“İyiliği emredin, kötülükten nehyedin, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin, yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur.” 

Muhalefet; ihtilaf kelimesinden gelip, bazen eşitlikler içerisinde mevcut olup, bazen hâkim konumdakine karşı durmak manasındadır. Bir din, bir mezhep, bir ideoloji, bir görüş zaten kendi dışındaki her muadiline muhaliftir. Tabii burada biz muhalefetin fıkıh ilmindeki veya felsefi cereyanlardaki detayına girmeyeceğiz. Biz burada İslam’da siyasi güç ve dengeler açısından muhalefet nedir, onu anlatmaya gayret edeceğiz. Bu önemli bir konudur. Çünkü ulus devletin kaskatı hale getirdiği zihin dünyamızda Müslümanlar kendileri gibi düşünmeyen din kardeşlerini uhuvvet ve fütüvvet sınıfından ihraç̧ etmeye çalışmaktadırlar. Hem siyaset hem fıkıh tarihinde görülen odur ki; bugün hâkim olan anlayış merduttur. 

İslam’da idari sistemi, şer’i nizamı devam ettiren devlettir ve bu devlet şûra ve beyatla sabit olur. Müslümanlar, hem hukukun hem devletin en tabii müfettişleridir. Bu teftişin sonucunda her bir Müslüman, siyasi gücün yaptıklarını ya tasdik etme ya da ona muhalefet etme imkânına sahiptir. Tasdik etme nasıl bir hak ise tasdik etmeme de o kadar haktır. Bu tasdik etmeme ve ihtilaf durumu devlet reisine edilen beyata zarar vermemektir, çünkü bu bir teftiştir. 

Bugün sözde hürriyetçi modern ulus devletler, Allah’ın yerine kendilerini ikame ettikleri için verdikleri her karar tartışılamaz veya tartışılsa bile yine devlet ondan vazgeçinceye kadar ona isyan edilemez! İslâm tarihi boyunca ise bunun tam tersi bir hâl olduğunu görüyoruz. Halifeleri her konuda hesaba çeken bir İslam milletinden bahsediyoruz. Zaten Kur’an-ı Kerîm’de Müslümanın en temel vasfı olarak belirtilen emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker Müslümanlara muhalefet hakkı tanımaktadır. Çünkü iyiliği emretmek de yapılan bir kötülüğe karşı çıkmaktır, kötülükten nehyetmek de elle yapılan bir muhalefettir. 

Devlet, İslam’a aykırı bir hüküm verdiğinde Müslümanlar, Allahu Teâla’nın kendilerine verdiği bu vasıf dolayısıyla çeşitli yollarla tarih boyunca muhalefette bulunmuşlardır. Bugün şaşılır ki; modern ulus devletin şeriatı yok ederek kendini tahkim kılmasına rağmen, şeriatı müdafaa ettiklerini iddia eden bazı zevat, bırakın İslamî bir idareye, modern seküler idareye bile muhalefeti caiz görmemekte, bunu fitne olarak algılamakta ve tağutun tatbikini bir şekilde kabul etmektedirler. 

İslam’da nasıl iktidarın çeşitli modelleri varsa aynı şekilde muhalefetin de modelleri vardır. Ehl-i bidatin başvurduğu modeller ayrı, Ehl-i Sünnetin başvurduğu modeller ayrıdır. 

İslam’da muhalefet nasıl olmalıdır dersek, ahlâkî vaaz veçhesini bir kenara bırakarak fıkhî olarak üç yoldan bahsedebiliriz: 

Birincisi; sabır ekolü.

İkincisi; temekkün ekolü.

Üçüncüsü ise; savra (ihtilal) ekolüdür. 

Müslümanlar tarih boyunca bu üçünün arasında keskin bir ayrılık görmemiş, bazen bu üçünü birden sırayla hayata geçirmiş veya bazen sadece birine bağlı kalmıştır. Ehl-i Sünnet fıkhına uygun olarak bu üç yoldan hangisi icra olunsa bu hak olarak kabul edilmiştir. İslam tarihinin ilk günlerinden bu yana bu muhalefet şekilleri hep icra edilmiştir. 

Ashab-ı Kiram’dan örnek verecek olursak bu üç modeli aynı anda onlarda görüyoruz. Misal fitne günleri denilen Cemel, Sıffın gibi savaşlarını ele alalım. Ashab-ı Kiram burada birbirleri ile savaşırken, Tabiînden olan Muhammed b. Sirin’in verdiği habere göre sahabenin çoğu tarafsızlığını ilan etmiş̧ ve kılıçlarını kırarak çöllere ve dağlara kaçmışlardır. Bütün İslam tarihi eserlerinde ittifakla kayıtlıdır ki evvela Hazret-i Osman şehid edilmiş, Hazret-i Muaviye ve Hazret-i Aişe yeni halife olan Hazret-i Ali’den o katillerin kısas edilmesini talep etmişlerdir. Burada muhalefetin ilk modelini görüyoruz. Halife Hazret-i Ali Efendimizden istenen bir şey ve bu yerine getirilmezse ona karşı bir cephe oluşacağı gerçeği... Burada temekkün ekolünden söz edebiliriz. Yani ashabın bir kısmı, idarecilerine karşı temekkün ekolü ile muhalefet etmişlerdir (Henüz savaş̧ safhasında değilken).

Sahabenin bir kısmı da sabır ekolünü benimseyerek iki taraftaki hiçbir olaya karışmamış, iki tarafa da sadece barış ve iyilikler telkin etmişlerdir. Tarafsız sahabeler, savaşan sahabelerden çok daha fazla idi. Hatta sabır ekolünü benimseyen bu sahabelerden bazıları zorla savaşa götürülmüşler, onlar savaşın içinde bulundukları zaman bile kılıçlarını sadece kendilerini muhafaza etmek için kullanmışlar, kendilerine gelen ok ve kılıçları savuşturmuşlardır. Onlara niye böyle yaptıkları sorulduğunda ise onlar; “la ilahe illallah” diyen bir kimseyi asla öldürmeyeceklerini beyan etmişlerdir. Bu sahabelerden en meşhuru Ebu Musa el-Eşari Hazretleridir. İlginçtir ki kendisi daha sonra hakem olayında Hazret-i Ali’nin hakemi olacaktır. İşte tarafsız sahabelerin bu tavrı sabır ekolünün şiarıydı. 

Üçüncü muhalefet yolu fıkıhta “huruç-ale’s-sulta” diye isimlendirilen, ayaklanma ve ihtilal dediğimiz bir muhalefet sistemidir. Bugün kendilerinin Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen bazı sufî gruplar bunun asla caiz olmadığını, halife zalim olsa bile ona isyanın haram olduğunu söylemişlerdir. Fıkıh, akaid ve tarihe bakınca bu iddianın hakikatten fersah fersah uzakta olduğu görülür. Zira bu iddia sahiplerine evvela şunu sormak gerekir: “Ashab-ı Kiram’ın adil oldukları hakkında ne düşünürsünüz?” Hepsi elbette doğru olan şu sözü söyleyecektir: “Ehl-i Sünnete göre Ashab-ı Kiram’ın hepsi adildir.” O zaman ikinci sual olarak şunu sorarız: “Ashab-ı Kiram’ın hepsi adilse, zalim de olsa bir sultana isyan caiz değilken, halife olan Hazret-i Ali efendimiz hem sahabe hem adil bir halife iken, Hazret-i Aişe Annemiz ve Hazret-i Muaviye adil bir sahabe iken nasıl oldu da adil sahabeler adil halifeye isyan edebildi? Hazret-i Ali mi zalim, Hazret-i Aişe ve Hazret-i Muaviye mi haram ehli?” (Haşa sümme haşa!) 

İşte bir takım ehl-i bühtanın kendi devirlerinin konjonktürlerini gözettikleri için ortaya attıkları ve Ehl-i Sünnete yamadıkları iddianın mantıksızlığı, tutarsızlığı ve Ashab-ı Kiram’a bile kir bulaştıran tarafı bu soruyla ortaya çıkmış oluyor. İşte Hazret-i Muaviye ve Hazret-i Aişe ve onların safında savaşan sahabe bile üçüncü muhalefet yolu olan savra (ihtilal) ekolünün ilk takipçileri idi. Yani üç muhalefet yolunun da daha Ashab-ı Kiram ile başlayan temsilcileri vardır. Bu üç yoldan birini benimseyen birinin, diğer iki yolu benimseyenleri küfür veya nifak ile suçlamaları asla vaki olmamış, böyle bir ithamı kendileri açısından dünya ve ahiretin yıkım sebebi olarak görmüşlerdir. 

Yine Ashab-ı Kiram’dan örnek verecek olursak Hazret-i Muaviye kendisinden sonra Yezid’e beyat toplamış, vefatından sonra Yezid halife olmuştu. Yezid’in hatalarının çokluğu sebebi ile Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Abdullah b. Zübeyr gibi ona beyat etmeyenler olduğu gibi, Hazret-i Abdullah b. Ömer gibi ümmetin kargaşadan muhafazası için beyat edenler de olmuştur. Daha kıyam ve huruç sahasına geçmeden bile çoğunluğun beyat ettiği bir devlet reisine karşı iki tavır görüyoruz. Daha sonra ise Hazret-i Hüseyin temekkün ekolünden çıkıp savra yani ihtilal ekolünü benimsemiş, Yezid’i devirmek için Şam’a yürümüştür. Hazret-i Hüseyin’in şehadetinden ve Yezid’in ölümünden sonra İkinci Muaviye ile birlikte sahabeden Abdullah b. Zübeyr de huruca geçmiş, savra ekolünü benimsemiş, Mekke’de kendi devletini kurmuş, Şam merkezli idare ile savaşmıştır. 

Buradaki olayların detaylarını tarihe havale ederek konumuza bakan yönü ile birkaç̧ cümlede değerlendirirsek eğer, bu dinin öncüleri olan Ashab-ı Kiram’ın Allah için hurucu, kıyamı ve ihtilali haram görmediklerini, hatta yeri geldiğinde kendilerinin başvurduklarını anlarız. O halde bugünkü Müslümanlara ne oluyor da kapitalist, komünist, ulusalcı, faşist, liberal devletlerde sırf “fitne çıkmasın” gibi bir iddia ile “huruç-ale’s-sulta”yı haram görmektedirler. Bu apaçık olarak sahabeye bir iftiradır. Demek ki sahabe fitne çıkardı(!). 

İkinci olarak da; yaptıkları adaletsizlikler ve haksızlıklar karşısında devlet reislerine yapılan isyanları destekleyen ve bu uğurda savaşan veya mâlî olarak yardım eden veya dua eden İmam-ı Azam Hazretleri başta olmak üzere bir çok fakihe, müçtehide ve âlime de hakarettir. İbn-i Eşas İsyanının diğer adının “Fakihler Kıyamı” olduğunu bilmeyenler, halifeye karşı gelen Ebu Hanife Hazretlerinin “Sultan bana Vâsıt Mescidi’nin direklerini say dese yine saymam!” sözünü bilmeyenlerin olmayan bir kaide ile Ehl-i Sünnete yama yapmaya hakkı yoktur. Ebu Hanife Hazretlerinin siyasi tavrını Hanefi fakihlerden olan İmam Cessas’ın Ahkamü’l-Kur’an isimli tefsirinden okumanızı tavsiye ederim. Uzatmamak için buraya yazmıyorum. 

Fahreddin Râzî Hazretleri tefsirinde şöyle demiştir: “Gereken durumlarda ümmet halifeyi azleder.

Yine İmam Bakillanî de: “Mademki imamı ümmet seçiyor, öyleyse onu teftiş etmek, hesaba çekmek ve gerektiğinde görevden almak da onun hakkıdır. Bu konuda ne sultan ne de diğer görevlileri masum değildir.”1

Zira günah işlemeyen veya masum, sorgulanmaktan azade imam anlayışı Şia’nın merdud akidesidir. İslam’da iktidarın yükünü, onu tayin etme veya hâl etme vazifesi nasıl şura ve ehl-i hâl ve’l-akd denilen ulemaya aitse, buraya kadar anlattığımız muhalefet şekillerinin de önderliğini ulema yapar. Yoksa anarşi felsefesinde olduğu gibi, öylesine bir araya gelen ayak takımı kimselerin yapacağı işler değildir. Lakin ayak takımı dediğimiz kimseler ve gruplar eğer fıkhın bu kavramlarını dillerine dolamışsa, burada suç, vazifesini ve mevzisini terk etmiş̧ ulemanındır. İslâm fıkhının gölgesinde Müslümanların yükselişinin izzeti ulemanın olduğu gibi, umeranın ve halkın fıkhî ülküden ve gayeden uzaklaşmasının ve müstekbirlere boyun eğen koyunlar haline gelmesinin zilleti de ulemanın boynunadır. 

Efendimiz Aleyhisselamın İslam’da muhalefetin gerekliliğini beyan buyurduğu üç hadis: 

İyiliği emredin, kötülükten nehyedin, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin, yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur.”2 

Zalimi görür de onun ellerini yakalamazsanız, katından gelecek azabı Allah neredeyse size umumi kılar.”3

Cihadın en faziletlisi zalim sultan yanındaki hak sözdür.”4

Aslında üç muhalefet ekolünü ihtiva eden muazzam hadis-i şerif herkesin malumudur:

Sizden kim bir kötülük görürse;

1-) Onu eliyle düzeltsin,

2-) Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin,

3-) Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin.”5 

Hadis-i şerifte ilk amel savra yani ihtilal ekolüne, ikinci amel temekkün ekolüne, üçüncü amel ise sabır ekolüne işaret eder. Bu amellerin/ekollerin şeref pâyelerinin büyüklüğü hadisteki sıralamadaki gibidir. 

Kaynaklar:

1 Bakıllani, Temhîd, s. 185. 

2 Tirmizi, Tefsiru Sure, s. 67; Ebu Davud, Melahim, 17. 

3 İbn Mace, Fiten, 20.

4 Tirmizi, Fiten, 13.

5 Müslim, İman, 78. 

Görüş: Harun Çetin

Aylık Baran Dergisi 8. Sayı, Ekim 2022