Hasan Fehmi Ulus: Çok ucuz, uyuşuk, mayışmış, şimdilerde “ılımlı İslâm” dedikleri projeye uygun bir “nesil” istiyorlardı. Boykotun temeli bu pasifizme isyan, pasif Müslüman tipine karşı çıkmaktı.

Hasan Fehmi Ulus kimdir? 

1950- Bolu-Gerede doğumlu, 1979 İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü mezunudur. 1978 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı’nda master, 1994’te aynı bölümde doktorasını tamamladı. 10 yıl kadar Diyanet’te imamlık ve müftülük murakıplığı yaptı. Hâlen Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Arap Dili ve Belagatı’nda doktor öğretim üyesidir.

Sizi tanıyabilir miyiz?

Hasan Fehmi Ulus... Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Talebe Cemiyeti Başkanı olarak 1977’li ve 1979  yıllarında görev yaptım.

1977 Nisan ve Mayıs aylarında Yüksek İslâm Enstitüsü bünyesindeki öğrenciler hükümetin eğitim politikalarına karşı bir dizi boykot gerçekleştirmişti. Bu boykot hangi gerekçeyle başlamıştı, anlatır mısınız?

Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri Yüksek İslâm Enstitüleri’nin İslâmî İlimler Akademisi’ne dönüştürülmesini istiyordu. Bu şiddetle arzu edilen bir şeydi; fakat o dönem koalisyon hükümetleri vardı. Meclis’teki siyasî didişmeler nedeniyle bir türlü sonuç alınamıyordu. Öğrencilerin sesine cevap verilmeyince toplu boykot kararı alındı. Diğer üniversitelerde de boykotlar söz konusuydu. Ben bu karara şiddetle karşı çıktım. Eylemin akıbetinden endişeliydim. Çünkü memlekette asayiş yoktu; anarşi hâkimdi. Bu nedenle boykota taraftar olmadım.

Talebeler Federasyonu da buna taraftar değildi. Bir gün Cağaloğlu’na yolum düşmüştü. Günlerden Cumartesi idi. Federasyon’un Sultan 2. Abdülhamid Türbesi’nin yanındaki bürosuna uğramıştım. Bir baktım; orada fevkalade bir hareketlilik var. Konuşmalar yapılıyor. Neler olduğunu sorduğumda boykot kararı alındığını söylediler. Bunu duyunca benim adeta dizlerimin bağı çözüldü. Sonraki hafta boykotun başlayacağını söylediklerinde dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Ben o dönem Beşiktaş’ta oturuyordum. Beşiktaş Müftülüğü’nde de murakıp idim. Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçip Bağlarbaşı’na çıktım. Şimdiki Marmara İlahiyat Fakültesi’nin olduğu noktaya yürümeye başladım. Her tarafta pankartlar açılmış, sloganlar atılıyor. Fakülte’nin önü müthiş kalabalıktı. Talebe temsilcileri kürsüde konuşmalar yapıyor. Benim âdeta dizlerimin bağı çözülüyor. Talebeler beni görünce, “Yol açın başkanımız geldi.” dediler ve birdenbire kendimi kürsüde buldum. Bir mikrofon elime verildi. Bir anda o müthiş cereyana kapıldım ve zerre kadar taraftar olmadığım boykot gösterisinde konuşmaya başladım; hatta ilk cümlelerimi hatırlıyorum: “Ve nihayet boykot!.. Verilmeyen haklarımız için...” şeklinde başlamıştım. Başka türlü bir konuşma da yapılamazdı zaten orada. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Hocalar razı olmasa da derslere girmeme eylemleri yapıldı. Bilmediğimiz, tanımadığımız okullardan öğrenciler gelmiş, Enstitü’nün kapıları tutulmuş, kimse içeri sokulmuyor.

Anlaşılan talebelerin samimi eylemliği sizi cezbeti ve boykotu sahiplendiniz. Sonra neler oldu?

Sonraki merhalede bizim Ankara seferlerimiz başladı. Bizim dışımızda Konya, Kayseri, Erzurum, Bursa, İzmir ve Samsun gibi şehirlerde de boykotlar yayılmaya başladı. Zaten o dönem toplam yedi Yüksek İslâm Enstitüsü mevcuttu. Başımızda, Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Federasyonu’nun başında Ali Mazak vardı. Ali Bey benim sınıf arkadaşımdı. Hemen her hafta bir Ankara seferimiz oluyordu. Gençlik hâli... Bazen umutsuzluğa kapılıyorduk, bazen “Tamam!” diyorduk; ancak olmayacağını da biliyorduk bir taraftan. Çünkü siyasî hava çok bulutluydu, karışıktı...

Boykot sürecinde neler yaşadınız, şahit olduklarınızı anlatır mısınız?

Bu işin başını bir arkadaş grubu çekiyordu. Biz de mecburen destek vermek durumunda kaldık. Çünkü istekler masum ve tartışmasızdı. Bu işin olması için umutla gayret sarf ediyorduk. Burada Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki hocalar arasında pürüz vardı. Gruplaşmalar söz konusuydu.

Talebelerden yana olanlar, karşı olanlar gibi mi?

O zaman Yüksek İslâmların da Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürü Tayyar Altıkulaç idi. Onların Nesil Vakfı grubu vardı. Onlar boykota karşı idi, idare de muhalif idi. Ancak talebelerden yana olan Nedim Urhan, Ömer Çam, Osman Öztürk, Mehmet Maksudoğlu gibi sevdiğimiz hocalar vardı.

Boykota karşı olanlar nasıl bir öğrenci profili istiyorlardı; nasıl bir nesil hedefliyorlardı?

Evet. Çok ucuz, uyuşuk, mayışmış, şimdilerde “ılımlı İslâm” dedikleri projeye uygun bir “nesil” istiyorlardı; “mıymıy” Müslüman havası! Boynunu büküp önüne bakan; sahadan, dünyadan kendini tecrit etmiş, heyecansız, tavırsız!... Bizim asla benimseyemeyeceğimiz bir Müslüman tipi yaygındı. Ruhsuz çocuklar! Biz de bu tutuma karşıydık. Ali Mazak, federasyona bizim girişimimizle dahil olmuştu. Derneğin ilk yılında üye olmuştu çünkü. Daha sonra Talebe Cemiyeti’nde ben aday oldum. Yüksek İslâm Enstitüsü’nün Talebe Cemiyetleri bizim dönemimizde önemli etkiye sahipti. Yüksek İslâm Enstitüsü’nün prestiji arttı Türkiye genelinde. Bizim saygı ve itibardan başka şeyimiz yoktu hocalarımıza karşı; ama baktık ki artık biraz canlanmak gerekiyor, davranmalıydık!  Ortalık toz duman; hatta kan revan…

Böyle bir ortamda da düzenbaz öğrenci aranıyordu. Boykotun temeli bu pasifizme isyan, pasif Müslüman tipine karşı çıkmaktı öyle değil mi?

Tamamen öyle. Bilahare Tayyar Altıkulaç Diyanet İşleri Başkanı oldu. Olanların faturasını bir dönem bana kestiler mesela... O yüzden ayrıldım Diyanet kurumundan. İstanbul’dan sürgün edildim. İstanbul’da “müstahdemlik” istense bile verilmezdi. Niyazi Baloğlu başkan yardımcısı idi o zaman.

Zulüm mü gördünüz?

Çok açık bir zulüm. O gün bugündür Baloğlu’nu görmedim. Yeri geldi mi hâlâ söylerim. Sadece suçumuzu sorduk, “Nedir?” demiştik. “Milli Selamet Partisi çizgisinde” olmamızmış. Biz partici değildik ki.

Belirttiğiniz sebepten ötürü boykotlar gerçekleşmişti.

O zalimler bizim dışımızdaki herkesi kucakladılar. Son senemizdi. Akabinde 12 Eylül darbesi geldi. Bilahare de Yüksek İslâm Enstitüleri, İlahiyat Fakülteleri’ne dönüştürüldü. Şunu söyleyeyim: Vallahi Yüksek İslâm dönemi bile geriye baktığımızda başkaydı yani... Korkarak süklüm-büklüm duran bir nesildi bizim nesil. Ancak boykotlarda kanatlandı. Boykotların neticesi iyi oldu.

Bu vasata göre gurur verici yani öyle mi?

Kesinlikle. Her yerde derim. Ben Yüksek İslâm Enstitüsü 1979 mezunuyum. Tabiî bu arada istenmeyen şeyler oldu. Müdürün dövülmesi mesela... Ben o ara Ramazan ayı olduğundan Diyanet İşleri tarafından görevlendirilmiştim.

Ufak bir hatırlatma yapayım izninizle... Mesela boykotlar sırasında beş öğrenci okuldan atılmıştı. Müdürün dövülmesi de bunun akabinde vukû bulmuştu... Okuldan atılanlar için, “din adamı olma vasfını kaybetmiştir” şeklinde siciline işlemişlerdi. Biraz onların yaptığı zulmü anlatabilir misiniz?

Bu zulmün hesabını kitabını Mevlâm tutmuştur. Önemli olan istikamet. Bu kazanır daima... Ben yine de hiçbir zaman aşırılıkları tasvip etmedim. O zaman da söylerdim. İtidâli korumak lazım; ama o zaman çok gençtik. Bana “Sen karışma bu işe!” diyen de oldu. Tabiî bunlar heyecan neticesi söylenmiş şeyler. Belki karşı tarafın; yani idarenin veya hocaların, talebelerin hissiyatını rencide etmesiyle, kışkırtmasıyla istenmedik tepkiler de verilebiliyordu.

“Herkesi kucakladılar, sadece bizi kucaklamadılar.” demiştiniz.

Evet öyleydi. Derslerimiz de öyleydi. Şimdi hayatta çoğu. “Ooo efendim şairmişsin, biz bilmiyorduk.” bilmem ne demişlerdi... İsim vermeyeyim. Daha ikinci seneydi. Benim bir şiirim çıkmıştı Tercüman gazetesinde, o zaman bu gazete çok satardı. Yaşar Kandemir hoca, “Bundan sonra her yerde hocanız.” şeklinde iltifat ederdi. Derslerimize giren bütün hocalar dersin henüz başında “Bunlardan uzak durun, bunlar şöyle, bunlar böyle...” şeklinde açıkça uyarırlardı. Biz de, “Neler oluyor yahu, biz partici miyiz? Bizim derdimiz bu değil, bizi neden etiketliyorlar? Bu da nereden çıktı; siyasetçi miyiz biz?” şeklinde şaşırıyorduk. Evet düşüncemiz elbette oydu; ancak ideallerimizi savunduğu için partinin yanında yer alıyorduk, partici olduğumuzdan değil. Ama Yaşar Kandemir de bunu deyince elimi kaldırdım, “Hocam bunu yapmayın. Asıl particiliği, siyasetçiliği siz yapıyorsunuz, aklımıza gelmeyecek şeyleri konuşuyorsunuz. Böyle bir karar aldığınız anlaşılıyor. Hangi hocamız gelse derse başlar başlamaz hiç hoş olmayan telkinlerde bulunuyor.” dedim. O saatten sonra Yaşar hocaya koridorda rastlasak yüzünü başka yöne çeviriyordu.

Demirel’in parti politikalarına göre mesajlar veriyordu anlaşılan...

Tabiî ki... Bu kabul edilemezdi. Hâlâ kabul edemem. Erbakan’a kızabilirsiniz mesela... Ben de çok politikasını tasvip etmezdim. Bazı tenkitlerim olmuştu; ama kimse mükemmel değildir.

MSP boykotlara ve akademi olma talebine açık destek veriyordu. Samimi Müslümanlar MSP’nin yanında yer aldılar.

Adalet Partisi’nin Grup Başkan Vekili Oğuz Aygün şunu söylemişti; “Arkadaşlar, biz sizin bu arzuladığınız kanunu çıkaracağız; ama MSP buna mâni oluyor.” Bunu duyunca hepimiz birbirimize bakıp gülüştük. Olacak şey değil.

Talebinizle ilgileneceğine yalanlara mı başvurdular?

Ama yalanın da bir haysiyeti olur yahu... CHP’ye de gitmiştik. Onların Grup Başkan Vekili, İstanbul Milletvekili Ali Nejat Ölçen uysal biriydi. Bize, “Biz bu konunun bu kadar önemli olduğunu bilmiyorduk. Meclis’te bu mevzuyu MSP gündeme getiriyor; fakat destek vermemiştik. Bundan sonra size desteğimiz tamdır.” dediler. Bunu da takdir ettik yani. Öbürlerinin sözleri yalama olmuş.

Boykotlara karşı duran Tayyar Altıkulaç ve ekibi FETÖ’cüleri de içlerinde barındırıyorlardı öyle değil mi? Onların da boykot kırma teşebbüsleri vardı. Biraz da bu yönlerinden bahsedebilir misiniz?

“FETÖ’cülük” yoktu o dönem biliyorsunuz. O kesim her rüzgâra göre yön ve şekil alıyordu. Allah’a şükür bizler dünyevî zarar da görsek istikametimizi kolluyorduk.

O zaman da Kemalizm’e yanaşmışlardı. Sonra FETÖ ile iş tuttular. Bu ekibin başı sayılan Hayrettin Karaman Bank Asya’nın fetvacısı olmuştu. Abant toplantılarında “fahrî başkanlık” yaptı yıllarca...

Bakın, demin adını andığınız zât, FETÖ palazlanırken o cenahtaydı. “Ehl-i Kitab’ın Müslüman olma şartı yoktur.” türünden laflar etmiştir. Yazdıkları kayıtlarda var. “Sadece inandım desin, yerinde kalsın...” Sonra FETÖ’yü evirip çevirip geveleyenler var hâlâ...

“Ehl-i Kitap da cennete gidecek.” şeklinde saçmalıklar mı?

İlime eyvallah... Ama ilim tek başına kâfi gelecek bir şey değil ki... İlim, imâna hizmet ederse ilimdir. İmâna hizmet etmeyen ilmin zerre kadar değeri yoktur. Siyasette Demirel neyse, ilim camiasında da söz konusu isim odur. Bunu her yerde söylerim. Tabiî şimdi şartlar çok değişti şimdi daha temkinli hareket ediyorlar. Bunlardan ilme zarardan başka bir şey gelmez. Ben Yeni Şafak’ta okuyor, görüyorum; “keskin” yazıları da oluyor. Yapı işliyor... Karalayıp çöpe de atmıyorum; ama yapı böyle bir yapı. Kimseyi alıp atalım bir kenara da demiyoruz; ama yapıları tanımak lazım. Her dönemin öne çıkan hassasiyetleri vardır. Bu devrin şartlarına göre değerlendirirsin. Takip eden süreçte ne ile imtihan ediyorsa Allah bizi, “Allah” diyeceğiz orada kalacağız. Biz her ne yapıyorsak Allah için yapmaktan başka bir iş ve gayretimiz olamaz. İlim de yapsak, film de yapsak, ağlıyorsak da, hopluyorsak da bütün rüyalarımızın hedefi bu olmak zorundadır; Allah’a kul olmak... Bu kendi kendine “uçtum kaçtım” demekle olmaz ki. Kur’an var, onu getiren bir peygamber var, sahabe-i kirâm var ve takip eden nesiller var. Tabiîn, Tebe-i Tabiîn, ulema-i kirâm vesselam...

“Uydurulan din” diyorlar...

Evet... Bunlar tamamen hasta ruhluların işi... Böyle bir sapık akım... Mustafa İslamoğlu, Mustafa Öztürk, Abdülaziz Bayındır ve onları takip edenler... Allah hidayet versin diyeceğiz; ama bunlar kaybetmişler. Tamamen bozulmuş.

Peki boykotla ilgili daha başka enteresan hatıralarınız var mı? Boykot döneminde gençlerin hareketlerinde, halinde değişmeler oldu mu? Boykot sonrası talebelerin daha bir özgüven kazanması, bundan sonrasındaki vazife yerlerinde de daha girişken olmaları gibi sonuçlar doğurdu mu? Bu konuda gözlemleriniz var mı?

Tabiî, bu dediğiniz vasıflar kazanıldı. Gençlikte de adeta bir şuur uyanmasına vesile oldu, bazı hoş olmayan şeylerin dışında. Onlar da artık gençliğine yorumlandı. Şu an sizin derginizin (Aylık Dergisi) yazarlarından olan Kâzım Albayrak da boykotların başındaydı.

Bazı idareci ve hocalar talebeye en ağır cezaları verirken, bazı hocalarınızı ise saygı ile anıyorsunuz.

Öyle tabiî… Peki onlar nasıl bu saygınlığı kazandı? İçimizde, gönlümüzde hâlâ yerleri var. Müşfik davranıyorlardı, hatalarımızda ikaz ediyorlardı. Birçok hatamızda “Şunları yapmayın.” demişlerdir. Çok fark var öbürleriyle aralarında. Boykota karşı olanlar, bizlerle kendileri arasında derin uçurumlar görüyorlardı.

Sizin Büyük Doğuya, fikre olan ilginiz ne zamanlar başladı?

Biz zaten rahmetli Ekrem Doğanay hocamızla; işin temeli, esası, heyecanı ile gözümüzü açtık bu dünyaya... İlim, fikir vesaire... Bir de bu mizaçlarla alâkalı bir şeydir. Ben işin düşünce tarafına, sanat ve edebiyat tarafına çok daha önem veriyordum. Dolayısıyla Necip Fazıl, henüz İstanbul’a gelmeden benim dünyamı süsleyen bir şahsiyet oldu eserleriyle.

Sonra MTTB’de de zaman zaman Üstad’la görüşüyorduk, karşılaşıyorduk gelişlerinde. Oradaki bazı konuşmalarını dinliyorduk. Hatta MTTB’de bunun mevzusu bile yapıldı. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu kürsüye çıkmıştı, «Hepinizin yerine Üstad›ımın elini öpüyorum.” demişti. O konuşmasında mıydı, yoksa başka bir konuşmasında mıydı tam kestiremiyorum, “Geçen hafta Ankara’ya gittim, bir abiniz bana ‘Üstad›ım nice zamandır ağlayamıyorum.’ dedi. Ben de ona dedim ki, “Madem ağlayamadığını hissediyorsun, sen ağlıyorsun.’ dedim.” dedi. Kendisinden birebir duyduğum şeylerden biri de budur. Şu anda aklıma gelen şeyler bunlar.

Necip Fazıl Gecesi yapıldı “Mukaddesatçı Gençlik” gecesi. Biraz da bu önemli faaliyetten bahsedelim. Sizin Üstadla ilişkiniz nasıl başladı? Büyük Doğuculuğunuz ne zaman başladı? Gençliğinizde Büyük Doğu ile nasıl tanıştınız?

Büyük Doğu bizim bütün dünyamızdı. Necip Fazıl’ın adı tariflere sığmaz bir yerdeydi. Bu sadece isim cisim olarak değil... Necip Fazıl hâlâ öyledir. Üzerinden bin yıllar da geçse bu isim bu topluma bir rol modeldir, bir Üstad›dır... Herkes “Hadi Üstad›a gidelim.” derdi. Sezai Karakoç da öyle. Ben oturup onun bir cümlesini okuduğumda bana yetiyordu. Sonra bir gece düzenledik. Üstad Necip Fazıl Kısakürek... Afişler basıldı Talebe Federasyonu adına. Tam da o günlerde Necip Fazıl’ın evine gittik, konuştuk ettik. Ali Mazak da vardı.

Neler oldu?

Neticede bir baktık ki, Necip Fazıl’ın Hergün Gazetesi’nde MHP’nin Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş hakkında bir yazısını gördük; ki o yazılar hâlâ var. O çok haklı bir tepkiydi. Necip Fazıl’ın kalemine düşen insanın da iflah olması pek mümkün değildir. Bu arada bir de Erbakan’a kızmış. Bir hafta boyunca Erbakan’la görüşememiş Ankara’da. Bazı teklifleri varmış, milletvekili olması için bir liste yapmış; derken müthiş bir volkan patlaması gibi partiden ziyade Erbakan’a yüklendi, çünkü MSP’yi kimseye eleştirtmem diyordu Necip Fazıl. Allah rahmet eylesin.

Hergün’de de Süleyman Ateş’in sapıklıklarını yazdı... Onlar zaten bugünkü sapıklıkların temelini attılar. Ankara İlahiyat bu işin temelini attı. Hüseyin Atay, Süleyman Ateş... Hüseyin Atay hâlâ hayatta galiba. Yaşar Nuri›nin devamında bugüne kadar gelen sapıklıkların öncüsü onlar. Hani mahallenin kızlarını yoldan çıkaran kadınlar olur ya, ben ona benzetiyorum.

Güzel bir benzetme.

Ondan sonra, beni bir ateş sardı adeta. Dedim ki, “Şimdi biz bu geceyi yapıyoruz. Bizde de çok keskin Akıncılar var. Üstad MHP’li filan diye söz ediyorlar. Ya Üstad nerede MHP’li olsun kardeşim. Üstad neci olur ki? Necip Fazıl kendinden başka ne olur? Buna rağmen endişe ettik. Ve ben Mustafa Özdamar’ı da unutmuyorum. Mustafa Abi bizim abimiz, Yüksek İslâm’da talebe filan değildi; ama onlarla birlikte bir akşam gittik. Dedim ki, “Ben konuşacağım Üstad›la! Hiçbiriniz söze girmeyeceksiniz.”, “Tamam.” dediler. Diyeceğim ki, “Üstadım, biz geceyi iptal ettik.” ama saygısızlık olur diye korkuyorum ve böyle bir şey yaşanmasını istemiyorum öte yandan da... Gittik, oturduk. “Hoşgeldiniz.” dedi. “Geceyi iptal ettik.” diyecektik bahsettiğim endişeler dolayısıyla. Aklımda kaldığı kadarıyla, biraz hoş-beşden sonra sanki bizim geliş gayemizi anlamış gibiydi. Kesin anlamıştı ve bize şunu söyledi: “Hergün kapıma geliyorlar çiçeklerle. Mürai adamlar! Ben onları bilmiyor muyum?”. Sonra biraz durdu, “Ama kim bilir ki belki rahmet-i ilahi bunların eliyle tecelli edecek.” dediğini hatırlıyorum. Ve sohbet ilk başladığında da Hergün gazetesinde yazı yazmaya mecbur kaldığını söyledi. Bunları takip eden cümlelerde de bizi coşturdu; adeta savurdu, o kendine has üslûbu ve dehasıyla. Dakikalar içinde ben kalktım ayağa bütün cesaretimle dedim ki, “Üstadım sonuna kadar arkandayız, ne dersen, ne yaparsan...” Düşünebiliyor musunuz? Ondan sonra da gecemizi yaptık.

Gece nasıl oldu?

Üstad konuştu. Muhteşem bir gece yaşandı. Hiçbir sorun çıkmadı. Bizim endişelerimizden de zerre kadar bir şey çıkmadı. Çünkü Necip Fazıl daha ilk cümlelerinde yeri göğü hizaya getiriyordu. Rabbim ona öyle bir şey ihsan etmişti. Bunu da böyle kısaca nakletmiş olalım.

Büyük Doğu’yu sevmek, tabiî olarak Büyük Doğu’yu sevenleri de sevmek mânâsına geliyor. Büyük Doğu davasının peşine bütün canıyla, kanıyla düşen Salih Mirzabeyoğlu hakkında neler diyeceksiniz?

Hep çilelerde dolaştı bu isim, çok zulüm gördüğü açık. Geçen yıl vefat etmişti sanırım.

Evet geçen sene.

Tayyip Bey’in iktidarlarından sonra da bir müddet o zulüm kaldırılmadı. Çok geç herhalde sanıyorum ki bir şeyler oldu. Bir de adli cezalandırmalar oldu. Onların detaylarını bilmiyorum; ama maalesef onun bir mazlum ve mağdur olduğu kanaatindeyim. Belki bazı yol, yordam, çıkış itibariyle hatalar mı oldu? Yanlışlar mı oldu? Aslında belki bunlara hata da denmez bugünkü şeyler muvazenesinde. O dönemde belki en çok zulüm gören o oldu. Derinlemesine bir şey bilmiyorum. İBDA-C şeklinde anıldı bu hareket. En baştan bu hadise gözden geçirilse belki ciddi bir değerlendirme olabilir. Tabiî onlar da bana göre olur. “Şunlar doğruydu, şunlar yanlıştı.” diyebileceğim taraflar olabilir. Ama bu ismin çok büyük bir mağdur ve mazlum olduğu kanaatindeyim. Tabiî yol ve yöntem yanlışları olsa bile...

Hocam şuna dikkatinizi çekerim: Önce boykotlarla ilgili yol ve yöntemin yanlış olduğunu söylediniz; ama daha sonra bu boykotların kazanımlarıyla birlikte düşündüğümüz zaman yol ve yöntemin doğru olduğu neticesi ortaya çıkıyor. Bunu siz de teslim ettiniz. Boykotlardaki anlattıklarınızdan da ben bunu anlıyorum zaten. İBDA-C’nin zamanında yaptıklarını da böyle değerlendirebiliriz. Bazı şeylere biraz da böyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.

O dönemler, bilmiyorum hangi tarihe kadar devam eder, bunlardan ilerde daha çok şey anlaşılacak. Bu şey gibi oldu bir nevi; “Deniz Gezmiş’ler filan hiç yok yere asıldılar.” diye denmiyor mu? Şimdi bunu herkes söylüyor. Ne yaptılar ki ne oldu? Devleti mi devirdiler? O zaman böyle bir rüzgar vardı, belki kasırga şeklinde esen... Tutup da “Gel bakalım senin kalemini kırdım.” demek; vicdana, insafa sığacak bir şey değildi. Belki onlar da bizim dönemimizdeki Deniz Gezmişler gibi miydi? Yani aksiyon itibariyle. Ama sen işin özüne bakacaksın. Özünde İslâm’dan bir sapma var mı? Varsa bırak gitsin nereye kadar gidiyorsa; ama o çizgide bir heyecan varsa, o heyecan içinde de bazı “Şimdi bunlar olmasın.” denecek şeyler mi vardı?

Büyük Doğu çizgisinde, ona rapt olmuş, onu hayata geçirmeye çalışan bir mütefekkir, mücahid ve sanatçı... Öyleydi Salih Mirzabeyoğlu. Sözü yerde bırakmayan birisiydi.

Müslümanlar uzun zamandır “cihad” denen şeyi unuttu. Zaten bütün felaketimiz de buradan başladı. Devam eden sıkıntılar da bundan. 

Hadisle de işaretlendiği gibi “Cihada dönmedikçe kurtuluş yoktur.”

Kesinlikle yoktur; ama çıkıp da bugün böyle DEAŞ...

DEAŞ işin sahtesi... Ne, “cemaat” kavramını Fetullah’a feda edebiliriz, ne de “cihad” kavramını DEAŞ’a feda edebiliriz!..

Süper bir tespit oldu işte bu! Kayıtlara geçecek bir tespittir. Necip Fazıl niye bizim gönlümüzdedir ve belki de kıyamete kadar gönüllerde kalacak bir isimdir? Çünkü onun fikri ateştir. Bunu ben hep söylüyorum.

İman öfkesi, cihadın ruhu idi Necip Fazıl.  

İşte acı duyacaksın. İçinde bir ateş yanacak, heyecan olacak. Bu olmazsa hiçbir işe yaramazsın ki kardeşim. Ne olursan ol. Heyecanın, ateşin yoksa ben yüzüne bile bakmam.

Güzel hocam. İyi oldu... Son olarak ilave etmek istediğiniz bir şey var mı?

O nesil bizim neslimiz, o günlerin mahsulü Allah’a şükür. Ama bize meydan da açılmadı. Asistan olmak istedik ama asla olmadı. Yani Yüksek İslâm’ın kapıları adeta duvar oldular bize; ama başkalarına açıldı. O dönemde oraya asistan olanları daha çok hatırlayabiliyorsun. Böyle bir şey vardı. İslâmî uyanıştan, heyecandan hep korktular, hâlâ korkuyor o kesim; ama bu uyanıştan gelen nimetlerden de, iktidar ortamlarından da en çok onlar istifade ediyor. Yani adama dudak büküyorsun, milletvekili oluyor.

Maalesef evet...

Tayyar Altıkulaç derin devletin en derinlerinden bir tanesi. Ben buna dair çok şahid dinledim. Yani  “Kim şeriatçı, kim Atatürk düşmanı?” şeklinde bütün diyaneti fişleyen bu adam... Tayyar Altıkulaç’ın kendisine sorsunlar bakalım . Biri sorsun, “Bunları yaptın mı, yapmadın mı?”. Nasıl bir yemin verilecekse... Gerçi onlar her türlü yemini ederlerdi herhalde. Bunlara bakılsın. Devlet kayıtlarında, raporlarında, tutanaklarında vardır. Çöpe atılmamıştır. Bir yere gitmemiştir. Bulunur yaptıkları ihanetler. O yüzden gönüllerde zerre kadar yer etmemişlerdir, etmezler, edemezler!

Teşekkür ederim.

Rica ederim.

Aylık Dergisi 182. Sayı Kasım 2019