Ruhî kenetlenme ve ideolojik yetkinlik olmadan İslâm inkılâbının gerçekleşemeyeceğini bilmeliyiz. Kendi hâl izahını yapamayanların davayı yürütmesi de düşünülemez.

Müslümanın yaptığı her şey İslâm’a mal edilemeyeceği gibi her İbdacının yaptığı da İbda’ya mal edilemez. Ancak işin niteliği İslâm’a/İbda’ya uygunsa o zaman mal edilebilir. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun resmini profiline asan her kişinin yaptıkları/söyledikleri de İbda’ya muvafık olacak diye bir kaide yoktur. “Bunu kim tesbit edecek?” sorusunun cevabı ise ya güvenilir bir kaynak ya da doğrudan doğruya fikriyatı tanıyıp ona göre test etmek şeklindedir. Sanal ortamların (internet vs.) teşvik ettiği ve esasen kolaya da gelen İbda adına ahkam kesme, kendi kafasına göre dışındakileri aforoz etme gibi sorunlar meydana gelmektedir. Tâbiri caizse “İbda uzmanı cahiller” ortalıkta cirit atmakta, had tanımamak, edepsizlik, sığ idrak ve bunların yanında kabalık almış başını gitmektedir. Tabii ki bütün bunların yanında dava liyakatini taşıyan, onu doğru temsil eden cephe/bürolar bulunmakta ve bu fedakâr gönüldaşlar varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Bakılacak ve örnek alınacak isimler ise bu tür gönüldaşlardır.

İbda’nın temel ölçülerinin başında “sır idraki” (1) olmasına rağmen sığ anlayışlar ve aklını beğenme hastalığı gönüldaşlar arasında da yaygındır. Halbuki sır idraki, anlaşılmaz ve mübhem bir şey değildir. Sır idraki (zevken idrak), lafızda kalmamak, bilakis lafız ve mâna birlikteliğiyle incelikleri idrak etmek demektir. Bir başka deyişle sır idraki, ölçüleri kendi idrak seviyemize indirmeme ve her şeye “dır” ve “tır” dememedir. İşin aslında edepli olmak ve haddi aşmamaktır da diyebiliriz. Ancak öyle şeyler görüyor ve duyuyoruz ki daha İbda ve İbda-C farkı anlaşılmadan, kendi yorumunun İbda’ya mutabık olduğuna emin olarak karşı tarafa velev ki gönüldaşı olsun keskin bir tavır alınabiliyor. İbda ile İbda-C’nin birbirine karıştırıldığına başka bir misal, İbda’nın söylemlerini velev ki inanarak olsun kullanmanın kişiyi İbda ile özdeş yapacağının zannedilmesidir. Bizler ne kadar mükemmel işler çıkarsak bile İbda değil, İbda’dan oluruz. İbda, kul yapımı bir düşünce ve hareket olarak mutlak değil, ancak kendi sistematiğinde bir tamlık ifadesi olduğu ve esasen nisbet ve usulü de sağlam olduğu için biz onun kul yapımı olduğunu bilerek rehber olarak alırız, hatta o çağımızda “kılavuz yıldız”dır. Bu hususta hiç şüphe yok! Ancak İbda’ya mensup olanlar, İbda’nın “benzersiz oluş” mânasında görülen mükemmelliği kendi faaliyet ve yorumlarında iddia edemezler. İbda’yı kendine kalkan yaparak kendi tavır ve söylemlerini la yüs’el (dokunulmaz) görmek ise inanç, ahlâk ve ideoloji ile bağdaşmaz.

Bir İbda’cı ancak yaptığı faaliyetin niteliğiyle, onun İbda’ya uyumuyla değerlendirilebilir. Yoksa kimsenin nefsiyle dava değerlendirilemez. Zira dava şahısların üzerindedir. Bunu şu şekilde de misallendirebiliriz. İslâm ile Müslümanlık ilişkisi ve farkı gibi. Yani din ile dine bağlı olanlar özdeş olamaz, din ile tedeyyün (dinleşme) farkı gibi. Müslümanın her yaptığı da mutlak mânada doğru olamaz, peygamberler müstesna. Eğer faaliyetlerimiz şeriata mutabık ise dine dahil olur, dinden sayılır; din değil dinden, buna dikkat etmeli. Zaten gelenek de böyle bir şeydir. Ulema ve ümera sınıfı ile İslâm uğrunda savaşan mücahidler buna misaldir. Demek ki istikamet çizgisi ve boy aynamız her zaman Şeriatın ölçüleri olmalıdır.

Bir branşı olup onda derinleşmeyen, kültürel, siyasî, estetik, aksiyon vs. alanlarda bir şey ortaya koyamayan (bu mevzuların sadece lafını etmek aksiyon değildir) kişilerin beraberlikleri ise gönüldaşlık ilişkisi değildir. Velev ki bu kişiler İbdacı olsun. Evet, İbda fikir sistemini benimseyen herkes İbdacıdır, buna itiraz edilemez. Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz üzere İbdacının her davranışı İbda faaliyeti olmayabilir. Fikrin taşıyıcıları elinde sağlıklı yürümesi için İbda fikriyatında nisbet davası çok önemsenmiş olup esasen bu husus edep ölçülerinin başında gelir.

İbda’nın bizden istediği, ideolojik şuurlanma ve iş içinde eğitim prensiplerini uygulamaktır. İbdayı sadece dışımızdakilere tebliğ edilecek meta olarak görmek ise çok yanlış bir davranıştır. Birbirinin nefsinde kemal dikizleme hastalığını da buna ilâve edebiliriz. Bütün bunların sebebi de gönüldaşlık yapanların bir mevzuu olmaması ve kendi meşgale alanlarında yoğunlaşmamalarıdır. Mirzabeyoğlu’nun Damlaya Damlaya eserinde işaretlediği “fikir sevgisizliği”ni sadece kendi çevremizden uzak olanlarda arama ve kendimizde hata/eksiklik görmeme sakatlığına da temas edelim. Bu minvalde söz konusu eserde tesbit edilen üç eksikliği de önce kendi nefsimize tatbik etme niyetiyle zikredelim: “Mücerred fikir istidatsızlığı.” “İslâm’ı dışımızdakilere tebliğ etmekten bahsederken, tebliğ edilecek olandan kendi habersiz olanlar.” “İş bölümünü alelâde işlerin iş bölümü gibi anlayanlar.”(2)

Nasıl ki mü’min derece derecedir, İbdacı da derece derecedir. Taklit seviyesi var, taklidin taklidi var. Ayrıca tahkik var, tahkikin tahkiki var. Şöyle de tasnif edebiliriz: Bu işin sempatizanı, taraftarı, dâisi (davetçi), hilm ve tevazu sahibi, branşlaşanı ve kadro adayı olanı var. Her şey zıddıyla kaim olduğu için bunu da olumsuzundan gösterelim: İbda uzmanı geçinen cahili, caka satanı, baş olma peşinde koşup parsa derdine düşeni vs. var. Müsbet mânadaki vasıfların en alttaki ile en üstekine saygı duyulur. Ancak menfi mânada olanların hiçbirine saygı duyulamaz.

Yandaşlık ile gönüldaşlık ilişkisi de çoğu kere birbirine karıştırılmakta ve bu husus iki tarafın da işine gelmektedir. Öyle ki aşkını/vecdini yitiren bazı cepheler bir müddet sonra faaliyet yerine hizipleşmeye başlamaktadır. İdeolojik geyikler ise faaliyet cümlesinden değildir. Keza, abicilik oynamak da. Cephe/büro faaliyeti ile cephecilik (kulisçilik) yapmak bazen birbirine karıştırılıyor. Halbuki faaliyetin niteliği kendisini ele verir. Hakikî cephede terakki ortaya çıkar, “cephecilik”te ise tereddi ve dedikodu başlar.

İslâmî ölçüleri tatbik için kurulacak devleti (Başyücelik) kaymak yeme yeri gibi gören ve olmayan mevki ve makamları paylaşma veya parsa derdine düşen ve bu hususta birbirleriyle kıyasıya rekabete giren zavallılar da gönüldaş kisvesi altında bulunmakta hatta bunlar bahsettiğimiz sebepten (parsa) dolayı bir faaliyet içinde de olmaktadır. Onların yaptıkları belki davaya propaganda olarak katkı sağlar, ancak “Ameller niyetlere göredir.”(3) ölçüsünce Allah katında bir kazançları olamaz. Ayrıca dava aşk ve ahlâkına sahip olamayanlardan kadro teşekkül edemeyeceği gibi Allah çektirmediği çilenin nimetini kimseye vermez. Yani aşk ve ihlassız elemanlarla kadro olmaz. İhlasın yanında ehliyetin de gerekli olduğunu hatırlatalım.     

Bazı zaaflarımıza da temas edelim. Nefsimize mazeret biçmede çok bonkörüz. Zira atalet genel olarak iliklerimize kadar işlemiş olup iş yapmaktan ziyade laf üretmeyi seviyoruz. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini bile bile. Bu hâl iman zafiyetinden kaynaklanmakta, aşkını yitirip pörsümeye misal olmaktadır. Öyle ki bir araya gelince birbirlerine ayna olup geliştirmesi gerekenler birbirlerini sıfırlıyorlar. Böyle durumlarda ancak, “Körler, sağırlar birbirlerini ağırlar.” hâli doğmaktadır. Gerçek dostluk çerçevesinde dayanışmalı fikir oluşumu doğmamakta, bu da kısırlığa yol açmaktadır. Üstad Necip Fazıl’ın Napolyon’dan naklettiği, “Boş laf bana veba illeti gibi görünür.” (4) sözünü hem dilimize hem kalbimize nakşetmeliyiz. Az da olsa nefsimize zor gelen, ancak faydalı iş üzerinde olmalıyız! Şunu da unutmayalım ki nefsimize zor gelen işler yapabildiğimiz kadar adamız! Ayrıca şu hususu da ekleyelim ki bizler hiçbir karşılık beklemeden davayı taşımak zorundayız. İhlas, bereket ve tekâmül ancak bu yolla olur. Davanın bizi taşımasını beklemek ise züldür, düşkünlüktür; geçmiş hizmetlerimiz ne olursa olsun. Hülâsa, yukarıda saydığımız olumsuz vasıflar dava ahlâkı ve Müslüman duruşuyla bağdaşmaz

Modernizmin bencilliği teşvik etmesi ve ilişkilerin temeline koyması, böyle bir düzen içinde yaşayan Müslümanları da etkilemiştir. Gönüldaşlar da bu toplum içinde yaşadıkları için bu ve benzeri arazlardan kurtulamamış, ancak iman ve aksiyon çabasına girdikçe bu hallerden uzaklaşıp gerçek kardeşlik yolunda yürümüştür. Mücadele tarihimizde bunun birçok şanlı örneği vardır. Türban ve Ayasofya kavgaları, Metris ve Bandırma direnişleri, zindanda da başı dik duranlar ve şehitler buna misaldir.

Müslüman beş türlü şiddet ile mücadele etmek zorundadır. Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eserinin takdiminin ilk paragrafında verilen bu beş türlü şiddeti aktaralım: “Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kâfir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.” (5) Bütün bunlara, içinde yaşadığımız laik-seküler rejimi ve onun hukuk, eğitim, iktisat vs. sistemini de katarsak “Müslümanlık kahramanlıktır.” sözü perçinlenir.

Bu dava iman ve istikamet üzere bir ömür boyu yürüyüş demek olup bir hadiste işaret edildiği üzere, mü’min kardeşini sevmeden cennete giremeyeceği (6) şuurunda olanlar topluluğudur. Davaya yeni katılanları istememek, kendi seviyesinin üstündekileri çekememek gibi davranışlar İslâm inkılâbını geciktirici ve bir hadiste belirtildiği üzere sahibinin amelini heba edicidir. (7)

Devler gibi eserler vermek için karıncalar gibi çalışmalıyız! Kendimizi devler aynasında görmek ve parsa işlerine düşmek ise dava harici işlerdir. Mevlüt Koç’un literatürümüze kazandırdığı ifadeyle “İbda dışı İbdacılık” (8) tehlikesine dikkat etmeliyiz. Ruhî kenetlenme ve ideolojik yetkinlik olmadan İslâm inkılâbının gerçekleşemeyeceğini bilmeliyiz. İşin garibi daha İbda ile İbda-C farkını anlamayıp kendini İBDA ile özdeş, her söylediğini de İBDA ile mutabık gören müptezeller gittikçe çoğalmaktadır. Bu ise ortamın düşüklüğünü ve ideolojik eğitimden yoksunluğu gösterir. Bizler ise böyle bir ortama uymaktan ziyade bu hâlin muhasebesini yapanlardan olmaya bakmalıyız. Kısaca, kendi hâl izahını yapamayanların davayı yürütmesi düşünülemez.

Aylık Baran Dergisi 23. Sayı Ocak 2024