Yaklaşık on yıl kadar çok az filmde çalıştım. Çünkü bizi almıyorlardı, ideolojik bir kutuplaşma vardı sektörde...

Yönetmen İsmail Güneş ile sinema üzerine

Bize sinema serüveninizden bahseder misiniz? Niçin sinema sektöründesiniz ve bu sektörün içerisinde niçin yönetmenliği tercih ettiniz?

Ben ilk filmimi altı-yedi yaşlarında, jeneratör eşliğinde, bir ilkokulun beyaz duvarında seyrettim; elektrik yoktu köyde… Halk Eğitim Merkezi bir gösteri düzenledi. Gösteride de ilk önce “Kurtlar-Bağırsaklar” diye bir belgesel, peşinden de biçerdöverlerle alâkalı bir Amerikan belgeseli, hemen ardından da bir siyah beyaz Türk filmi gösterildi; Sadri Alışık’ın ve Zeynep Aksu’nun birlikte oynadıkları “Damga” diye bir film. Bu film beni çok etkiledi ve ben “Sinemacı olacağım!” dedim. Öğretmenimiz zaman zaman “Sen ne olacaksın?” diye sorardı öğrencilere teker teker. Arkadaşlarım genelde “pilot” cevabını verirlerdi. Çünkü uçaklar geçerdi yukardan ve büyük hayranlık uyandırırdı bizlerde. Veya avukat olmak istediğini söyleyenler olurdu. Hukuka her zaman ihtiyacı olmuştur bizim insanımızın… Doktor, öğretmen olmak isteyenler de vardı. “Ben sinemacı olacağım!” deyince şaşırdı öğretmen. Neticede sinemayı görmemişiz, bilmiyoruz nasıl bir şey olduğunu. Sadece gelmişler, okulun bahçesinde bir düzenek kurmuşlar ve bir film göstermişler. Aradan kırk beş yıl sonra öğretmenim ile telefonda konuştuk, “Sen söylemiştin.” dedi, bunu hatırladığını söyledi. Ben zaten hiç unutmamıştım. Sinema benim için büyülü bir durum, büyülü bir alandı ve ben o büyünün peşine takıldım. Tüm yatılı okul dönemimde, her şartta film seyrettim. Param olduğu zaman tamamını seyrederdim filmin. Param olmadığı zaman da filmin ikinci yarısında salonu açarlardı, ikinci yarısını seyrederdim. Eğer orada da bir doluluk söz konusuysa, yemekhaneden bozma sinema salonunun arka tarafına tırmanarak, parmaklıklarda bir aralık açıp filmi ters tarafından izlerdim; ama zaman içerisinde onu gözümle düzeltme kabiliyetini kazandım. Böyle seyrederdim.

Liseyi İstanbul’da yatılı okulda okudum. Ne hikmetse İstanbul’da o üç yıl boyunca iki veya üç tane film seyredebildim. Öyle bir durum oldu. Öğretmen okulu kökenliyim ben. Öğretmen okullarının kuruluş yıldönümü vesilesiyle birtakım etkinlikler yapılırdı. Ben orada bir tiyatro grubuna katıldım ve orada İstanbullu bir arkadaşla tanıştım. O arkadaşım bana, “Seni bir yere götüreceğim.” dedi ve beni bir film şirketine götürdü. O oyun sayesinde onunla tanıştım ve onun götürdüğü şirkette asistan olarak işe başladım. Hayatımı o günden bu yana hep sinema ve sinemanın türevleriyle geçirdim, geliştirdim.

O dönem Yılmaz Güney bizim için bir fenomendi ve karşı gruptaydı. O yazarlık yaptı, oyunculuk yaptı, yönetmenlik yaptı… Benim de niyetim hep öyleydi. Hem oyunculuk hem senaristlik hem yönetmenlik yapmak istiyordum. Sinemanın o döneminde yönetmenlik asistanlıktan başlayan, usta-çırak ilişkisi şekliden devam eden bir süreçti. Ben ilk setime gittiğimde -Kemal Sunal’ın Sakar Şakir filmi- bütün o tiplere bakınca dedim ki; “Benden oyuncu olmaz.” hiç sesimi çıkarmadım o yüzden. Sonrasında yazar ve yönetmen olmayı birinci hedefim olarak belirledim. Yaklaşık on yıl kadar çok az filmde çalıştım. Çünkü bizi almıyorlardı, ideolojik bir kutuplaşma vardı sektörde. Ben sadece Natuk Baytan’la toplamda on filmde asistanlık yaptım. Her seneye bir film düşüyor… Sonra bir imkân çıktı. O imkânla birlikte 1986 senesinde uzun metrajlı ilk filmimi çektim; ama onun öncesinde ilk asistanlık yaptığım 1977 yılının yazında ilk kısa metrajlı filmimi çekmiştim. İlk filmde çalışınca “Bu iş tamam, ben bu işi öğrendim, bu kadar!” dedim ve ilk filmimi yaptım.

Peki o kadar mıymış?

Aslında hem o kadar hem de değil. Ben filmi çektikten yıllar sonra, TGRT’nin ilk açıldığı zamanlarda bir kısa film kuşağı oluşturmak istediler. Dolayısıyla piyasada ne kadar kısa film varsa hepsini toplamışlar. Benim haberim olmadığı hâlde benim filmimi de seyrediyorlar. Kırk-elli kişi toplanmışlar, “Hangisini seçelim?” tartışması yapıyorlar. Ben de içeriye girdim. Baktım ki benim film. O sırada onlar, “Ya bu gavurlar da çekiyor.” diyorlar. Çünkü filmdeki hiç kimseyi tanımıyorlar. O dönem sekiz milimetre film çektiğinizde onu Türkiye’de yıkamıyorsunuz, Almanya’ya gönderiyorsunuz ve orada yıkanıp geri geliyor. Dolayısıyla rengi falan izleyenlerde öyle bir algı oluşturmuş. Şimdi izlesem ne düşünürüm bilemiyorum; ama insanın o saf duygular içerisinde yaptığı iş, insanı belli eden bir şey. Bunu herkes anlar. Eğer resim yapıyorsanız, sizin ilk çizdiğiniz çizgide ustanız onu anlar ve der ki; “Evet, bu çocuğun eli iyi, bu çocuğun gözü iyi.” keza edebiyatta da böyle. Sanatla ilgili olan bütün bu işlerde yaptığınız ilk şey, sizin saf yeteneğinizi ortaya çıkarır. Yoksa diğer türlüsü çalışarak da elde edilebilir.

Bugün yönetmenlik yapan bir sürü insan var. Bir dizide bir sezon asistanlık yaptığınızı düşünün. 39 bölüm eder. Yani 39 filmde asistanlık yapmış oluyorsunuz ve bir senede yapıyorsunuz bunu. Ben on senede on filmde asistanlık yapabildim sadece. Oraya öyle çok bakmakla, arkasında durmakla veya okuluna gitmekle şüphesiz bir deneyim ve bir ufuk kazanırsınız; ama temeli gönlünüzde olandır ve gönlünüzdekinin en saf şekilde perdeye yansıdığı, kâğıda yansıdığı, söze yansıdığı iş en hasıdır. Diğeri tamamen bir matematik… 

Sinema bir toplumun inanç, kültür ve değerlerini, diğer toplumlara da sirayet ettirme amacı taşır mı?  Yani sinema, hak ve bâtılın mücadelesinin bir cephesi midir?

Bütün sanat dalları böyledir, sadece sinema değil; ama sinema en etkilisidir. Sinema insanlığın bulduğu en önemli sanat dalı diyebiliriz. Çünkü bir video, bir teaser, bir klip; yani görüntülü ve sesli bu format ister planlı ister plansız olsun, insanı o kadar etkiliyor ki, sizin algınızı, duygularınızı, düşüncelerinizi yönlendirebiliyor. Sizin her şeyinizi değiştirebiliyor. Siz birden şöyle olmuyorsunuz: “Ben bir film seyrettim, yarından itibaren Müslümanım, bir film seyrettim yarından itibaren Hristiyanım.” gibi bir şey değil bu; ama yavaş yavaş, küçük beyninizin içerisine görsel bir şey dövme yapar gibi “tık, tık, tık” işlediğinde, sizin bir süre sonra her şeyiniz değişiyor. Bambaşka bir hâle geliyorsunuz. Bugünkü iktidarın anlayamadığı veya anlamak istemediği şey bu. Sanıyorlar ki; bu Müslümanlardan, bu Muhafazakârlardan, bu Ülkücülerden yani bu sağcılardan sanatçı çıkmaz. “Bizden çıkmazsa kimden çıkar?” diyor. “Karşı taraftan çıkar.” cevabını veriyor. Sonra da “O zaman biz bunları kazanalım.” diye düşünüyor. “Bunları kazanalım, bunlar da bize gelsinler, bizim filmimizi, bizim hikâyelerimizi çeksinler; yetmedi bir zahmet bir de gidip seyretsinler. Biz gidip seyretmeyelim, tirajı da onlar oluştursun.” böyle bir mantıkları ve maalesef buradan yedikleri golleri algılamıyorlar. Bunu fark etmiyorlar. Ben en tepeden en alta kadar herkese bunu söylemeye çalışıyorum. Basıyorum zillerine, anlatıyorum derdimi, “Gelmiş ukalalık yapıyor.” gözüyle bakıyorlar.

“15 yıldır Türk sinemasının en önemli sorunu seyirci.” dedim. Bugün geldiğimiz noktayı görüyorsunuz. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz “Türkler Geliyor” diye bir film var vizyonda. Bir filmi her karesiyle beğenmek zorunda değilsiniz; fakat bunun bir derdi var ve Muhafazakâr Anadolu insanlarına seslenen bir derdi var. Beğenmediğiniz “Recep İvedik” bu sene 4 milyon gişe yaptı. Peki 4 milyonun dışında kaç kişi var?  Bunu beğenmiyorsunuz, “Bunlar ahlâkımızı bozuyor.” diyorsunuz, peki siz herhangi bir filmde birleşiyor musunuz? Hayır. Bugün Cuma namazları bile bir gösteriye dönüştü artık. Bugün genel müdür laf etmesin düşüncesiyle namaz kılan insanlar var. Günahları boyunlarına, biz kimsenin kalbini yaramayız, samimi olup olmadıklarını bilemeyiz. Gelip orada Allah Teâlâ’nın huzurunda el bağlamışsa bize laf düşmez zaten; ama biz bunun yansımalarını televizyonlarda görüyoruz. Televizyonlar bu ülkenin geleceğini mahvediyorlar!

Evet, söylediğiniz gibi. Televizyonlarda sıklıkla Müslüman Anadolu insanının inancına ters yayınlara rastlıyoruz. “Muhafazakâr” olarak tanımlayabileceğimiz kanallarda dahi bu böyle… Bizim, “kendimizden” diyebileceğimiz kanal ve şahısların dahi bu tarz yayınlar yapıyor olmasının ana sebebi nedir?

Ben bu ülkede tanıdığım bütün genel müdürlerden randevu alıp onları uyarmaya çalışıyorum. “Muhafazakâr” dediğimiz kanallardan bir tanesinden -başında da İmam Hatipli biri var.- randevu aldım, gidip görüşeyim diye. Kendim bir şey yapabileceğim için değil; ama en azından yapılan şeyin doğru olmadığını söylemek için… Üstündeki kişiden kendisine davet geldiği için gelemedi görüşmeye. Gelemeyince telefon etmiş, “Sen ilgilen.” demiş, başörtülü bir kız göndermiş, Aker reklamlarından fırlamış gibi. Ben sekreteri sandım. Meğer kız, oranın projelerle ilgili bölüm başkanıymış. Bunların bir dizileri var. O dizi çok tehlikeli bir dizi. “Babalık” kavramını yerle bir ediyor.

Evet, buna da çok sık rastlıyoruz. Dizilerin neden “babalık” kavramı ile problemleri var?

Genelde bu Cihangir’deki senaristler; özellikle de hatun kişilerin anneleri-babaları bir şekilde ayrılıyor. Bu kız, annesi tarafından yavaş yavaş bir baba düşmanı olarak yetiştiriliyor. Toplum da biraz o yönde… Farkında olarak veya olmayarak o senaryoyu yazarken “baba” kavramını yerle bir ediyor. O görüşmede kıza sordum, “Niçin böyle bir şey yapıyorsunuz, niye yerle bir ediyorsunuz bu kavramı?” dedim, “Çok reyting alıyor.” dedi. Ben de öyle durumlarda “reyting” denilince öfkeleniyorum, dedim ki “O zaman porno yapın, daha çok reyting alırsınız!”. O dizi daha sonra kendi reyting kaybı yüzünden patladı. Reyting kaybetmeseydi devam edecekti… Yaptıkları FOX TV’nin yaptıklarından daha beter inanın. Bunları yapıyorsunuz. “O zaman niye meyhane açmak haram olsun? Niye kötü işler yapmak haram olsun? Madem bu alanda önemli olan reyting, diğer alanda da önemli olan müşteridir.” diyebiliyor muyuz? Bunu yapmamıza müsaade var mı? Hayır yok. Peki sizin bu yaptığınızın meyhane açmaktan ne farkı var?

Dizide kim kime dum duma! Uzakta bir yerde bir Allah’ın kulu namaz kılmıyor, kimse Hacca gitmiyor, kimse oruç tutmuyor, kimse Cuma’ya gitmiyor, ezan yok, bir tane minare gözükmüyor… Muhayyel bir ülkeymiş gibi… İlk dinî ritüel, dizinin ikinci senesinin ikinci yarısında geldi. Kâhya, karısı tarafından bir başka hatunla yakalandı, inkâr etti. Kadın Kur’an-ı Kerim getirdi, “Yemin Et!” dedi. Kur’an’ın üzerine yemin etti adam, “Eyvah çarpılacağım!” dedi. Biz onun çarpılmadığını da gördük. Sağ olsunlar bizi aydınlattılar. Bu nedir? Aldatmayı, yalan söylemeyi ve hatta Allah kelâmını kullanarak yalan söylemeyi meşrulaştırmaktır toplumun gözünde. Halkın kafasında vardır ya hani, “Yalan yere yemin edersem, Kur’an’a el basarsam çarpılırım.” düşüncesi, adamlar o ahlâkî algıyı yıktılar. Neticede, siz bu diziyi FOX TV’ye verebilirsiniz, çok rahat oynar orada. FOX TV’nin bir dizisi de bu TV kanalında çok rahat tutunur. Ne farkınız kaldı peki? Ben bunları söylediğimde beni cezalandırıyorlar.

Türk sinemasında biz, kendi inanç ve kültürümüzü sinemaya nakşetme noktasında ne durumdayız?

Bununla ilgili çalışmalar var tabiî; ama palyatif şeyler. Üç-beş kişinin yaptığı işler bunu tek başına çözebilecek durumda değil. Zaten kültür köklerimizi, kültür coğrafyamızın değerlerini anlatmaya çalışan işler tarihî işler. Oralarda görüyoruz mesela. Din görüyoruz, diyanet görüyoruz, cami görüyoruz; ama günümüzü anlatan yapımlarda hiçbirini göremiyoruz. Şöyle mi demek istiyoruz: “Bu din işleri tarihte kaldı.” İnatla bir tane cami, bir tane minare göstermeyen diziler var.

Samimi ve Müslümanların iyiliğini düşünen yapımcı, senarist, yönetmen, iş adamı gibi kişilerin bir birliktelik oluşturması, birlikte çalışması, bir birlik kurması mümkün mü?

Bizim kültürümüzde maalesef ortaklık, çalışabilen bir mekanizma değil. Mesela Batı sinemasında üç-beş tane yapımcı birleşiyor, bir projeye ortak oluyor ve pay ediyorlar. Bizde ortaklık genelde baba ve oğullar üzerine kurulu maalesef… İnşallah ileride bir ideal birlikteliği kurulabilir.

Her sektörde olduğu gibi sinemada da Batı’nın etkisinin yoğun olduğunu görüyoruz, çok fazla ithal yapım var ve sinema üzerinden de topluma bir Batıcılık anlayışı enjekte ediliyor…

Bakın, biz ne yapıyoruz? “Şehir” denildiğinde taş binaları, cam binaları, plazaları anlıyoruz. Aklımıza bunlar geliyor; ama şehir dediğin bu değil ki. Türkiye’de; özellikle İstanbul’da inşaat stokunun çoğu 1+1 ve 1+0. Çünkü Batı’dan almışsın, almışsın ve öylece koymuşsun. Çünkü Batı “birey” diyor, bireyi önceliyor. Sistem böyle işliyor orada. Peki sen öyle mi diyorsun? İdeoloji burada başlıyor işte. İnşaat da olsa sinema da olsa aynı… Alıp birebir koyuyor. Dizilerde de aynı… Kore’den, Japonya’dan, Amerika’dan dizileri alıp aynı şekilde önümüze koyuyorlar. Sanki bu coğrafyada hikâye bitmiş! Oradan aldığın şeye yeni bir anlayış getirmen gerek senin; ama getirmiyorsun. Bugün TRT bile Kore’den dizi tercüme ediyor.

Bizim 30 sene önce yaptığımız “Bizim Ev” dizisini yeniden güncelleyip TRT’ye sundum. Neyi anlatıyordu? Dede, baba, amca, dayı, çocuk, torun, bir dayanışma, dostluk, düşmanı bile anlayabilme üzerine kurulu bir diziydi. Böyle bir diziye “Uygun değil!” dediler. “Tutunamayanlar” diye bir dizileri var şimdi. Kendi kalelerine gol attılar. Neyi anlatıyor? İşsizliği anlatıyor. Herkes işsiz dizide. CHP’nin dizisi gibi. Neyi kabul ettiklerinin ve neyi reddettiklerinin farkında değiller. En ahlâksız işi yapabilirim ben. Bunun için bir yetenek gerekmiyor; ama bu bir tercih meselesi. Herkes için böyle; benim için de onlar için de… Gençlerimizi kaybediyoruz biz yanlış tercihler yüzünden! Kartal İmam Hatip’teki herkesi yapımcı yaptıktan sonra bitti mi bu iş? Bütün mesele bu muydu? Kartal İmam Hatip’te size ahlâksızlık mı öğrettiler? Günahı, sevabı, sorumluluğu, Allah’a karşı olan yükümlülüklerimizi, topluma karşı olan yükümlülüklerimizi size öğretmediler mi de siz “Önemli olan reyting.” diyebiliyorsunuz? Bunu diyebiliyorsanız siz, meyhanelere de “helâl” diyebilirsiniz ve siz meyhanenin verdiğinden çok daha büyük zararlar veriyorsunuz bu ülkeye. Bunun idrakinde olun. İlle de Cumhurbaşkanı mı söyleyecek “Bu diziler evliliği bitiriyor.” diye.

 “Kavak Yelleri” diye bir dizi, bu ülkede yedi sene devam etti. Yedi yaşındaki çocuk on dört yaşında, on yaşındaki çocuk on yedi yaşında mezun oldu o diziden. Neydi o dizi? Bir grup genç kız, bir grup genç erkek birbirleriyle döne döne birlikte oldular. Sonsuz kombinasyon vardı. Biri de çıkıp “Biz ne yapıyoruz yahu?” diye sormuyor.

Muhafazakâr camia sinemaya içerik üretirken, bu insanların önüne engeller konuluyor mu ve eğer böyle bir şey varsa bu kimler eliyle yapılıyor?

Ellerinde olan tüm argümanları, bu insanları engellemek için kullanıyorlar. Şöyle düşünün; biz 1990 yılında “Bizim Ev” dizisini, önce Aile Bakanlığı’na yaptık. Altı bölümdü. TRT o zaman tek kurumdu ve bilirkişilik yapması gerekiyordu, “Yayınlanabilir, tekniği müsait.” diyecek ve bir belge alacağız. Allem ettiler, kallem ettiler, en sonunda “Laikliğe aykırı!” dediler ve belgeyi bize vermediler. Ben de ne yaptım? Papaz kostümü giyip Eminönü’nden Cağaloğlu’na yürüdüm. Kırk-elli tane gazeteci vardı etrafımda, bir basın toplantısı yaptım. Denetimi yapılmamış bir filmi oynatmak hapis cezası gerektiriyordu o dönemlerde. Toplantıda dedim ki, “Bu film laikliğe aykırı, denetimi de yapılmadı. Ben bu filmi Fırat Kültür Merkezi’nde bu akşam göstereceğim. Bütün savcıları göreve davet ediyorum.” akşam da filmi gösterdim. 700 kişilik salonda 1500’den fazla kişi vardı. Ertesi gün hiçbir gazetede tek satır yer almadı. Ne benim yaptığım basın toplantısı ne de filmin gösterildiği… Bana, “O günden bir fotoğrafınız yok mu?” deseniz “Yok.” derim. Çünkü yayınlanmadı hiçbir yerde. Sövmesine bile sövmediler; ama o günlerde Çankaya Köşkü’nün önünde soyunan bir oro...yu her gün bir tanesi konuk etti. Ta oralardan başlıyor bu engeller. Bana hiçbir ajans oyuncu vermiyor mesela, keza benim gibi bir sürü insan var. En son geçen yaz, “Gazi” isminde bir film yapacaktım. Güneydoğu’da gözünü ve bacağını kaybetmiş bir gazinin hikâyesini anlatacaktım. Oyuncu vermediler, yapamadım. Bu ülkede gazi yok mu? Onların derdi, sıkıntısı yok mu? Onların hikâyeleri bir film olmayı hak etmiyor mu? Hasılı yapamadık… Dün de engellerle karşı karşıyaydık bugün de engellerle karşı karşıyayız. Bugün bu engelleri ortadan kaldırabilecek havzayı oluşturabilecek olanlar da maalesef mevcutla devam ediyorlar. “Aaa güzelmiş böyle.” deyip yürüyorlar. 

Her sanatın olduğu gibi sinemanın da bir felsefesi var. Peki sinemanın felsefesi bilinmeden kaliteli eserler ortaya konulabilir mi?

Sinema felsefesinden ne anladığınızla ilgili bir şey bu… İkiye bölüyorlar sinemayı mesela, “ticarî sinema” ve “sanat sineması” diye. Buna ben katılmıyorum. Ticarî de olsa o bir sanat eseridir. Ben “iyi sinema-kötü sinema” diye ayırıyorum. Dolayısıyla “felsefesi iyi olan” ve “felsefesi kötü olan”. Görsel ve işitsel her malzemenin bir felsefesi vardır. Kimi bunu çok sofistike söyler, kimi de kabaca söyler. Recep İvedik kabaca söylüyor mesela ve bir taraftarı var. Hatta entelektüel bir taraftarı var; en azından diğerlerinden daha entelektüel. Çünkü ne istediklerini biliyorlar. Diğerleri ne istediklerini bile bilmiyorlar ki!..

Batı; özellikle de Amerika olmayan tarihinden kahramanlar çıkarıyor ve bunu milyonlarca insana izletip tesir ediyor. Bizim yüzlerce-binlerce kahramanımız var. Biz bunları sinemaya aktaramıyoruz. Bununla alâkalı yorumunuz nedir?

Tarihî işlerin büyük sermayelere ihtiyacı var. Sadece sermaye de değil. Bu durumda en büyük sermayeyi koyanın en iyi filmi çekmesi gerekir; ama öyle mi? Değil. Sinema seyirciyle yapılan bir şeydir, tek başına yapılamaz. Cami gibi düşünün. Siz dünyanın en güzel, en görkemli camisini Ağrı Dağı’nın tepesine yapın, “Hadi gelin.” deyin. Sonra da cemaat yok diye şikâyet edin. Olur mu? Olmaz. İhtiyaçla ilgili bir şey bu. Bugün seyircisini kaybetti sinema. Amerika’da 200 milyon dolar bütçeyle çekiliyor bir tarihî film. -Onlar da başkalarının tarihini çekiyor, kendi tarihleri değil.- Fakat bu bütçeyle iş yaptığında bu bütçeyi neredeyse bir haftada amorti ediyor. Çünkü orada film gişe yapıyor. Burada iyi bir tarihî film çekmek için en az 50 milyon TL harcamanız gerekiyor. Rakam burada daha düşük, çünkü yapım maliyeti düşük burada. Yaptık diyelim filmi, gişe yapmayacak. Peki biz bunun maliyetini nereden karşılayacağız? Bu para Türkiye şartlarında çok yüksek bir meblağ…

 Dağıtım şirketleriyle büyük problemler yaşandığını biliyoruz. Bu problemlerin kaynağı nedir?

Dağıtım şirketlerinin çok büyük bir bölümü Korelilere satıldı. Bu özel bir sektör; fakat tek başına satamıyor, devletin müsaade etmesi gerekiyor. Devlet müsaade ettiği için satıldı. Bunun asla satılmaması gerekirdi. Çünkü burası senin mahremin. Burada insanlar, öyle veya böyle eğitiliyorlar. Sinema bir eğitim ve öğretim aracı aynı zamanda. Sen devlet olarak buna ticarî bir unsur olarak bakamazsın. Sinema salonlarının sahiplerinin tamamı da bu coğrafyanın sadece parasıyla ilişkisi olan bir grup. O yüzden para kazanacakları her iş orada bir mecra bulur, para kazanamayacaklarını düşündükleri her işi de kenara koyarlar. Böyle bir durum var maalesef…

Seyirciyi de eğitmek lazım. Benim 3. Milli Kültür Şurası’nda söylediğim; fakat özete bile alınmayan bir şey var. Bu ülkede sinema sanatı, ilkokuldan başlayarak okullarda ders olarak okutulmalıdır. Bir film nasıl seyredilir? Bir video nasıl seyredilir? Bir film neler barındırır ve biz bunlardan nasıl korunuz? Bunları seyrederken zihnimiz nasıl çalışmalıdır? Bunlar öğretilmeli…

Üstad Necip Fazıl’ın tiyatro eserlerinden “Bir Adam Yaratmak”ı Yücel Çakmaklı, “Reis Bey”i Mesut Uçakan beyaz perdeye taşımıştı. Bu tip eserler uyarlanarak yeniden sinemaya aktarılamaz mı?

Necip Fazıl’ın varisleri bu konuda yönetmenleri özgür bırakmıyorlar. Üstad’ın o dönemde yazmış olduğu eserlerin tamamı da bugüne gelmiyor. Tarihten bir iş yaptığınızda, onun aynı zamanda bugün de yaşıyor olması lazım. Tiyatro, sinemaya biraz uzak bir alan. Direkt olarak söze dayalı. Onu getirip sinemaya uyarladığınız zaman bazı yerlerini değiştirmek zorundasınız. Orada da -bazen haklı olarak- Mehmet Bey engel oluyor. Hiçbir şeye müsaade etmiyor diye biliyorum.

Peki müsaade edilse?

Mesela ben, “Bir Adam Yaratmak”ı yeni bir yorumla yapmayı çok isterim. Bir dönemde, Büyük Doğu camiasından biriyle bunu çalıştık. Nasıl yapabileceğimize dair istişareler yaptık. Çünkü bir tiyatro eseri o. Ben TRT’de yapılmış olanını beğenmedim. O gün de beğenmedim, bugün de beğenmiyorum. Direkt tiyatronun aynısını çekmişler. Ben onu bir piyes yazarı üzerinden değil de bir film yönetmeni üzerinden anlatmayı hayal ediyorum; “Bir Adam Yaratmak” meselesini… Yönetmen de bir adam yaratır ya… Sinemaya daha uygun olabilir gibi geliyor bana bu. Bir yönetmenin, ortaya bir adam koyup, sonra o adamın altında ezilmesi üzerine bir şey olabilir; ama direkt söze dayalı bir sanat olduğu için -ki bu eser bir klâsiktir- nasıl yapılabileceğini kestiremiyorum. Yapılsa seyircisi olur mu? Mevcut konjonktürde “olmaz” diye düşünüyorum. Bu konuda maalesef ümidim yok…

Teşekkür ederiz.

Rica ederim.

Aylık Dergisi 185. Sayı Şubat 2020