Ömer Yarış Kimdir?

Ömer Yarış, 1958 Ankara doğumludur. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi mezunudur. Öğrencilik yıllarında Büyük Doğu şuuruyla ilk döneminde Gölge dergisinin ve daha sonra çıkan Akıncı Güç’ün Ankara dağıtımını yapmıştır.  Ankara’da yaşıyor.

Gölge dergisi ile irtibatınızın ilk çıktığı 1975 tarihinde olduğunu biliyoruz. Bu irtibatı anlatabilir misiniz? Gölge sizde ne gibi bir tesir uyandırdı? 

O tarihlerde Milli Selamet Parti Merkez İlçe Teşkilatı’nda görevliydim. Ama aynı zamanda Akıncılar Derneği'ne sürekli olarak gidip geliyordum. Arada bir de Milli Türk Talebe Birliği'nin Ankara Teşkilatı'na gidip gelirdim. İşte o sıralarda bir arkadaşım Gölge dergisini getirdi bana. Dergi çok hoşuma gitti. O zamanın şartları içerisinde olması gereken şeyleri ifade ediyorlardı. O yönden çok hoşuma gitmişti. Sonra arkadaş dedi ki, “buraya bir katkı olabilir mi?” “Nasıl bir katkı istiyorsunuz?” diye sordum. O da bana dedi ki, “Derginin Ankara'daki dağıtım işi. Dergi otobüsle filanca yere gelecek, sen de alıp dağıtacaksın.” O zaman terminalde bir otobüs firmasına geliyordu. Alıyordum önceden belirlenmiş olan adresleri veriyordum. Sonra da bir takım arkadaş çevresine dergiyi sunuyordum. Mesela, ben Ankara Yenidoğan'da oturuyordum o tarihlerde. Yenidoğan'da bir kitabevi açmıştık. O kitabevinde ilk sattığımız dergi Gölge oldu. Benim gölge maceram ilk defa o zaman başladı. Dergiyi her sayıda kendi imkanlarımla gidip alıyordum. Otobüs firmasındaki insanlar beni tanımışlardı. Ben dergiyi oradan aldıktan sonra dağıtıyordum, belirlenmiş olan ve kendi belirlediğim adreslere. İstanbul'daki arkadaşların tanıdığı kişilere ulaştırıyordum. Tanışıklığım da bu şekilde oldu. 

gölge dergisi

Peki o dönem İslamcı cenahta başka dergi var mıydı? 

Olmaz olur mu? 

Gölge ile farklarını söyler misiniz?

Aradaki fark, temeldeki fark şu: O zaman hem gençlik düzeyinde hem de toplumun geneli düzeyinde Müslümanların kendi kavramlarını tanımaları ihtiyacı söz konusuydu. Dolayısıyla bu ihtiyaç çerçevesinde diğerleri, kavramsal olarak veyahut da dil olarak, İslâmî düşünceden daha çok kendilerinin icat etmiş oldukları bir İslâmî hareket çizgisi oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu arada bizim tarihi kavramlarımızı topluma sunuyorlardı. Cihat, oruç, cuma namazı veyahut da devletin düzeninin nasıl olması gerektiği gibi konuları ayetlerden ve hadislerden, geçmişten örnekler vererek belli bir ölçüde topluma sunuyorlardı. Mesela, Tevhid falan vardı. Onları takip etmeye çalışıyordum; ama ben Gölge ile tanıştığımda, dil olarak çok farklı ve etkileyici bir sunum ile karşılaştım. Olayı bir kavga düzeyinde ele alıyordu ve kavga düzeyinden önce de önerdiği bir devlet söz konusuydu. Benim gördüğüm kadarıyla aralarındaki temel fark buradaydı. Gölge'den sonra Akıncı Güç'te bu daha da netleşti. Daha sonra Gönüldaş düzeyinde, 12 Eylül sonrası bunlar daha netleşmeye başladı. İstenilen şeyler, kavramlardan nelerin kastedildiği bunlar daha çok netleşmeye başladı. Dolayısıyla Gölge benim için bir takım düşünce kapılarının açılmasına yardımcı oldu; ama maalesef bunun ehemmiyeti benim kanaatime göre toplumda tam olarak anlaşılmadı. Halen okumaya çalışıyorum. Halen tâ o zamanlarda çıkmış olan teksir yayınları bile yeniden yeniden okumaya çalışıyorum. Geldiğim noktada şu kanaate varıyorum: Mesele anlaşılmamıştı. 

Neden böyle diyorsunuz mesele anlaşılmamıştı? Biraz açar mısın?

Gölge'den başlayacak olursak, Gölge'de izah edilmeye çalışan kavramlarla bugünkü insan yapısı arasında çok büyük farklar görüyorum. Bu da insanlar o zaman ifade edilmeye çalışan şeyleri özümsemiş olmadığını gösteriyor. Evet hepimiz bir yerlerde öbekleniyorduk, toplanıyorduk, dağılıyorduk falan; ama yazılanlar bugün dahi üzerinde hâlâ çalışılmayan şeyler. 

Dış yüz anlayışı vardı belki de değil mi?

Evet, kabuktan gidiyoruz. O zaman kavga denildiğinde anlaşılan şey kavgaydı. Oysa daha başka şeyler vardı orada. Bir stratejiden mesela, bir sistemden bahsedilirken bu sistemde neler olması gerektiğini arkasından gelen insanlar düşünmediler kanaatindeyim. Kimse düşünmedi bunu. Sadece ve sadece işin kavga boyutuna bağlanıp kaldık diye düşünüyorum. Onun da dışına çıkmadık. Orası bizi bir şekilde hapsetti. Yıllarca aynı şeyleri tekerleme olarak söyledik. 

Şöyle bir şey de var, bugünlerde bazı İslâmî televizyon kanallarındaki yorumcuların, o zamanlar dergilerimizde, Gölge yahut Akıncı Güç’te bahsedilen konuları, kaynak göstermeden derinliğine işlediğini düşünüyorum. O insanların gördüğüm kadarıyla bizim çevremizle doğrudan bir alakası yok. Bir şeyler üretmeye çalışan bu insanlar murad edileni söylemeye çalışıyorlar. 

Zaten Gölge’nin muradı da bu anlayış düzeyini oturtmak, kendi dilini, diyalektiğini, kavramlarını ve anlayışını oturtmak, her grup ve cemaati böylece olduğu yerde sıçratmak değil miydi? Bu açıdan bakarsak Gölge’nin maksadı hasıl olmuştur. Bizim de hâdiseye bu açıdan bakmamız lazım. O dönemdeki diğer İslâmcı dergiler ise bol bol âyet ve hadis mealleri yayınlayarak geçmişi nostaljide anmakla yetinirken, kimisi de gül, çiçek, böcek edebiyatı yaparken, Gölge ise İslâm’ı hayata hâkim kılmak için çağımızda gerekli fikir, dil, strateji ve mücadele peşinde olarak, gençlikteki arayışa da tercüman oldu.

Evet tam olarak bu şekilde oldu. 

salih-mirzabeyolgu-hayati

Salih Mirzabeyoğlu o dönem İdeoloji ve İhtilâl diye bir eser ortaya koyuyor. Bütün Fikrin Gerekliliği eseriyle ideolojisinin altyapısını kuruyor. Bunların hiç anlaşılmadığını mı kastediyorsunuz? 

O konuda şunu söyleyebilirim, çevredeki insanların bugünden bakıldığında konuyu anlamadıkları görülüyor. Bugünden bakıldığında ama… Ben de o zamanlar işin bir tarafında bulunurken bu kanaatte değildim. Evet, Mirzabeyoğlu murad edileni Gönüldaş'ta ve Gölge’de ortaya koyuyordu. Bu hususta derinleşme söz konusu olmadı. Çevredeki insanlar onun ortaya koyduklarını derinleşerek genişletmek gibi bir çaba içerisinde değillerdi. 

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile hâtıralarınız var mı? İstanbul'a gelip görüştünüz mü? 

Tabii, bizim geldiğimiz zamanlar genellikle Gönüldaş zamanında oldu. Ondan önce Büyük Doğu sürecinde Üstad'ın evine birlikte gitmiş olduğumuz zamanlar oldu. Ben Yalçın Turgut, Kumandan… Üstad'ın evine ben iki defa gittiğimizi hatırlıyorum. Birinde arabayı kullanan Mirzabeyoğlu’ydu. 

Üstad'ın Kumandan ile diyaloğu, oradaki intibalarınız nasıldı, biraz bahseder misiniz?

Aslında o diyaloglar düzeyinde zihinde çok fazla bir şey yok. Zaten diyalogların kalitesini ölçecek bir şey de yok. İşin gerçeği orada konuşulan birtakım şeyleri de anlayamıyordum. Sürekli olarak orada konuşan Üstad'dı. Diğerleri hep dinleyiciydi. Onlar da aynı benim pozisyonumdaydı. 

Salih Mirzabeyoğlu'nun İBDA fikriyatıyla Büyük Doğu'ya yaptığı açılım ve katkıyı nasıl ifade etmek istersiniz? 

Büyük Doğu'yu bir sistem çapında anlamak noktasında Salih Mirzabeyoğlu bu ülkede yapılması gereken bir şeyi yapmıştır. Yani “Büyük Doğu bir sistemdir” ifadesini belki Üstad'dan da önce Mirzabeyoğlu seslendirmiştir. Bu büyük bir şeydir. Yine aynı noktaya geliyoruz, sistem kurucuların dışında derinleşme sağlanamamış ve bir takım felsefî çalışmalar ortaya koyulsa da branşlaşma olmamış. Bugün birileri Mirzabeyoğlu'nun bakış tarzıyla bakarak Büyük Doğu'ya bir katkı sunarsa büyük bir başarıdır bu. Eksiğimiz de burada. Ama birileri adını koymadan, sistem çapında olmasa da yapılması gereken birtakım şeyleri yapıyorlar. 

Bu yapılanların telif hakkı da İbda’ya aittir, diyebiliriz…

Evet... Büyük Doğu'da üretilen her şeyi İBDA sistem olarak ortaya koymasaydı ve bunun alt sistemlerine işaret etmeseydi, benim bugün o gördüğüm çalışmalar olur muydu sorusunun cevabı bende muğlak. Olmayabilirdi. 

Ben de aynı kanaatteyim.

İnsanlar bilimden falan bahsediyorlar. O noktadan bakıldığında bilim aşkıyla her şeyi tarayan insanlar bazı şeyleri bugün görecek olabilirler. Ama ben şu kanaatteyim. Bugünkü çalışmalar o günkü çalışmaların neticesidir. 

Ankara İbda Kitabevi'nin açılışında fotoğraflar var. Bundan biraz bahsedebilir miyiz? Kitabevinin açılış sebebi neydi, Ankara'daki arkadaşların çalışmaları nasıl oldu?

Kitabevi'nin açıldığı yıllarda Gönüldaş ve hemen arkasından İbda geldi. Yayınevinden çıkan kitapların ve Üstad’a ait kitapların doğrudan doğruya dağıtım merkezinin oluşması düşüncesi vardı orada. Olabildiğince de orada kazanılan insanların kitabeviyle irtibatlarını devam ettirmek, mümkün olursa da oradan günün şartlar içerisinde bir örgütlenme düzeyine geçmekti amaç. Ticarî bir gayesi yoktu. Allah razı olsun o zaman Yahya'nın (Düzenli) büyük katkıları oldu. Maddî anlamda bütün katkıyı o sundu. Fakat daha sonradan o tarihlerde bizler çekilmek durumunda kaldık. Biz çekildikten sonra oraya gelen arkadaşlar farklı çalışmalar yapmaya başladılar. Kimi gördülerse herkesi içeriye alıyorlardı. İnsanların içinde yaşadıkları mesleki durumuna ve kariyerlerine falan bakmadan... Her türlü şeyi konuşur vaziyete gelmişlerdi. Zaten ondan sonra da kitabevi faaliyetini devam ettirememeye başladı. 

Sizin çekilmek zorunda kalmanız mizaç hususiyetinden mi? 

Hem mizaç hususiyeti var işin içerisinde hem de ben kendi payıma konunun anlaşılmadığını görmeye başlamıştım. O zaman ailevi şartlardan kaynaklanan birtakım sıkıntılarımız da vardı. O sıkıntılarda tuz biber oldu. 

Ömer Bey, siz fikriyatın anlaşılmadığını söylüyorsunuz. Ve bu söylediğiniz doğru. Bununla ilgili siz bir şeyler yapmayı düşündünüz mü? 

Düşünemedim. 

Salih Mirzabeyoğlu Büyük Doğu'nun anlaşılması hususunda bir köprü başı oldu. Bu fikriyata bağlı olanların da yine gençlikle ara köprüler kurması veya pencereler açması gerekmiyor mu? Taşıyıcı olarak… 

Taşıyıcı olarak, o gerekiyordu, ama benim gördüğüm o zamanki şartlarda oraya gelen yeni ekip aslında bunu yapmıyordu. 

Sadece orası için söylemiyorum. Genel olarak söylüyorum. Bazı olumsuzluklara bakarak kenara çekilmekten ziyade, gayret içerisine girmek daha doğru tavırdır diye düşünüyorum. 

Doğru, ona hiçbir şey demiyorum. Zaten kendi ailevi şartlarımdan kaynaklanan birtakım sıkıntılar yaşanmaya başlayınca, o sıkıntıları kapatabilmek için, onları düzeltebilmek için uğraşırken çok uzun bir zaman geçtiğini görüyorum. 

Akıncı Güç dönemini biraz çabuk geçtik. Akıncı Güç nasıl bir dergiydi, gençlikte karşılığı nasıl oldu? Ne gibi yankısı oldu? 

Yine dönemin şartları içerisinde bakıldığında Akıncı Güç bir aksiyon ihtiyacını, dernekleşme veyahut da dernek içerisinde fraksiyonlaşma tarzında bir görevi yerine getirmeye başlamıştı. O yüzden de çevresinde insanları toplayabiliyordu. Ankara'da da bu tür şeyler olmuştu. Fakat o insanlar da zaman içerisinde koptular. Araya 12 Eylül şartları girdiğinde gruplaşmalar da artık anlamını yitirmişti. Tâ ki Gönüldaş yayınlarının ve özellikle de İbda’nın çıkışına kadar. Çok iyi hatırladığım bir şey var. Bir evde bir toplantı düzenlenmişti. Ben orada, “Kitaplar her şeye yetmiyor, birtakım konferanslarla da yetiştiricileri yetiştirme işinin yapılması gerekiyor.” demiştim. Karşılığını bulmadı. 

O yıllarda Kumandan Mirzabeyoğlu’nun İstanbul'da üç konferansı oldu. Bunlar kitaplaştı. Sizin muradınız biraz gecikmiş olarak 1988-1990 yılları arasında Zafer Çarşısında da üç kere imza günleri ve 30 Ocak 1988’de ESAV’da konferansı oldu.    

Benim söylediğim o değil. Kamuoyuna açık olmayan ve insanlar için kitaplarda söylenen şeyleri biraz daha açacak konferanslar. Tek başına bir kişinin veya bir grubun yürütmüş olduğu düşünce faaliyetini diğer arkadaşlara da bir faaliyet imkânı olarak sunmak lâzımdı. Fakat Akıncı Güç bir görevi yerine getiriyordu başlangıçta. Ama şartlar değişti daha sonra, 12 Eylül şartlarına girildi. Her şey durdu.

O dönemden bu zamana İslâmcı harekette devamlı yükselme var. Bunu 15 Temmuz'da somut olarak yaşadık. Bu şüphesiz BD-İBDA’nın çizgisidir. 15 Temmuz'da ya şehit ya gazi şuuruyla 40 milyona yakın insanın sokaklara çıkması Gölge ve Akıncı Güç'ün ihtilâl-inkılâpçı çizgisinin bir şekilde yürümesidir, o çizgiye sahip çıkmaktır. Bu her zaman olmasa da kritik zamanlarda kendisini gösteriyor. Kumandan’ın Akıncıların isim ve mâna babası olması mevzunda neler söyleyebilirsiniz?

Ben Akıncılar özelinde çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü orada yürütülen faaliyetlerde aslında çok fazla bulunmadım. Ama mesela Yahya Düzenli ile birlikte yapmış olduğumuz çalışmalar vardı. Onlar da fikir düzeyindeki çalışmalar değildi, aksiyona yönelik bir çaba yürütülüyordu. 

Siz Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini okuyan birisiniz, öyle değil mi? 

Okuyorum; anlamaya çalışıyorum. Şu anda İslâma Muhatap Anlayış -Teorik Dil Alanı’nı okumaya çalışıyorum. Birkaç kitabı karşılaştırmalı olarak okumaya çalışıyorum. 

İlk okuduğunuz Salih Mirzabeyoğlu eseri hangisiydi? 

İdeolocya ve İhtilâl’i okumuştum. 

Size en çarpıcı gelen eseri hangisiydi? 

Yine İdeolocya ve İhtilâl diyebilirim. 

Üstad ve Kumandan'ın ideallerine doğru Türkiye'nin önü açık mıdır? Sizce engeller var mıdır ve içimizdeki ve dışımızdaki engeller nelerdir?

Üstad ve Kumandan doğrultusunda Türkiye'de bir takım şeyler yapılmak isteniyorsa yapılabilir. Ancak bu yapılması istenilen şeyleri çevreye gösterecek insanlar gerekiyor. Ve bunlar da benim gördüğüm kadarıyla, mesela ben değilim. 

Neden?

Çapımı görüyorum o yüzden. Kumandan, Sokrat ve Eflatun örneğini sürekli olarak veriyor ya... Onun karşılığı bizde var mı? Yok. Yani aslında bu düşünce çabasıyla ortaya çıkacak olan bir iştir. Yani bizim yakın çevremiz içerisinde böyle bir şey yok. Kumandan'dan sonra eser düzeninde kimse yok! 

Kumandan istediği, branşlaşma ve her alanda eser ve otorite sahibi olunması. Bu açıdan söylediğiniz doğru; fakat bu çizgiyi takip eden gönüldaşlar var. 

Allah onlardan razı olsun. Neticede yapabilecekleri şeyi yapıyorlar. Ben ancak alıp dergileri okumak katkısı verebilirim. Çünkü üretmek kısmında olamam şahsen.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 15. Sayı, Mayıs 2023.