Sanayi Müsteşarlığı

 “Yeni Kültür – Yeni Toplum”

Sanayileşme başlı başına bir kültür meselesi olduğu için, toplumumuzun yeni bir kültür davasına girişerek evvelâ içinde sıkışıp kaldığı mevcut garabetten kendisini kurtarması gerektiği kanaatindeyiz. Bunun yolu da tabiî ki yeni kültürden; ve bu yeni kültürle yoğrulmuş yeni insan ve yeni toplumdan geçmekte… Geçtiğimiz sayı tesbit ettiğimiz üzere, Batıda gerçekleşen Rönesans, yeni bir kültür hamlesiydi ve Batı bu zemin üzerinde verdiği iş ve eserlerle dünyanın geri kalanı üzerinde söz sahibi oldu. Bugüne gelecek olursak da açıkça görülmektedir ki; Batı, Rönesans kültürünü, yani Rönesans döneminde ortaya konan mücerret idrak zeminini tekâmül ettirememiş ve tüketmiştir. Buna mukabil Büyük Doğu-İbda ise kendi Rönesans’ını, yeni kültürünü ve yeni mücerret idrak zeminini tamamlamış ve müessirlerin istifadesine sunmuştur. Bir diğer taraftan Rönesans, bir heyecandır ve dünya genelindeki gelişmelere bakacak olursak, yakın bir tarihte Müslümanlar istese de, istemese de müsbet mânâsıyla bu heyecan anaforuna kendilerini kaptırmak zorunda kalacaklardır.

Kültür emperyalizminin dayattığı “popüler kültür” bugünün şartlarında kavanozun fotoğrafıyla meşgul ediyorsa da, istikbâlde kimsenin kavanozun dışıyla alâkadar bile olmayacağı ve gözünü içine dikeceği aşikâr. Batının, işbirlikçileriyle beraber Müslümanları içine aldığı cendere her geçen gün nefes almayı bile güçleştirirken, yarının muhtemel şartları içinde kimsenin “popüler kültür” peşinde savrulmayacağı bedahet…

***

İktisat, geçtiğimiz bölümlerde üzerinde sıkça durduğumuz üzere bir ‘kültür’ meselesidir. Kültür ise bir topluluğun maneviyâtını meydana getiren anlayış, gelenek, fikir, yaşayış ve sanat varlıklarının bütünü… Toplumun anlayış, fikir birliğini meydana getiren gelenek durumundaki her türlü yaşayış, tefekkür, sanat varlıklarının tümü… İrfan… İnsanın tabiî ve içtimâî çevresine hâkimiyetinin ölçüsünü gösteren vasıtaların tamamı…

Kültürü tanımlarken dikkat ettiysek, direkt bir tanımdan ziyade karşımızda çeşitli kavramlardan müteşekkil bir terkib bulduk. Bu terkibde ön plana çıkan kimi kavramları ele alacak olursak; anlayış, ahlâk, dil ve fikir gibi başlıklar elde edebiliriz.

Anlayış; bir toplum veya toplumu meydana getiren fertlerde hâkim olan görüş ve inanış faktörlerinin etkisiyle beliren tefekkür metodu, tefekkür şekli, zihniyet…

Bugün, Türkiye’de hâkim olan kültürde anlayışın neye muhatab olduğuna bakacak olursak; taklîdî İslâm ile pagan Hristiyanlığı arasında gidip gelen, “ne iyisi iyi, ne doğrusu doğru, ne güzel güzeli” bir idrak ile karşılaşırız. Ulvî bir anlayıştan ziyade nefsânî arzuları aklamaya yarayan, materyalist, hedonist, kemmiyetçi acaib bir “din” ve bu “din”e muhatab edilebilmek için devamlı suretle iğdiş edilen idrak, anlayış. Mütefekkir yetiştiremeyişimiz ve bu şartlar altında maruz kaldığımız kültür emperyalizminin doğurduğu bu sakatlık, aynı zamanda içinde bulunduğumuz vaziyeti idrak ederek gereken tedbirleri almamıza da mâni… Bir nev’i paradoks…

Peki bu paradoksun içinden nasıl çıkacak ve kendimize has bir anlayışı nasıl umumileştireceğiz? Sağlıklı bir anlayışın tesis edilebilmesi için evvelâ hangi “iyi, doğru ve güzel” ölçütünün benimseneceğine karar vermek ve ardından da bu ölçüte nisbetle iyi, doğru ve güzeli ayırd edebilecek bir idrakin umumileştirilmesi gerekmektedir. Biz Müslüman olduğumuza göre, bizim için “iyi, doğru ve güzel” İslâm’a uygun olan, “kötü, yanlış ve çirkin” ise İslâm’a aykırı olandır; yâni “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır…

Büyük Doğu-İbda Rönesans’ını tamamlamıştır derken, “anlayış” zaviyesinden ele alacak olursak; Üstad Necib Fazıl ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, çağımızın tüm verimlerini şeriat önünde hesaba çekerek “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştirmiş ve bu anlayışın meydana getirdiği mücerret idrak zeminini, taliblisinin istifadesine sunmuştur. Birkaç satırda geçen bu bahis her ne kadar “basit” geliyorsa da, bir o kadar ehemmiyetlidir ki; Müslümanlar 500 sene boyunca bu zemini yenileyecek mütefekkiri yetiştiremedikleri için bugün bu vaziyettedir.

Anlayış bahsinin sanayileşmeye bakan yönüne gelecek olursak… İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necib Fazıl’la Başbaşa” adlı eserinde şöyle geçer:

– “Ağır sanayi kurmadan önce, ağır sanayi doğuracak mücerret idrak zemini hâlinde, müsbet ilim dallarının EDEBİYYATI lâzımdır ki, gerek doğuş, gerek değer, gerekse ihtiyaç olarak bu idrak, ‘ruh’a mukavemet eden varlığı kavrama çilesini belirten ‘mücerret idrak-mücerret fikir’in yolda bıraktıklarıdır.

Edebiyyat bahsini geçtiğimiz bölümde ele aldığımızdan daha fazla uzatmadan devam edelim…

Ahlâk ve fikir: İbda Hikemiyâtından öğrendiğimize göre; “içtimâî münasebetleri düzenleyen kurallar ve ilkeler toplamı ahlâk, aynı zamanda “fikrin içine işlemiş olan işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.”

Reform ve Rönesans döneminde kilise baskısını ortadan kaldırmak için Batıda dinin ahlâk üzerindeki rolü ortadan kaldırıldı. Ahlâk, kiliseden kurtuldu; fakat yerine içtimâi faaliyetleri düzenleyecek ahlâkî ölçütler manzumesi ikâme edilemedi. Ahlâkın, içtimaî hayatta cemiyet menfaatini ferdî menfaatin üzerinde tutacak şekilde içtimaî münasebeti düzenlemesi gerektiği yerde, Reform ve Rönesans hareketlerinden sonra hâkim olan materyalist-kapitalist anlayıştan hâsıl olan ahlâk, ferdî menfaati cemiyet menfaatinin üzerine koydu. Hâl böyle olunca da, zamanın şartlarıyla beraber ahlâk kuralları, üst şubesi olan din tarafından değil de, alt şubesi olan iktisat tarafından, sermayeyi elinde tutanların menfaati istikâmetinde şekillendirilmeye başladı. Bu durum, ahlâkı şekillendirmekte dinin rolünü piyasa ölçütlerine tahvil ederken, bir taraftan da iktisadı “mutlak”laştırdı. Fikir de bu ahlâktan nasibini almış ve ileriye zuhur edeceği yerde, Eski Roma ve Mısır devrine irca etmiştir.

Anadolu’daki ahlâkın vaziyetiyse her ne kadar iktisadî olanı “mutlak”laştırmıyorsa da, İslâm ahlâkı da değildir; daha ziyade taklit zaviyesinde kalmış olması dolayısıyla “İslâm ahlâkının cesedi” diye tanımlanabilir. Ahlâkın cesedi dedik ya, buna aslında köklü bir kültürün cesedi de diyebiliriz. 500 yıl boyunca mütefekkir yetiştirememiş olan cemiyetimiz, kültürünün muhasebecisi, anlayışın yenileyicisi olamadığı için taklitçisi olmuştur.

Nihayetinde iktisadî faaliyetlerden bir faaliyet türü olan sanayi de tıpkı diğer insanî faaliyetlerde olduğu gibi ahlâk kural ve prensibleri tarafından düzenlenmelidir. Ahlâkın kural ve prensibleri ise “anlayış”ın muhatabı tarafından belirlenmektedir ki, anlayışımız İslâm’a muhatab olduğuna göre tabiî ki İslâm ahlâkı tarafından şekillenecektir…

Dil: Bir taraftan kültürü meydana getiren unsurlar için zemin, diğer taraftan da kültürle birlikte zenginleşerek gelişen, kültürü de geliştiren vasıtadır ve aynı zamanda bir irfan seviyesi belirtir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber kendi öz kültürümüzle aramızdaki bağların kopartılması için çeşitli inkılâblar yapıldı. Bunlar içerisinde en tesirli olanı “harf devrimi”dir. Harf devrimi öyle büyük bir felâkettir ki, tarihimizden miras kalan kültürümüzle bağlarımızın kopmasına sebeb olmuştur. Bir de, aydın(!) geçinen zevat tarafından, dünyanın neresine giderseniz gidin “toplu katliamla” eş tutulacak bu kültür katliamı, sanki büyük bir kültür hâmlesiymiş, “marifetmiş” gibi lanse edilmeye çalışılmıştır. Bugünlerdeyse, siyâsetin günlük itiş kakış dili, cemiyetinse lâf ebeliğini zekâ pırıltısı sandığı bir kültüre muhatabız ne yazık ki.

Bütün meselelerin birbirleriyle iç içe olduğunu hatırlatıp, devam edelim. Kültürü meydana getiren unsurlardan birisi olan anlayışın, cemiyet içinde müşterek bir zeminde buluşmasının dilden başka bir yolla gerçekleşmesi mümkün müdür? Elbette değildir. Dil düşüncenin suretidir ve bir milletin eğer ki kültürünün geçmişi kadar zengin, anlayışı kadar derin bir dili yoksa, o kültür nasıl yaşayabilir, nasıl tekâmül edebilir? İşte bu sebeble “Harf Devrimi”nden beri dilimiz kültür emperyalizminin başlıca hedefleri arasında yer almaktadır ve sistemli bir şekilde milletimizi İslâm’dan uzak tutacak şekilde müdahalelere maruzdur.

Başyücelik Devletinde sanayileşmenin meydana gelebilmesi adına üzerinde ısrarla durulması gereken temel kültür meselelerinden biridir dil aynı zamanda. Dil olmadan düşünce faaliyeti olmayacağı için, doğru düşünce ve doğru düşünce faaliyetinin gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktır. Büyük Doğu-İbda Rönesans’ını tamamlamıştır derken, bu tamlığın elbette dile bakan bir tarafı da vardır. “Her dünya görüşü ayrı bir dil ve bu dünya görüşüyle sarkılan her mevzu, varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı ayrı bir dil kurmadır.” Büyük Doğu-İbda, Doğu ve Batı’nın bütün irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafı üzerine silkelerken, aynı zamanda tefekkür adına azamî derecede istifâde edilebilecek yeni bir dil de meydana getirmiştir.

Sanat: Mücerret mefhumların dil, renk, ses, şekil ve hacim kompozisyonları vasıtasıyla ahenkle tedai ettirilmesi…

İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere; sanayi, ‘sanatlar’ ve insana gerekli eşyanın temini yolunda, pratik bir yarar amacıyla hammaddeyi mamul madde haline getiren iş ve üretimi temin eden araçların tümü mânâsındadır da.

Burada kültüre istikâmet tayin eden ideal bahsine de bir göz atmakta fayda var; şiir, müzik, resim ve mimarînin gelişiminde olmazsa olmaz olan cemiyetin bir ideal ekseninde buluşmasıdır. Rusya örneğine bakacak olursak, senelerce bir kültür meydana getirememiş olan Ruslar, Deli Petro‘nun “sıcak denizlere inmek” idealinde buluştuktan sonra; edebiyat, resim, müzik gibi sanat faaliyetlerinde tekâmül etmiştir. Ulvî olmayan bir idealde buluşmak bile bir milletin bu şekilde tekâmül etmesine vesile oluyorsa, düşünün ki mukaddes bir idealde buluşmuş bir millet nelere muktedir olmaz?

Demek ki, kültürün ileriye zuhur ettirilmesinde ahlâk kadar, o ahlâka tâbi olan ideal ekseninde cemiyetin buluşmasındaki önemin de altını çizmekte fayda var. Heyecanın pörsümesine mâni olmak ve gözleri daima ötelere, ötelerin de ötesine dikmek, nihayetinde “bizim inancımızda” ötelerin ötesinin de ötesinde O’nu bilmek ve bu hudutsuzluk cümbüşünde, kendi kendimizi yine inancımızla en keskin çerçevenin içine almak ve tezat görünen bu iki zıt kutbun ahengini içtimaî bir fışkırışın vesilesi kılmak…

Temel mesele: “İnsanın etkilendiği, ‘kendini insana empoze eden meseleler’, birinci dereceden ‘öz’, ikinci derecede “özle ilgili” meselelerdir; İnsanlar için ruh, madde, zaman, mekân, hayat, ölüm, ve ölümsüzlük gibi mevzular, izahına yanaşılmasa da, duygumuz, düşüncemiz, ve iradî faaliyetlerimizde hâkim olan ve tüten mânâlardır.” “Kültür Davamız” adlı eserinde İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu temel meseleleri bu çerçevede tanımlıyor.

Globalleşmeyle beraber bugün hâkim olan kültürün bu meselelerden yalnızca madde; ve maddenin de çeşitli borsalardaki maddî değerinden ötesiyle alâkadar olmadığını görüyoruz. Gelişen teknikle beraber madde âlemi didik didik ediliyor; fakat elde edilen veriler beşerî sistem içerisinde muvazene edilerek bir türlü yerine konamıyor. Bu durum, içinde bulunduğumuz kültürle beraber insanı eşya ve hadiseler tarafından teshir edilir hâle getiriyor.

Bizim anlayışımıza dönecek olursak bir kere en başta biliyoruz ki; biz “Allah’ın halifesi olarak yeryüzünde eşya ve hadiseleri teshir etmek için yaratıldık.” Böyle bir yaradılış tanımından sonra, bunun tersinin vukuu bulmasının ruhî planda neden olduğu-olabileceği acı ve elemi, doğurduğu arayışları bugünün cemiyetinde çok net bir şekilde görebiliyoruz. Cinsî sapkınlığından tutun da, adrenalin müptelalığına ve tüketim çılgınlığına kadar pek çok ifrat ve tefrit, varlığın ruha mukavemet edişinin ruhî bir anlayış ile çözüme kavuşturulamayışından kaynaklanıyor. Dolayısıyla bir sanayileşme hamlesine kalkışmadan evvel temel meseleler izaha kavuşturulmalı ve kültür bütünlüğü içinde eksik herhangi bir parça bırakılmamalıdır.

***

Millî bir sanayileşme hamlesinin temel şartı olarak, keşif dehasıyla beraber işi yerli ve orijinal kaynaklara bağlama marifetinin teşekkül etmesi için, toplumun yeni bir kültür tarafından yoğurulması şartı son derece açıktır. Bunun yanı sıra elbette ki emperyalizmin memleket sathına uzanmış kolları budanmalı ve içinde bulunduğumuz şartlardan doğan esaret zinciri de kırılmak zorundadır. Ve nihayetinde, globalleşen dünya ve irtibat vasıtalarının umumileşmesinden dolayı hızlı bir şekilde halkalar hâlinde dışa doğru da bu oluşun tamamlanması gerekir… Bu üç unsur hep birlikte hesab edilmediği takdirde, tek başına bunlardan birini yahut ikisini gerçekleştirmekle muvaffak olmak mümkün değildir.

Tüm bu bahsettiğimiz hususlar millî bir sanayileşme hamlesinin yanı sıra aynı zamanda millî bir iktisadın kurulabilmesi için de olmazsa olmazdır. 

Aylık Dergisi, 131. Sayı, Ağustos 2015