Tarihimiz boyunca geçirdiğimiz nazik safhalar ve ölüm-dirim merhaleleri arasında bugünkü kadar tehlikelisi cana kıyıcı bir mâna taşıyanı görülmemiştir. Ne Yıldırım Beyazıd'ın arkasından gelen Fetret Devri, ne Tanzimat sonrası "Hasta Adam" çığırı, ne Birinci Dünya Savaşını takip edici ölüm geçidi, ne de İkinci Cihan Harbindeki ruhî ve iktisadi çöküş hengâmesi, ne bir şey... 

Bugün, ortada, bizi dışarıdan toslayan veya zoru altında kıvrandıran hiçbir müessir yokken, topyekûn geçmişin topyekûn hesab gününe çatmış gibi bir hâl içindeyiz. Yanıp kül olmuş, fakat şeklini kaybetmemiş, bir anda dağılarak havada savrulması için de en küçük rüzgârın kâfi geleceği bir maddeyi andırıyor hâlimiz... 

Tam ifadesini Tanzimatta bulan, o günden bu yana da devre devre gelişen iç çöküşümüz, madde âleminde kurtarılmış bir istiklâl rivayet ve tesellisinden sonra, ruh plânında baş döndürücü bir uçurum derinliği kaydetti; ve kansız hastanın pudra ve düzgünle sıhhatlendirilmesi gibi, hep madde süsleri altında gizlenmek istendi. İkinci Cihan Harbine kadar fazla göze batmayan bu hâl, Tanzimattan tam bir asır sonra, 1939'dan ileriye, İkinci Cihan Harbi içinde ve ötesinde açıkça su yüzüne ve deri üstüne çıkmaya başlamış, Demokrat Parti iktidarı boyunca bir takım köksüz madde imarlariyle maskelenme ve galvanizlenmesine rağmen büsbütün azmış, hatta mâhud iktidara ait bir sorumluluk belirtmezken asıl sorumluların kendi günahlarını bu iktidarda göstermeleri neticesinde, bir de, gece baskınına benzer fikirsiz ihtilâle zemin açmıştır. Neden dâvacı olduğunu bilmeyen ve marazı öz köklerine kadar ulaştıramayan fikirsiz ihtilal, günahın aslî sahipleri hesabına çalıştığından habersiz, ârızî temsilcilerini suçlamak gibi bir abes içinde mevcut sahte muvazeneyi allak bullak edici bütün iç yaralar patlak vermiş ve açılan sahnelerden sosyalizma züppeliği altında komünizma tahrikçiliği, her türlü iman ve nizam düşmanlığı, korkunç bir güvensizlik ve şüphecilik, misilsiz bir hayvanîlik ve şehevîlik, efsanelerde bulunmaz bir çıkarcılık ve suistimalcilik bütün mafsal noktalarından kopuculuk ve bölünücülük, topyekün içtimaî dertlere ve meselelere sırt çevirmiş başı etrafındaki sinekler gibi dâva dışı ve sadece günübirlik ihtiras hesablarından anlar bir particilik, nihayet her şeyi ve her şüpheyi kapayıcı veba salgını çapında bir ahlâksızlık, birbiri peşinden sökün edip cemiyet meydanına dökülmüştür. 

 Bu gelen şey, gizli bunalımını "vur patlasın, çal oynasın!" ruhiyatında arayan bir nevi Hipi adam; ve tenasül âleti hizasına kadar kaldırılmış mini-etek şeklindedir; ve artık (Agora) dedikleri cemiyet meydanında bütün mânevî müeyyidelerin iflâsa gittiğinden, ruhî bağların lif lif çürüyüp döküldüğünden ve kâbuslarda rastlanmaz bir anarşiye yol açıldığından habersizdir. 

Bu hâlin müşahhas plânda en canhıraş aynası da üniversitelerimiz... 

Üniversitelerimiz, 134 yıldan beri murakabesiz gelişen genç adamın ruhunu boş bırakışımızın irtiaş, ihtilâç ve ihtilâl sahası olmuştur. 

İlk defa, ilk sahte kahraman Mustafa Reşid Paşanın "Darülfünun" ismiyle Ayasofya Camii meydanına dikmeğe çalıştığı ve binasından hocasına, kitabından talebesine kadar uzun süre hiç bir unsurunu bulamadığı üniversite, 134 yıllık hayatı ve hele son yarım ve bilhassa çeyrek asırlık kemiyet hamaratlıklarına rağmen keyfiyette namütenahi düşük ve yüzde yüz sükut haliyle, devirler boyu bir türlü olamayışımızın, yalancı teselliler peşinde oyalanışımızın ve nihayet son buhran ve patlak verme noktasına varıp çatışımızın sembolü olmuştur. 

Aşk ve saffet devrine ait örnekleriyle büyük İslâmî dava kültürünün muhteşem yatağı medreseleri ışıldatan, alınları ilim, fikir, eser çilesiyle nurlu hocalara karşılık, bugünün bir nevi ve bir sınıf profesörü, her türlü nefs muhasebesinden yoksun, esersiz, fikirsiz, imansız, üstelik herhangi bir zor veya menfaat karşısında ilim namusunu fedaya hazır, kara cübbeli ve kukuletalı, hakikat kıyıcısı, zalim bir (enkizitör) hüviyetindedir, ve bu zalim (enkizitör)ün, ilim ve hakikat namusundan, kız talebesinin ırzına kadar tasallut etmeyeceği hiçbir aziz varlık mevcut değildir. 

Bugün, müsbet ve menfi elektrik kutupları hâlinde, gençliğin, sağ ve sol isimli iki kampa ayrılmış olduğu, bir liboratuar tecrübesi halinde malum işte bu gençlik, her iki kutbiyle, bu tip profesöre mekân teşkil eden sözde ilim ocağının, ders, kitap, program, öğretim sistemi, yetiştirme metodu, imtihan ve takdir ölçüsü, her noktasına itimadını kaybetmiş ve onlardan ayrı olarak yine bu tip profesörlere bağlı hiçbir gençlik sınıfı kalmamıştır. 

Ya nerede, zehirli Halk Partisi ikliminin niyet kuşu pusulasından daha fakir 6 OK ideolocya taslağiyle bir zamanlar zorla türetmeğe çalıştığı ilkeci, ülkücü, tek kelimeyle devrimci ve ilerici gençlik?.. 

Onların sesi çıkmaz olmuştur. Zira onlar da sezmiş bulunmaktadır ki, kendilerine hazmi ve tenasüli cihazlarım tatmin etme yolundan başka hiçbir şey vermeyen ve dimaği ruhi cihaz ufuklarını tiyatro perdeleri gibi devşirip genç adamın gözleri önünden kaldıran rejim, asıl mânâsını, işte bizzat ve bilfil yetiştirdiği bu tip profesörde tecelli ettirmiş olarak 

 1973 Türkiye'sinde müthiş bir iflâs ilân etmekte, onun hokkabaz (prosede)lerinden ibaret oyunları artık yutulmaz hale gelmiş ve meydan dâva sahiblerine kalmış bulunmaktadır. İslâm veya komünizma!!! 

Birinden biri... 

(Şekspir)in: 

"- Olmak mı, olmamak mı; işte bütün mes'ele!.." 

Ölçüsüne eş, biri hayat, öbürü ölümün iki gerçek sistemi olan bu ikiden birine kalmıştır dünyamız... Fakat herhâlde başıboşluk ve sahte teselliler işportacılığına değil!.. Büyük hesab da bu iki kutup arasında görülecek ve Mekke fethinde putlar devrilirken: 

Köpekleri değil yaşam tarzlarını savunuyorlar Köpekleri değil yaşam tarzlarını savunuyorlar

"-Hak geldi ve bâtıl gitti!" 

Hikmeti, yalnız bu iki kutup arasındaki nihaî imtihandan doğacaktır. 

Hâlimiz ve bu arada üniversitelerimiz bu aziz vatanı güneşin doğuşiyle batışı arasında küçük madde ıslahlariyle değil, ruh kökümüze yapışıcı dev hamlelerle kurtarma borcuna karşı bir ölüm-dirim ânı yaşadığımızı ilan ediyor. Uykusu kaçanlar kıvranırken siz uyuyunuz, politikacı efendiler!.. 

Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’nin Manzarası, s. 89-92