Mehmet Akif Çeç: Sahih bir İslam medeniyetini yeniden inşa edebilmemiz için öncelikle üst ilkeler ve tümellerden müteşekkil sahih bir İslami paradigmaya ihtiyaç var.

“Modernlikten Geleneğe Paradokstan Paradigmaya” eserinizde modernizm ve gelenek üzerinde duruyorsunuz… İslam dünyasının yeniden inşasında modernlikten geleneğe dönülmesi gerektiğini işliyorsunuz. Sahih bir İslam medeniyeti ne demektir?

“Modernlikten Geleneğe” derken, esasen iki asırdır zihnimize yerleşmiş olan seküler-ilerlemeci tarih görüşünü kabullenmediğimi ortaya koyarak söze başlamış oluyorum. Bilindiği gibi ilerlemeci tarih görüşü, tarihi, ilkelden başlatıp sürekli ilerleme yönünde devam edegelen düz bir çizgi olarak görür. Ve bugün batı medeniyetinin geldiği noktayı da, insanlığın medeniyet yolculuğunun en ileri ve en mükemmel son noktası olarak kabul eder. Francis Fukuyama bunu 1990’larda “tarihin sonu” olarak ilan etti. “Yani tarih artık hep batı medeniyeti doğrultusunda devam edecek, medeniyet el değiştirmeyecek anlamında.” bir tez oluştu. İlerlemeci tarih görüşü maalesef Müslümanların zihnine de yerleşti. Tarihi düz bir ilerleme çizgisi olarak gördüğünüz zaman, gelinen noktayı yani hâkim görüşü vazgeçilemez, karşı konulamaz, dışına çıkılamaz bir medeniyet olarak görür ve dolayısıyla teslimiyetçi olursunuz. Bundan başka hiçbir seçeneğiniz yoktur. Oysa bizim tâbi olduğumuz görüşe göre tarih, ilk insan ve ilk peygamberle başlamış, tarih boyunca nice uygarlıklar kurulmuş, zirve yapmış, yıkılmış, el değiştirmiştir. Yâni tarih iniş ve çıkışlarla, yükseliş ve çöküşlerle, izzet ve zilletlerle, zaferler ve hezimetlerle kısaca zikzaklarla dolu olarak cereyan etmiş ve etmektedir. Böyle baktığınız zaman batı medeniyetinin de bir gün çökeceğini, medeniyetin el değiştireceğini bilir ve buna göre bir entelektüel cehd içinde olursunuz. Müslüman intelijansiyanın iki asırlık ataletinin sebeplerinden biri de işte bu ilerlemeci tarih görüşünün bir ur gibi zihinlerine yerleşmiş olmasıdır. Modernite, bu ilerlemeci tarih görüşüne dayanarak gelenekle dikotomik bir ilişki kurdu. Modernlik adı üstünde yeniyi, en son, en ileri, en mükemmel uygarlığı temsil ettiğini iddia ediyordu. Modern öncesi dönemin tamamı ise gelenek adı verilen, son kullanma tarihi dolmuş, miadını tamamlamış, modası geçmiş olanı, eskiyi temsil eden bir fosilden ibaretti. Yani insanlığın başlangıcından beri devam edegelen geleneğin devri/dönemi kapanmış, aydınlanma ile birlikte modernliğin devri başlamış oluyordu. İşte ben kitaba “Modernlikten Geleneğe” adını koyarken, “gelenekten modernliğe” şeklindeki, geleneği tarihin çöplüğüne atan ve modernliği tarihsel bir zorunluluk gibi zihinlerimize dayatan bu ilerlemeci tarih görüşüne itiraz ederek başlamış oldum. Böylelikle gelenekle modernlik arasında öncelik ve sonralığa ve buna bağlı olarak da nitelik/medeniyet seviyesi farklılığına dayalı bir ilişkiyi kabul etmediğimi, geleneğin her daim yeniden eklemlenebileceğimiz şekilde bugün de eş zamanlı olarak varlığını sürdürdüğünü, gelenekle aramıza giren modernite denilen korsan zamansallığı aradan çıkardığımızda yeni baştan gelenekle ilişkimizi kurarak yolumuza devam edebileceğimizi, modernlikten geleneğe geçişin zamansal bir tersine dönüş, geriye gidiş olmadığını, fâsid bir paradigmadan sahih bir paradigmaya geçiş anlamına geldiğini vurgulamış olmaktayım.

Sahih bir İslam medeniyetinin ne olduğuna gelince, en özet şekliyle ifade etmeye çalışırsak; kurucu dünya görüşünü bir paradigma olarak sahih İslam geleneğinin oluşturduğu, sahih İslam aklı ile, İslami ontoloji/kozmoloji/epistemoloji üzerine inşa edilen, fizikle metafiziğin, göklerle yerin ahenk ve dengesini kurabilen, insanın Allah’la, doğayla ve insanlarla barışık bir ilişki içinde olduğu bir düzeni esas alan, sadece Müslümanların değil tüm insanlığın her iki dünyada da saadetini hedef alan bir hayat nizamının devletten ferde, toplumdan şehre, hayatın her alanına yansıyan izdüşümleri toplamını İslam medeniyeti olarak ifade etmek mümkün benim bakış açıma göre.

Sahih bir İslam medeniyeti yahut kitabınızda da dediğiniz üzere sahih bir İslami paradigmanın, yani üst hakikat/ilkeler sisteminin inşası nasıl olmalıdır?

Sahih bir İslam medeniyetini yeniden inşa edebilmemiz için öncelikle üst ilkeler ve tümellerden müteşekkil sahih bir İslami paradigmaya ihtiyaç var. Çünkü her medeniyetin arka planında kurucu bir dünya görüşü, Elias’ın ifadesiyle “ben idraki” vardır. İslam medeniyetinin kurucu dünya görüşü, sahih bir meta-paradigma olarak gelenektir.  Dolayısıyla bu meta-paradigma, ontolojiden kozmolojiye ve epistemolojiye kadar tüm alt paradigmaların üst çerçevesini belirler. Ve bu tümel/külli ilkeler doğrultusunda varlık, âlem, bilgi görüşümüz ortaya çıkar ve bu doğrultuda da yeni bilgiler üreterek, hayatımıza yön vererek yolumuza devam ederiz. Tabii geleneğin cari olduğu bir ortamdan söz ediyorum. Şimdi gelenekle irtibatımız kopuk olduğu için önce o irtibatı kurmamız ve sonrasında da geleneği yeniden ihya ve inşa ederek sahih bir İslam medeniyetini inşa etme noktasında yolumuza devam etmemiz lazım.

Modern tecdide karşı sahih tecdid anlayışı ikame edilmeli diyorsunuz. Sahih tecdid anlayışı nedir?

Tecdid, ihya, ıslah gibi kavramlar esasen geleneğin kavram ve kurumlarıdır. Orijini sünnet-i seniyye olan gelenek; bu kavramlarla, kendi dinamikleriyle, aynı paradigmal bütünlük, tutarlılık, süreklilik ve aynı anlamlar dünyası içinde kendini yeniden üreterek, inşa ederek günceller ve yeniler. Sahih tecdid budur. Örneğin, İmam Gazali’nin din ilimlerini ihyası gibi ya da İmam Rabbani’nin bir müceddid olarak tasavvufi anlayıştaki yanlışları düzelterek tecdid/teceddüd etmesi gibi, sahih müçtehidler ve müceddidler eliyle her dönem devam eder. Bu mekanizma modernistlerin yenilenme olarak kastettiklerinden farklıdır. Onlar bu kavramları din anlayışımızı modern uygarlığa eklemlemek için birer enstrüman olarak kullanmaktadırlar. Yani modern dönemde, modernist dilde tecdid, modernleşme ile eşdeğer kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu kavramlar yapısöküme uğratılmakta ve kirletmektedir. Modernistlerin tecdid kavramıyla kastettikleri yenilenme; İslam geleneğinin paradigmal bütünlük, tutarlılık ve sürekliliğinden, anlamlar dünyasından kopuk; moderniteyi merkeze alan, nevzuhur bir başkalaşımdır, metamorfozdur; esasen bir yoldan sapmadır. 

Kitabınızda, “Geleneğin durağan, statik değil aksine dinamik/canlı bir yapıya ve kendine özgü bir yenilik/yenilenme anlayışı ve yöntemlerine sahiptir” deniliyor. Gelenek başlı başına nasıl bir canlılığa, yeniliğe sahiptir?

Önceki soruda da değindiğimiz gibi, gelenek; tecdid-ihya gibi kurumlarla, içtihadlarla, entelektüel cehdle, icma ile kendini sürekli yeniler. Tabii bu yenilenme geleneğin kendi bünyesi içinde, kendi dinamiklerinin ürettiği sorunlara yine kendi dinamikleri çerçevesinde ürettiği çözümlerle ortaya çıkar. Örneğin geleneğin kendi sosyolojisi içinde yeni sorunlar ortaya çıktığında ulema buna içtihad yoluyla sahih çözümler üretir, dolayısıyla bu çözümlerle gelenek kendini yenilemeyi/tecdid etmeyi ve güncellemeyi sürdürmüş olur. Bu dinamizm hep böyle devam eder. Aksi halde donup kalırsınız. Bugün yaşadığımız sorunları modernistler, oryantalistlerin ağzıyla, içtihat kapısının kapanmasına bağlıyor olsalar da asıl sorun bizim, geleneğimizle irtibatımızın zayıflamasındandır. Modernistlerin bugün tecdid ile kastettikleri, geleneğin yeniden inşası değil, moderniteye uyumlu yeni bir din anlayışının inşasıdır ki bu tabii kabul edilebilecek bir yaklaşım değil bizim açımızdan.

Tecdid denildiğinde nasıl modernizmi değil de geleneği çağrıştırıyor ve nasıl gelenekten söz etmiş olunuyor?

Esasen tecdid denildiğinde geleneği değil de modernizmi çağrıştırması bir problem. Maalesef tecdid kavramı son bir-iki asırdır sanki modernistlerin ürettiği, keşfettiği bir kavram gibi anlaşılıyor. Oysa önceki sorularda da izah etmeye çalıştığımız gibi tecdid, geleneğin bir kurumu, geleneğin kendini yenileme mekanizmasıdır. Gelenek aynı zamanda yanlışları, dindışılıkları da yine kendi mekanizmaları ile ayıklayarak tasfiye eder ve bu da yenilenmenin bir başka boyutudur. Örneğin; mevzu rivayetler, israiliyyat, hurafeler, şaz görüşler, gulat, heterodoksi tarih boyu geleneğin ayıklama mekanizmaları yoluyla ayıklanmıştır. Bu kavramları üreten de, bu ayıklamayı yapan da gelenektir. Bu filtreleme sistemi ve yapılan ayıklamalar yoluyla, sünnet-i nebevi eksenli sahih din anlayışı olan gelenek yani ehl-i sünnet çizgisi kendi dinamikleriyle kendini yenileyerek ve üreterek varlığını sürdüregelmiştir.

Bugün medeniyet, kültür veya gelenek denildiğinde ne anlaşılıyor? Kur’an ve sünnetten ayrı, kendi öz değerlerimizden uzak, sadece Batılı değerlere kapılanmış bir anlayış mı söz konusu?

Medeniyet kavramı “civilization”ın karşılığı olarak üretildi, dolayısıyla medeniyet denildiğinde batı yani modern uygarlık anlaşıldı uzun bir müddet. Zihinlerimize yerleşmiş ilerlemeci tarih perspektifinin de etkisiyle, modern uygarlık insanlığın ulaştığı en son ve en mükemmel medeniyet olarak görüldü. Dolayısıyla gelinen bu tarihsel sürecin dışına çıkılamaz, karşı konulamazdı. O halde modern uygarlığa intisap etmekten başka seçenek yoktu. Çünkü bir tek medeniyet vardı, o da modern batı medeniyeti idi, medeniyetin dışında kalmamak yani geri kalmamak için bu medeniyete intisap etmek gerekiyordu. Bir kesim medeniyeti böyle okudu. Medeniyeti olumsuzlayan yaklaşım da yine batı uygarlığı üzerinden okuma yaptı, o da batıyı tek medeniyet olarak kabul ediyor ama bu medeniyete itiraz ediyordu, çünkü medeniyet yani batı, tek dişi kalmış bir canavardı. Medeniyet kavramının batı ile özdeşleştirilmesi yanlış bir okuma idi. Yani kavramın kendisinde bir problem yok esasen, fakat bu kavramı “civilization”ın karşılığı ve salt modernite ile eşdeğer ve eş anlamlı olarak kullandığımızda, kendi medeniyetimizi inşa imkânını da ortadan kaldırmış oluyoruz, oysa bize medeniyet gibi bir kavram ve hedef her zaman lazım. Ayrıca, bizim geçmişimizde de medeniyet kavramına tekabül eden kavramlar var; temeddün, hadâra, umran gibi... Medeniyet kavramının bunlardan farklı olarak ayrıca şöyle bir anlamlı yanı da var; Arapça’da hem şehir kurmak manasına gelen “meddene” fiilinden, hem de din kavramının da kökenini oluşturan “dâne” fiilinden Medine ve dolayısıyla medeniyet kavramı türetilebiliyor. Bu da kavramın çift yönlülüğüne yani hem maddi, hem manevi boyutuna işaret ediyor. Yani İslam medeniyeti insanın hem dünya hem de ahiret saadetini esas alan bir medeniyet, “civilization” gibi tek yönlü, maddi bir uygarlık değil. Fakat, İslam medeniyeti derken, Müslüman entelijansiyanın düştüğü yanılgılardan biri de şu idi; batıda olan her şeyin antisini, muadilini ya da alternatifini üretmeyi İslam medeniyeti inşa etmek zannettiler. Örneğin; anti-kapitalizm, İslam sosyalizmi ve İslam modernizmi gibi. İslam medeniyeti, yukarıda bahsettiğimiz gibi bir meta-paradigma olan sahih İslam geleneği üzerine inşa edilen, nev’i şahsına münhasır özgün bir medeniyettir. Dolayısıyla sorunuzdaki gelenekle ilgili kısma dönersek; İslam geleneği de bugün yanlış anlaşılıyor. Ya modernistlerin, geçmişteki yanlışları, hurafeleri, mevzu rivayetleri yükleyip günah keçisi yaptıkları bir bagaj olarak anlaşılıyor. Oysaki bunların hepsini tanımlayan, ayıklayan ve çöpe atan bizatihi geleneğin kendisidir. Fakat sırf geçmişe ait olmaları ve o atıldıkları çöpte duruyor olmaları sebebiyle bunlar geleneğin bir parçası olarak kabul ediliyor. Ya da gelenek, gelenekçi ekolün gelenek anlayışı üzerinden değerlendiriliyor. Burada da geleneğe yüklenen ezeli hikmet, dinlerin aşkın birliği gibi ezoterik yükler var. Bir de kendilerini gelenekçi olarak konumlandırıp geleneği geçmişin taklidi ve tekrarı olarak okuyanlar var. Bizim anladığımız İslam geleneğinin bunların hiçbiriyle alakası yok. Ne anladığımızı yukarıda izah etmiştik. Kültür kavramına gelince, bu kavram seküler bir kavram. Dolayısıyla gündelik dilde kullanılıyor olsa da, İslam düşüncesi içinde bir yerinin olduğunu düşünmüyorum. Yani sahih manada gelenek ve medeniyet kavramları düşünce ve teori geliştirme noktasında bizim ihtiyacımızı karşılamaya yeter diye düşünüyorum.

Batı’da ortaya çıkan her şeye karşı burada antisini üretmenin özgün değil bizzat Batılı değerlere bir “besmele” elbisesi giydirmek olduğunu söylüyorsunuz. İslam dünyası, Batı’ya olan bu “öykünmeci, özürcü” tavrından nasıl kurtulacak?

İki asırdır, İslam âleminin en yaygın akımı olan eklektik-sentezci çizgi genelde bunu yapmaya yöneldi. Yani batının ilmini alalım, çünkü ilim masum, evrensel; ama ahlâkını almayalım. Oysa alalım dedikleri ilim; aydınlanma sonrası rasyonel, seküler, pozitivist zihinle üretilen batıya özgü modern bilimlerdi ve bunlar masum olmadığı gibi özü itibarıyla kötüydü ve ideolojik değer yüklüydü. Bunlara ahlâk eklediğinizde zaten üstüne yapışmadığı gibi, bu kötücül özelliklerini de ortadan kaldırmaya yetmediği iki asırlık tecrübede görüldü. Bu sadece kendi örnekliğimizde değil; merhum Akif’in ideal örnek olarak takdim ettiği Japon modelinde de görüldü. Geleneğe bağlı kalınarak modernleşmenin ideal modeli olarak sunulan Japon modelinin, bugün geldiği nokta itibarıyla modernleşilirken geleneğe bağlı kalınamayacağının bir göstergesi haline geldiğini vurgulamış olalım. Benzer bir yaklaşımı, Faruki’nin “bilginin İslamileştirilmesi” tezinde de görüyoruz. Batılı bilgiyi İslamileştirmeye yani bir çeşit batılı bilgiye İslami elbise giydirmeye çalıştığınız zaman o elbise bizim bünyemize oturmuyor, uymuyor. Bunlarla tabii ki özgün bir İslam medeniyeti inşa edemezsiniz. Bu sebeple öykünmeci, özürcü, ödüncü yaklaşımların yerini özgüvenli yaklaşım almalı ve biz kendi paradigmamızdan hareketle, İslam aklı, İslami epistemoloji ile sahih doğa bilimlerini de, sosyal bilimleri de, dini ilimleri de üretiriz ve insanlığın lehine, adil, insani ve ahlaki bir medeniyet tasavvuru ortaya koyabiliriz iddiası ve cehdi ile hareket etmeliyiz.

İki asırdır ele alınan meselelerin sahici meselelerimiz olmadığını dile getiriyorsunuz. İslam medeniyetinin yeniden inşasına yönelik asli meselelerimiz neler olmalıdır?

İki asırdır, hayatımıza arızî bir durum ve korsan bir müdahale olarak giren modernitenin getirip önümüze bıraktığı ve dayattığı meselelerle karşı karşıyayız. Dolayısıyla ulemamız, iki asırdır bu harici şartların ürettiği meselelere çözüm üreteceğiz diye harıl harıl çalışıyor ve bunu da içtihad olarak anlıyorlar. Oysa, çözüm adı altında üretilenler moderniteyi meşrulaştırmak ve bir “meşrulaştırım fıkhı” üretmekten öte geçemiyor. Yani bunun içtihadla bir alakası yok. Bugün yapılması gereken entelektüel cehd yani içtihad, modernitenin nasıl aşılabileceği ve İslam medeniyetinin yeniden nasıl inşa edilebileceği yönünde ortaya konulacak çalışmalardır. Yani asli meselelerimiz bunlar olmalıdır.

Bu bahsettiğiniz anlayışı toplumun genel şuur seviyesine nasıl yerleştirmeliyiz? Mesela Üstad Necip Fazıl’ın “aydınlar aristokrasisi” dediği bir kadro gerçekten gerekli midir?

Malum, İslam geleneğinde de avam-havas ayrımı vardır. Bu ne kapitalist toplum ve Marksist jargondaki gibi bir “sınıf” ayrımı, ne de hinduizmdeki gibi bir “kast” ayrımıdır. Bu toplumsal görevler ve rollerle alakalı bir konumlandırmadır. Havasın görevi/rolü, tüm topluma (millet-i İslam’a) yol göstermektir. Üstadın kastettiği de buna tekabül eden bir yaklaşımdır. Aydın kavramı aydınlanmanın ürünü olduğu için, onun yerine ben gelenekselci ekolden ödünçle, daha irfani bir içeriğe sahip olan “entelektüel”i kullanmayı tercih ediyorum. İfadenizde geçtiği için şunu da söyleyeyim; bunu bir kadro hareketi gibi düşünmemek lazım; birbiriyle irtibatlı, birbirinden haberdar, sivil, bağımsız sahih âlim ve entelektüellerin, ekollerin ortaya koyacakları sahih müktesebatın, reylerin, içtihadların bir “icma”ya dönüşmesi gibi anlayabiliriz. Dolayısıyla sahih zihinleri, sahih tarih görüşünü ve epistemolojik perspektifi inşa edebilirsek, bu da sahih ve canlı bir entelektüel cehd ortamını, düşünce ekollerini doğuracaktır. Böylelikle toplumun genel şuur seviyesi de yavaş yavaş dönüşecektir.

Yaşanmaya değer hayatın “nasıl”ını ortaya koyan Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolojisine nisbetle onun yürütücü “niçin” kanadını İbda fikriyatı ile ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu bunu Büyük Doğu İdeolojine bağlı kavramlarla ve onları yeniden işleyerek dinamik bir planda yapmaktadır. Mâlum 70 cilde varan eseri bulunmaktadır. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Üstad Necip Fazıl’ın eserlerine, gençlik yıllarımızdan itibaren vukufiyetimiz var. Üstadın, edebiyatla düşünceyi mezceden çizgisini de önemsiyorum. Büyük Doğu hareketinin bu ülkeye, bu millete katkı ve hizmetlerini burada anlatmaya gerek bile yok. Salih Mirzabeyoğlu’nun, Büyük Doğu çizgisini kendi tarz, üslup ve tefekkürü ile sürdürmesi, yukarıda gelenekten bahsederken değindiğimiz sürekliliğe, kendini yenileme, yeniden üretme meselesine de daha hususi anlamda bir örnek olarak düşünülebilir. “Üstad her şeyi söylemiş, bize de artık sadece onu ezberlemek ve tekrarlamak düşer” demek yerine aynı çizgiyi, entelektüel cehdle üretmeyi tercih etmiş, ki doğrusu da budur zaten. Geleneğin dinamizmi ve kendini yenilemesi ile ilgili söylediklerimiz, lokal planda burada da geçerli. İslam entelektüel tarihindeki şerh ve haşiye geleneği de benzer bir şey aslında. Şerh ve haşiyelerin hepsi aslında özgün birer telif eser değerinde aynı zamanda. Hatta bazı şerhlerin, ana eserin önüne geçtiği çokça örnekler de var. Buradaki amaç bilgiyi, düşünceyi açmak, çoğaltmak, yenilemek, yeniden üretmek. Ekoller de böyle bir şeydir, ekolün temel yaklaşımları çerçevesinde her kuşakta yeni ve özgün üretim devam eder, bu olmazsa olmaz. Mezhepler de böyledir; bir kurucu müçtehidler vardır, dört mezhep imamları gibi, bunların içtihadları ile mezhepler ortaya çıkmıştır; bir de her bir mezhebin kendi içinde, o mezhebin temel yaklaşımları doğrultusunda her dönem içtihadlar üreten müçtehidler vardır. Geleneğin kendini yenilemesi ve yeniden üretmesi de bu şekilde gerçekleşmiş ve devam etmiş olmaktadır.

STK ve cemaatlerin dini niteliklerinin daha ziyade dünyevi ve seküler bir niteliğe dönüşmesinin sebebi, bizce, çağımızda gereken bir toplum projesi (tatbik fikri) demek olan bir ideolojiden hareketle faaliyette bulunulmaması, hedef-vasıta ilişkilerinin tesbit edilmemesidir. Böyle bir ideolojinin, bir tamlıkla Necip Fazıl tarafından ortaya konulduğunu da hatırlatalım. Bu arada Necip Fazıl’ın başta İdeolocya Örgüsü olmak üzere eserlerinin sadece şekli olarak anlaşıldığını, dillerden düşmeyen şiirlerinin de buna dahil olduğunu söylemek isteriz. Hem STK’lar hem ideoloji şartı hakkında neler söylemek istersiniz?

Bizim tarihimizde genel olarak tarikat yapıları toplumsal hayatta etkinler. Cemaat yapıları daha çok modern döneme ve modern sosyolojiye özgü yapılar. STK’lar ise, postmodern dönemde yeniden üretilen “sivil toplum” kavramı ile ilişkili yapılar. Postmodernitenin getirdiği çoğulculuk, çok kültürlülük yaklaşımı, sivil toplum denilen bu kakafoni içinde dini yapılara da bir nevi hayat hakkı ve tanıma bahşetmiş oldu. Bu sebeple cemaat ve tarikatlar bunu adeta bir nimet olarak görüp, hızla STK’laşma sürecine girdi. Oysa STK’laşmak aynı zamanda sekülerleşmek anlamına geliyordu ki, bu durum dini yapılar için esasen büyük de bir paradoks demekti; yani din uğruna mücadele vermek için sekülerleşmek… Çünkü STK olunduğu zaman, kamusal imkânlardan pay kapmak için mücadele etmek, holdingleşmek, markalaşmak, PR yapmak, imaj ve kurumsal kimlik üretmek, lobicilik ve baskı grubu çalışmaları yapmak gibi pek çok modern görev ve işlevler devreye girmektedir. Oysa bu saydıklarımız birer sekülerleşme göstergeleridir. Dolayısıyla dini yapıların STK’laşma yani sekülerleşme süreçlerinden olabildiğince uzak kalmaları onlar için aynı zamanda bir samimiyet ve tutarlılık ifadesi olacaktır. Dini yapılar, STK ruhunu değil, geleneğimizde mevcut olan vakıf ruhunu benimsemiş yapılar olmalıdır. Bunun için de tabii ki, Üstad’a atıfla bir tatbik fikrinin, ideolojik/entelektüel derinliğin, kuşatıcılığın olması gerekiyor. Aksi halde bahsettiğimiz paradoksa düşmek kaçınılmaz oluyor. Üstadın eserlerine gelince; çoğu şiirlerini ve dizelerini ezbere bilen biri olarak, bahsettiğimiz mevzularla alakalı sadece iki örnek vereyim. Feza Pilotu şiiri, modern bilime, modern epistemolojiye, pozitivizme büyük bir meydan okuma ve aynı zamanda da İslamî bir epistemolojiye ve ilm-i kelama prolegomena mahiyetinde bir şiirdir. Bir diğer örnek olarak Destan şiiri ise Türk modernleşmesini Şerif Mardin’den daha güzel anlatan bir metindir.

Teşekkür ederiz.

Rica ederim.

Aylık Baran Dergisi 17. Sayı Temmuz 2023