirlik meseleleri aşan, kâr ve zararını gösterici bir değişmezdir: SEN KİMSİN?..”

Yazının devamı için tıklayınız.

Görüş: Ömer Emre Akcebe

Aylık Baran 1. sayı