19. yüzyıla göz attığımızda, bir takım yeni müsbet ilimlerin pratiğe dökülmesi yanında, insan ve toplum meselelerine dair yeni eserlerin de üretildiği dikkat çeker. 20. yüzyılın ilk çeyreği dahil bu dönemi yaşayan nesillerin yetiştiği kurumlarda, çok sayıda iddialı eser geniş kabul görür. Modern eğitimin tezgâhından geçen o eserleri vermiş nesiller, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan zaman zarfında büyük değişim ve altüst oluşlara şahit olmuş, yaşadıklarını yazabilmiş insanlardır; “Yazan adamlar…”

Bu devreyi hazırlayan dinamikler ise, yaygın ve keskin sosyal dönüşümleri canlandıran hadiseleriyle tartışmasız Fransız İhtilali sürecinde belirir. Bu büyük hadise 1789 yılında gerçekleşmiştir; fakat Batı dünyasını öyle sarsmıştır ki, bellibaşlı bütün sosyal dinamikleri örselemiş, tesirleri uzun yıllar sınır tanımamıştır.

Batılı tarihçilerin kayıtsız kalamadıkları bu uzun devrede toplumlar bambaşka kavram ve düşüncelerle karşılaşılırken, önceki yüzyılların köklü kurumlarının nüfuz ve tesir kaybını ifade etmekten kendilerini alamamışlar, bu dönemi didik didik incelenmek durumunda kalmışlardır. Fransız ihtilali, Amerikan ve Rus ihtilallerini de ciddi ölçüde etkilemişti.

Tepeden inme siyasi ve askerî çatışmalarla birlikte, sosyal hayatta yerleşik olan kurumlar zamanla çöküşe yüz tuttuğundan, şahit olunan bariz değişimlerin yekûnu da “inkılâp” olarak anılmaya başlanmıştı. Bu süreçte beliren Batı menşeli toplum görüşleri, yeni bir disiplin halinde (sosyoloji) kendi dilini/yorumunu ortaya koyarken, en köklü eğitim kurumu olan kiliseyi toplum nazarında silikleştiren, “sivil toplum” bilincini ifade edici kalıplarıyla yeni ve zengin bir literatür oluşur: Bilimsel Akademi…

Napolyon’un 18. yüzyılın sonunda harekete geçip 19. yüzyılın ilk çeyreğine damga vuran orduları bütün Avrupa’yı, Rusya’yı, hatta Kuzey Afrika’yı sarsmıştı. Bu ordu Fransa’ya döndüğünde, kıtada uyandırdığı tepki sadece dönemin müesseselerini yeniden düzenleme sancısına maruz bırakmamış, Fransız toplumunu da beklenmedik keşmekeşler içine sürüklemişti. Napolyon’un Fransız şovenizmini kaşıyan kadroları Fransa merkezli Avrupa hayalini gerçekleştiremediği gibi, takip eden yılların Batı toplumunu da çalkalayan yeni fikir akımlarına karşı savunmasız bıraktı.

20. yüzyılın başlangıcında Batı toplumu, Birinci Dünya Savaşı’na doğru bilinçsiz bir seyir halinde teşhis edilir. Fransa’daki tablo fevkalade karmaşıktır. Rüzgâr, büyük filozofların artık “ağır” kabul edilen metinlerini modern akademinin yetiştirdiği “uzmanlık alanı”na canlı canlı gömmeye başlar. Fransa çapında yetişmiş Pascal, Montaigne, Descartes, Montesqiue, Bachelard, Bergson, Bataille, Blondel gibi düşünce adamları adeta antika vazo kabilinden rafa kaldırılır.

Modernizm, ilerleme teorisiyle birlikte “sanayi toplumu” teorisini tecrübe ederken, insan kafası düşünce tarzı bakımından tek tip eğitime tabi tutulur. Dünün hayati meseleleri, sanki bambaşka bir gezegene fırlatılmış, “yeni dönem” insanının da aklını kaçırtacak ölçüde azmanlaşmış, istidat belirten insanları ise toplumdan izole etmiştir. Yeni toplum düzeni zaman ve mekân itibariyle paramparça, geçerli toplum tasavvuru ise kitle iletişim ve propaganda mekanizmalarının sığ sularında boğulmuştur.

Bu yazı, bahsettiğim dönemde kaleme alınmış, şu sıralar ise Türkiye piyasasında dolaşan bir kitap vesilesiyle bazı tespitlerde bulunmak içindi. Kitabın adı; İrade Terbiyesi. Müellifi Jules Payot... Yazar, 10 Nisan 1859, Chamonix-Mont-Blanc, Fransa doğumlu. Eğitim ve akademik kariyeri hakkında pek malumat yok. Hakkında “örgün eğitimde öncü bir figür” olduğu söyleniyor. 1907’de, Aix-en Provence’da bulunan Aix-Mrseille Üniversitesi’ne rektör olarak atanmış. İlk olarak 1909’da basılan, yıllar içinde birçok dile çevrilen Education de la Volonte (İrade Terbiyesi), en meşhur kitabı. Payot’nun ölüm tarihi 1939; Aix-en-Provence, Fransa.

İrade Terbiyesi, Türkçe’ye ilk olarak 1932 yılında mütercim Münir Raşit tarafından, Kanaat Kitabevi bünyesinde kazandırılmış. Kitap hakkında önde gelen bir isim referans gösteriliyor. İrade Terbiyesi’nin müellifi ile hemen hemen aynı dönemde yaşayan, Paris Edebiyat Fakültesi felsefe bölümü ve Paris Siyasi İlimler Merkezi’nde eğitimini tamamlayan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil… Gençlerle Başbaşa adlı meşhur kitabında şöyle diyor Başgil;

“Mösyö Girard bize bir kitap tavsiye etti ve mutlaka okumamızı söyledi. Bu, Aix-Marseille Üniversitesi rektörü Jules Payot’un “İrade Terbiyesi” adlı kitabı idi. Ertesi gün şehre inerek kitabı aldım, ihtiyar bir meşenin dibine oturarak “İrade Terbiyesi”ni okumaya koyuldum. Okudukça içimde tahassür ve nedametle karışık müphem bir acı duymaya başladım. Kendi kendime, ah bu kitap on sekiz yirmi yaşlarımdayken elime geçmeliydi diyor ve geciktiğim için üzülüyordum.”

Payot’nun kitabının Batı toplumunu saran Sanayi Devrimi’nin tam ortasında yazıldığını hatırlatmakta fayda var. Bu gerçek o kadar hassas bir noktaya, söz konusu kitabı hazırlayan editörün takdiminde de, müellifin eserinde de, ilginçtir ki, temas edilmemektedir.

Sanayi Devrimi ve Çalışma

19. yüzyılın ortasında, kıta Avrupa’sında yayılmaya başlayan makineleşme, insan hayatına yeni bir fiil, iş ve hareket mefhumu ile hükmetmeye başlamıştı: Çalışma…

Dönem, geleneksel ve kültürel anlamda da insanı şok eden, dev bacalarının dibinde onu cüceleştiren fabrikalar devrinin geldiğini ilan etmektedir. Nitekim göğe kafa tutan baca sembolünün insan ufkunu sarmaya başladığı bu dönemde, günün belli saatlerinde iş ve üretim temposuna sokulan fabrika insanı, zaman mefhumunu “24 saat”e indirgeyen çark içinde kendini bulur. Durkheim’ın “organik toplum-mekanik toplum” teorisinin okul sıralarında başköşeye oturtulduğu bu dönemde, modern akademik kurumların bilimci diktesine eşlik eden, insan kafasını ruhî ölçülerden koparan, sosyal değişime korkunç hız veren propaganda rüzgârı eşlik etmektedir.

Topluma faydayı, iyiyi, doğruyu, güzeli izah gayretinde olan kimi hassas bünyeli sanatçı ve romancılar, yeni beliren hayat tarzını büyük problem olarak görmeye başlayacak, toplum eleştirisi yapmaya koyulacaktır. İnsan hayatına hükmetmeye başlayan “çalışma”nın mekanik ritmi, insanın iç hayatını, ahlâk ve maneviyatını da düşünülür olmaktan çıkarmıştır. Buz gibi bir akıl çarkı dönmeye başlarken, kimi coşkun kalemlerce çağ yeniden “Akıl Çağı” olarak ilan edilmektedir. Baskın felsefe her şeyi ölçülebilir olarak değerlendirirken, Eski Yunan’dan da referanslarla mutlak ölçünün akıl olduğu iddia edilmektedir. Bu akıl, 24 saatlik “tik tak” kaydına mahkûm, insanın mide-bağırsak arası idrak ettiği mesaisini sırf bedenî faydaya müptela, fabrika bacasının yanına koyduğu okulların eğitim standardına mahkûm ederek, “işçinin meslekî özgüveni”ni kodlayarak ruhunu mezata çıkarmıştır.

Makineleşme çığırıyla birlikte gün ve saatler bölünürken, sosyal hayat çalışma merkezleri, iş yerleri etrafında şekillenmeye başlar. Zamanla toplumun geniş kesimini ilgilendiren “toprak merkezli” hayata musallat olan makineye teslim akıl, “tarım toplumu” ile “sanayi toplumu” arasındaki işleyiş ve prensip farkını da görünmezleştirir. Artık tohum bile sanayi ürünü olmaya başlayınca, insanın öz eli ve şuuru devasa makinelere teslim edilir. Tohum ve el arasına giren o uğursuz gürültü kaynağı, insan kafasındaki düşünceyi duyulmaz hale getirdiği gibi, geleneksel toplumda yaşanması muhtemel hissî bağları da anlamsızlaştırır.

Takip eden yeni neslin insanındaki hayat şuurunu bütün yönleriyle kodlamaya başlayan teknoloji, insanı yeniden eğitilmesi gereken bir nesne olarak karşısına aldı. “Sanayi toplumu” birdenbire şekillenmemişti. Makine karşısında objeleştirilen, alışılmışın dışında şartlara yabancı ve birdenbire “cahil” kalan insan, eğilip bükülebilecek “meta” gibi değerlendirildi; öyle düşünüldü.

İnsan iradesinin makine karşısında direncinin acziyeti, birçok ilmi, felsefi, ahlâkî, edebî eserde tartışmaya açılmış olsa da, değişim krizinin sirayet hızı karşısında, ilk başlarda toprağıyla ürettiği gıdaya güvenen, şükretmesini bilen geleneğin insanı birden bire açlık kaygısı ile tanıştı. Açlık kaygısı pekiştikçe hayat belirten her sahada insanı ıslah ve terbiye edilmesi gereken “ilkel” olarak hedef aldı.

Makinelerin yanıbaşına çakılıp kalmak için kuyrukta kapışan insan tipi normalleşti. Teknolojinin insan aklını ve iradesini böylesine kıskaca aldığı, insanı otomatlaştırıp şuursuzlaştırdığı, yeni fakat daha az hissedilir hızda geçişlerle modern köleye dönüştürdüğü bu uzun dönem hakkında önemli sayıda roman, hikâye, film, tiyatro eserleri üretilmiştir.

Öte yandan, yeniden düzenlenen eğitim kurumlarındaki formasyona tutarlı bir işleyiş ve amaç kazandırıldığı söylenemez. Durum aynı zamanda ironik, hatta trajikomiktir. Eğitim, tepeden inme biçimde “çalışma hayatı”na endekslenmişti. İnsan ve toplum, toplum aile, aile ve devlet, devlet ve ekonomi yeniden şekillenirken, inanç ve ahlâk, ahlâk ve vicdan, vicdan ve şuur refleksi sirk oyunu gibi ciddiye alınmaz olur. Mesela; Zola’nın Hayvanlaşan İnsan, Toprak, Germinal gibi sarsıcı romanları dönemin gerçeklerine tepkisini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer.

Ben diyeyim makineleşme, siz deyin “teknolojik gelişme”… Toplumla beraber dönüşerek tesis edilen o dönemin hayat tarzı, bugünün hayat tarzının oluş prensiplerinin ham halidir. İmparatorluk insanı ile ulus devlet insanı arasındaki farka dikkat çeken kimi tarihçilere göre bu çok büyük bir trajedidir. Toplumlar da tek tipleşmeye başlarken, şeytanların bile kendi haline terkettiğini düşündürecek kadar yeryüzünü tasvir eden kimi edebiyat ve sanat eserleri hatırı sayılır niteliktedir.

Batı burjuvazisinin kültürel değişime öncülük edişiyle beraber, devlet ve toplum arasındaki bağın “ulus devlet” şeklinde tanımlanmasına ön ayak oluşu, yukarıdan aşağı yeni bir talim sürecini devreye sokar. Sermayeyi elinde tutan elit kesimlerin aynı burjuva tabakasını dönüştürmesiyle birlikte teknoloji, ekonomiyi sosyal hayatın her alanında otoritesini tahkim vasıtası haline getirerek siyasete yön verir. Bu, aslında bakıldığı yere göre değişen bir etkileşim sürecidir. Çeşitli dinamikleri içiçe barındırır.

Mesela, eğitimin “teknolojik ilerleme”ye yetişmesi gereken kitleleri dizaynı, kademe kademe pratize edilmiştir. Dolayısıyla “insan iradesi”nin ne anlama geldiğini, hayatın hangi safhasında “akıl ve karar” belirttiğini sözde ahlâkî eleştiri bakımdan değil, “teknolojik fayda” tezgâhına esir düşmesiyle birlikte yaşadığı maceranın başlangıcından itibaren bütün yönleriyle muhasebesini yapmak gerekiyor. “Biyolojik adaptasyon”a tabi tutularak akıl sorgulamasından mahrum böyle bir vasatın eşyası sayılan insanı, eskisinden çok daha derin bunalımlar içinde kavramaya çalışmalıyız.

Payot, bu kitabı yazarken böyle bir realiteyi görmezden gelemezdi elbette ancak, kendisinin sık sık tefekküre yaptığı vurgu sanıldığı kadar derin değildir. Onun tefekküre çağrısı, dikkat çekmeye çalıştığım dönemin kuru akılcı pozitivizmine tepkisinden dolayı öne çıkmış görünüyor. Payot’dan yaklaşık yüz yıl önce ölen Felsefe Sözlüğü yazarı Voltaire, “Çalışmak insanı can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluk gibi üç önemli beladan kurtarır.” şeklinde basit bir telkinde bulunurken, Voltaire’den yaklaşık 1000 yıl önce yaşayan Hz. Ali, “Çalışanlar kötülük düşünmeye vakit bulamazlar; tembeller ise kendilerini kötülükten kurtaramazlar.” diyerek insan nefsinde bitmek bilmeyen vesvesenin kılıktan kılığa girişine işaret buyuruyordu mesela?

Çalışmanın zihnî, ahlakî ve pratik boyutlarıyla birlikte ele alınışı tamamen kültür meselesidir. O kültür ki, kendisini yaşatan ahlâkî kriterleri belirleyici din ile şuurlaştırılabilir. İslâm, çalışmayı/emeği vicdan ve ahlâk emrinde mânâlandırırken, insan fıtratını ve pratiğini maddeye hükmedici mevkide manevî/ruhî ölçüleriyle disiplin ve nizam şuuruna çağırır. Bu şuur, ruhun faydasına göre iyiyi, doğruyu, güzeli belirleyen ölçüleri gösterirken kritik sahibidir. “Makineyi yapan makine”, ahlâk kritiğini asla gözden kaçırmamanın davasıdır. Ahlâk olmazsa irade neye yarar? Fayda hayatta ne anlam ifade eder? İş ve üretim hangi oluşa hizmet eder? Bunlar da elbette tefekkür meselesidir.

Batı’da “çalışma”, kiliseye başkaldıran Reformasyon hareketiyle birlikte “dinî otorite” altında bir mesele olmaktan çıkmış, kiliseyi de “kapital”in gücüyle terbiye eden süreç içinde sistemleştirilmişti. Protestanlığa göre çalışmak ibadet idi; fakat nasıl ibadet? Max Weber, kapitalizmin bu bakımdan Protestanlığa çok şey borçlu olduğunu ileri sürerken, aynı mezhebin insanlarının çalıştıkça hazdan ve müsriflikten uzak durmalarını beklediğini, böylece Batı toplumlarında sermaye birikimine gereken süreç zarfında kurumlaşma zemininin oluştuğunu belirtiyor. Weber, kapitalizmin “protestan ahlâkı”nın kurumlaşmasıyla, toplumun bürokrasi etrafında tabakalar halinde şekillendiğini ifade ediyordu. Protestanlığın şubelerinden Kalvinizm, Cizvit tarzı sistemli eğitim disipliniyle iradeyi çalışma ve ticarete odaklandırması ve “Tanrı’yı yeryüzüne karıştırmadan” toplumdaki ahlâkî bunalımı derinleştirmesi bakımından toplumda önemli bir kavşak oldu. 19. yüzyıl İngiliz püritenleri tarafından, sanayi devrimiyle birlikte uzun çalışma saatlerine itiraz edenlere, “çalışmanın erkekleri içkiden ve zinadan; çocukları ise yaramazlıktan” alıkoyduğu cevabı verilmiş; o biçim nefs emniyeti!

Batılı modern insandaki “irade terbiyesi”nin nasıl gerçekleştiğini takip ederken, farklı ve zıt teorik çatışmalara şahit olmak sıradan bir durumdur.

Payot ile aynı çağı idrak eden Bertrand Russell, çalışma hakkında “yeter artık!” dercesine, 1932 yılında kaleme aldığı Aylaklığa Övgü adlı denemesinde, insanların ihtiyaçları kadar çalışmasının yeterli olacağını, ihtiyaçtan fazla çalışmanın sadece mutsuzluk ve diğer insanlar için işsizlik anlamına geleceğini savunur. Bütün insanların anlaşıp günde 4 saat çalışması halinde mutluluk ve rahatlığın artacağını, kalan boş zamanların bilim ve sanatta ilerlemeyi de beraberinde getireceğini iddia eden Russell’a göre, aylaklığın bir günah olduğu fikrini zenginler uydurmuştu. Russell’a göre, çoğunluğunu toprak sahiplerinin oluşturduğu bu zenginler, kendi çıkarlarına uyduğu için çalışmayı övüyorlardı; aynı nedenle kutsal kitaplara sıkı sıkıya sarılıyorlardı.

Russell, Weber’in tezlerinden daha ileri gidip, uygarlık için aylaklığın şart olduğunu ileri sürüyor. Russell’a göre uygarlığı aslında “aylak sınıf“ yaratmıştı. Bu sınıf olmasa insanlığın barbarlıktan sıyrılamayacağı açıktı; çünkü sanatı geliştiren, bilimsel ilerlemeyi sağlayan, kitaplar yazan, felsefeler ortaya atan, toplumsal ilişkileri inceleyenler aslında hiç durmadan çalışanlar değil, düşünmek ve yaratmak için boş zamanı olan kişilerdi.

Sanayi devrimi öncesi “mesai saatleri” diye bir kavram yoktur. Evler atölyelerle iç içedir; zanaatkârlar ne zaman isterlerse işlerine ara verip evlerine geçip dinlenebiliyorlar. Sanayi devrimi şoklarını yaşayan topluma dair gözlemleriyle, harika espriler yüklü filmleriyle Charlie Chaplin, insan beynini öğüten şartlarda şuurlara alternatifler sunar.

Sanayiin talim ve terbiyeden geçirdiği toplum, sendikalaşma sayesinde zamanla “esnek çalışma sistemi”ne geçti. Boş zamana sahip olmak, istediği kadar tüketmek, istediği kadar aylaklık etmek “hürriyet”ini kazandı. Artık aylaklık, zengin azınlığın elindeki imtiyazlı bir durum değil...

Payot ile aynı zaman diliminde yaşayan ve ABD’de bilinen en etkili sosyologlardan sayılan Thorstein Veblen (1857-1928), 1899’da yayımlanan kitabı Aylak Sınıfı Teorisi’nde benzer meseleleri işler. Veblen, tüketimin gösteriş amacıyla yapıldığını iddia etmiş. Toplumdaki ekonomik hayatın “sınıf farkları”na dikkat çeken Veblen, gösterişçi tüketimin üst sosyal sınıf ve bunlara benzemeye çalışan diğer sınıflar arasında gösteriş amaçlı yapılan alışverişler olarak basit gözlemlere dayandırıyor. Sınıf teorisinin günümüz toplumlarında zorlama bir yoruma eşlik ettiğini, amaç gösteriş ise, günde bir kez de olsa şöhret bulup, tükettiği şeyi kitlelere mâleden sosyal medya kullanıcılarında görebiliyoruz bugün… Yani “sınıf farkı”nın bakıldığı yere, kişinin algısına, eğilimlerine göre değişen muhteva belirttiği söylenebilir.

Payot, kitabının ilk baskısına yazdığı özsözde, 17. ve 18. yüzyılın bir kısmında dinin akla egemen olduğunu, irade eğitiminin insanlar için genel bir sorun olarak görülmediğini belirtiyor. İrade eğitimi eksikliğinin evvela “ruh hekimleri”nin dikkatini çektiğini hatırlatan Payot, “ne yazık ki” diyor, “bu hekimler de psikolojinin egemen doktrinlerinin etkisi altındadır.”

İrade konusunda akla fazla önem verildiğinden şikâyetçi olan Payot, eksik olanın “dışarıdan doğrulanabilen metafizik teori” olduğunu söylüyor. Pozitivizmin neredeyse dinleştiği dönemin Fransa’sında kimilerince linç edilmiş olmalı Payot… Psikologları kaba pozitivist bulan anlayışıyla cahil olarak itham eden Payot, aynı tarihli önsözde, “Bu kitap, Fransa’da metafiziği psikolojiden ayıran ilk kişi olan eski profesörü Ribot’ya adanmıştır.” diyor. Ribot’nun hangi görüşe sahip olduğunu ise, İradenin Terbiyesi’ni okuduğumuzda aşağı yukarı anlayabilmek mümkün.

Kitabın 1907’deki 27. basımına yazdığı önsözünde, “Bir zamanlar huzursuz zihinler için güvenli bir sığınak olan Katoliklik bile, en ciddi anlaşmazlıklarla dolu.” diyen Payot, özgürlük hakkında şu vurguda bulunuyor:

“Her insan tüm ruhuyla kendini gerçeğe adamalıdır.”

Silahlı peygamberin twitli ümmeti - Ömer Emre Akcebe Silahlı peygamberin twitli ümmeti - Ömer Emre Akcebe

Katolik vaazlarının bu sükseli kalıp cümlesini kullanmakla koyu Katolik bir yazar olduğu anlaşılan Payot şöyle devam ediyor;

“Özgürlük ancak bu şekilde filizlenir, özgürlük kişinin hayatın gerçeklerine olan kişisel tutumunun içselleştirilmesidir. Bu yüzden özgürlük demek, kişinin dış ve iç gerçeklerini belirleyen ve kendi benliğini öğrenmesi, bunların farkına varmasıdır. Şayet bu iki şart yerine getirilmezse kişiliğin tekâmülü ve uyumu hiçbir şekilde mümkün olamaz.”

 Başgil ve Meriç’in kitapta sergilenen düşünce faaliyetine fazla övgüde bulunduklarını düşünüyorum. Bilemiyorum; belki de o dönemin acımasız gayrı insani şartlarına benzer şartlarla yüzleşen ve Batıcı tarım ekonomisine mahkûm, Batılı sanayi ekonomisine karşı plânsız yakalanan Türkiye insanları olarak, Payot gibilerinin etkili itirazlarını hislerine tercüman olarak “fevkalade” karşılamışlardır. Maurice Blondel’in kurucusu olduğu, “aksiyon” kavramını tartışmaya açtığı Hareket Felsefesi de Türkiye’de hararetle karşılanmış. Nitekim Hareket Dergisi etrafında kadro kurmaya çalışan Nurettin Topçu, bu felsefeye dair yazılarıyla tanınmış şahsiyetlerden biridir.

Kitapta dikkat çekmek istediğim bir başka hakikati de paylaşmalıyım. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” cümlesine bu kitapta rastlayacaksınız. Mustafa Kemal dalkavukları, burada da aşağılık propagandalarına basit bir örnekle yakayı ele veriyor.

Payot’un kitabında “Üçüncü Kitap” olarak geçen kısmın 1. ve 2. bölümünde, “İrade Eğitiminde Tefekkürün Önemi, Tefekkür Ne Demektir ve Nasıl Yapılır?” şeklinde dilimize çevrilen iki başlık mevcut.

Sanırım yeri geldi; Fransız mütefekkirleri dahil, Batı’da ve Doğu’da muazzam çapta tesiri görülen İmam-ı Gazali’nin, tefekkürün mânâ ve keyfiyet ölçülerine dair kaydettiği birkaç satırlarla bahsi mühürleyelim:  

Tefekkür Nedir?

“Bilmiş ol ki, tefekkürün mânâsı iki ilmi birleştirip bundan üçüncü marifeti elde etmektir.

(…) Demek ki son marifet ancak ilk iki marifet sayesinde elde edilir. Son marifete ulaşmak için ilk iki marifeti kalpte hazırlamaya da, tefekkür, itibar, tezekkür, nazar, teemmül ve tedebbür adı verilir. Tedebbür, tefekkür ve teemmül, sözleri başka ve mânâları bir olan müteradif sözlerdir ki, iyice düşünüp taşınmak demektir. Fakat tezekkür, itibar ve nazar sözleri her ne kadar müsemma itibariyle bir iseler de, mânâları ayrı ayrıdır. ( …) İtibar, ibret ve ders alma da böyledir. Yani üçüncü marifeti elde edebilmek için iki bilgiyi hazırlamaktır. Şayet ilk iki marifetten geçemez ve neticeye ulaşamazsa, buna itibar ve ibret alma değil, tezekkür denir. Buna nazar ve tefekkür denmesi, üçüncü marifeti araması bakımındandır. Üçüncü marifeti aramayan kimseye nazır ve mütefekkir denmez. Her mütefekkir mütezekkirdir fakat her mütezekkir mütefekkir değildir. Tefekkür olan her yerde tezekkür de var fakat tezekkür olan her yerde tefekkür olmayabilir. Tezekkürün faydası kalpte yerleşip oradan silinmemeleri için marifetleri hatırlamaktır. Tefekkürün faydası da bilgiyi çoğaltıp mevcud olmayan üçüncü marifeti elde etmektir. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki fark budur. Marifetle gönülde toplanıp hususi bir şekilde yerleştirildikten sonra, bunlardan üçüncü marifet doğar. Demek ki marifet marifetin neticesidir. Bunlar böyle uzar gider ve birbirini izlerler. Tefekkür devam eder. Marifetler de durmadan çoğalır. Marifet bir mâni veya ölümle sona erer. Bu da ilimleri istismara muktedir olup tefekkür yoluna girebilenlere mahsustur. Çoğunluğun bilginin fazlasından mahrumiyetleri, ana sermayeyi kaybetmiş olmalarındandır. O sermaye de ilimleri doğuran marifetlerdir. Çünkü sermayesiz kazanç olmaz. Bazen sermaye varken ticaret işini beceremediği için artıramayanlar da olur. Bunun gibi bu hususta gerekli ilmin ana sermayesi olan marifetlere sahip olup da bu marifetleri eşlendirip bunlardan döl almayanlar da olur.” (İmam Gazali, İhyây-ı Ulûmud-Din, Tefekkür Kitabı, 1. Beyan; Fikrin Hakikati ve Meyveleri, C. 4, Rub’ul Münciyat Bahsi, s. 766-767)

 

Cumali Dalkılıç

Aylık Dergisi 189. Sayı Haziran 2020