Farklı kesimlerde “İstanbul Sözleşmesi”nin iptal edilmesini talep eden söylem birliği gözleniyor. Ancak siz böyle bir iptalin netice vermeyeceğini ifade ediyorsunuz. Sizce İstanbul Sözleşmesi neyi ifade ediyor ve iptal edilmesi neden değişikliğe yol açmayacak?
Kadın sorunu ilk kez Birleşmiş Milletler I. Dünya Kadın Konferansı’nda (Meksika 1975) tartışıldı. Ardından BM Genel Kurulu’nda, 1979 yılında CEDAW (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) imzaya açıldı ve 1981’de yürürlüğe girdi. Türkiye, CEDAW’ı 1985 yılında imzaladı. Anlaşılacağı üzere küresel ölçekte 45, Türkiye ölçeğinde 35 yıldır aile içinde bir birey (kadın), hem ulusal hem uluslararası hukuk tarafından “özel koruma kalkanı”na sahip kılındı.
 
“Kadın Kimliği” Aile Kurumunu Eritiyor
İstanbul Sözleşmesi Türkiye tarafından 2012’de kabul edildi. 1985-2012 yılları arasında tedrici bir mevzuat yapılandırmasıyla “aile” mefhumu (ve kurumu) “kadın kimliği” karşısında eritilmektedir. CEDAW, “kadına karşı her tür ayrımcılığın önlenmesi”ni sağlayan temel yasanın hazırlanmasında (1982 Anayasası üzerinde) etkili oldu. Türk Medenî Kanunu ve Türk Ceza Yasası’nda değişiklikler sağlandı. Dolayısıyla bu süreçte artık toplumun hücrelerinde “erkek” (alp) tipi yitirildi. CEDAW Sözleşmesi’nde “ayrımcılık”, kadınlara karşı cinsiyeti nedeniyle yapılan farklılaştırma şeklinde ele alınmıştır. “Ayrımcılık” böyle tanımlanınca Avrupa’da bazı yansımaları oldu. Örneğin Kuzey Kiliseleri’nde Pazar ayinlerini yöneten rahipler kadınlardan seçiliyor. CEDAW, bu değişimin teorik temellerini hazırladığı gibi mevzuatların çıkarılmasını da sağlayan uluslararası sözleşmedir. İstanbul Sözleşmesi ise CEDAW’a atıf yapıyor ve imzacı devletlere “ayrımcılığı suç sayması”nı yükümlülük olarak getiriyor. İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği diğer önemli hükümlerden biri de “ev içinde yaşayan partnerlerin birbirine şiddetini engellemek.” Bu hüküm, muhafazakâr kesimde “homoseksüalitenin ve pedofilinin meşrulaştırılması” olarak okunuyor. Ancak kanaatimce muhafazakâr kesimdeki bu gerekçe sözleşmenin iptalini istemek için yeterli değil. Zira bugün artık gay-lezbiyen dışında onlarca “cins kimlikleri” tıp teknolojisi tarafından “imal” edilebiliyor. Dolayısıyla insana teknolojik müdahale, “fıtrat insanının azizliği”ni ve dokunulmazlığını ülkü edinmeyen bir tıp, İstanbul Sözleşmesi dışında kalan mevzuatlarla geliştiriliyor. Sözleşme, “ev içi şiddet” kavramıyla kan bağı ya da evlilik gibi kavramlara vurgu yapmadan aynı hane içinde yaşayan eşe, partnere, yaşlılara, çocuklara, şiddet uygulanmasını engellemeyi öngördüğü gibi, aynı haneyi paylaşmasa da eski eşlere karşı şiddeti de suç kabul ediyor. Sözleşmeye göre “şiddet”, fiziksel, ekonomik, cinsel, psikolojik olmak üzere dört şekilde gerçekleştirilebilir ve bunların hepsi de suçtur. Kanaatimce İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren kesimler pek çok konuyu atlıyor. Örneğin Sözleşme’nin 3/f maddesi, “kadın terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır” hükmü getiriyor. Bu hükme göre 10 yaşında bir kız çocuğu eğer annesi tarafından dövülürse, onu evden uzaklaştırabilme hakkı kazanıyor. Dolayısıyla ben CEDAW’da hortlatılan “insan” kavramının, küresel norm koyucular tarafından milli devletleri de aşacak şekilde uluslararası kurumların tebaları kılındığı düşüncesine vurgu yapıyorum. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi bir netice vermeyecektir. Çünkü uzun süredir bireyler, vatandaşlık bağıyla bağlandıkları milli devletleri aşan küresel hukuk mahkemelerine bireysel olarak başvurarak ayrımcılığı şikâyet edebiliyorlardı. Şimdi dünya sistemi artık bir aşamaya geldi. Artık bireylerin devleti küresel mahkemeye dava etmesi dönemi bitiyor. Artık bireyler, kendi ana-babalarını, eski eşlerini, sevgililerini, evlatlarını ayrımcılık yaptıkları veya şiddet uyguladıkları gerekçesiyle dava edebilecek ve cezalandırılmalarını sağlayabilecek. İstanbul Sözleşmesi iptal edilse bile dünya sistemin bu hedefinden uzak tutulması sağlanamayacaktır.
 
“Eğitim sistemi ekonomik ve sosyal anlamda Türkiye’nin önünü tıkamaktadır”
 
Resmî ve sosyal kurumların sosyal politikalarını aile kurumunun menfaatleri açısından ele almak gerekirse neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’de gerek devlet bürokrasisinin gerekse STK’ların “aile” meselesini esas alan politikalar ürettiği söylenemez. Türkiye’de 25 milyon öğrenci bulunmaktadır. 10 milyon kadar öğrenci lise-üniversite-yüksek lisans düzeyinde eğitim görmektedir. Devlet ve toplum, 15-30 yaş arasında bir genç kitleye evlenmemesi için her tür ekonomik desteği sağlamaktadır. Şimdi bu, sosyal politika değil kanaatimce. Toplumun intiharıyla, “self kısırlaşma” durumuyla muhatabız. Bir ülkede nüfusun ancak yüzde 2’si yüksek eğitim almalıdır. Osmanlı’da nüfus, “reâyâ ve berâyâ” olarak ayrılır ve “berâyâ” yani vergi vermeyen bürokratlar, kâtipler, yöneticiler, en fazla yüzde 10’u teşkil ederdi. Osmanlı toplumunun yüzde 90’ı “reâyâ-vergi verenler” kesimini oluştururdu ve mutlaka evli olması sağlanırdı. Şimdi günümüz Türkiye koşullarında 15-30 yaş aralığındaki nüfus yönetici işlevi görmediği halde hem bekâr hem tüketici hem de üstüne üstlük kamu tarafından tüketimleri sübvanse ediliyor. Ayrıca üniversite mezunlarına iş verilemediğine göre insan kaynağı israfı had safhadadır. Benim teklifim şudur: 1) Eğitimde üç sömestr uygulamasına geçilerek mevcut 4+4+4 sistemi 8 senede bitirilmeli, lisans ve yüksek lisans da 3 senede tamamlanmalıdır. Böylece Türkiye’de eğitim 6 yaşında başlatılsa, yüksek lisans dahil 17 yaşında bitirilebilecektir. Yani 21 yaşında doktorasını ve askerliğini tamamlamış bir gençlik artık evlenmeye hazır hale gelecektir; 2) Eğer Türkiye genç nesillerini 20 yaşında evlendirebilirse 100 yıllık periyodda 5 nesil alabilir. Ancak bugün evlenme yaşı 30’u aşmaktadır. Bu da 100 yıllık periyodda yaklaşık 3 nesil demektir. Eğitim sistemimiz hem ekonomik ve hem sosyal anlamda Türkiye’nin önünü tıkamaktadır.
 
Modernite... Modernleşme... Modernizm...
 
 “Erkek ve kadın eşitliği” ile amaçlanan nedir? Bu mesele hakkında dinî, kültürel ve sosyal bakımdan görüşlerinizi alabilir miyim?
Türkiye’de muhafazakâr-dindar kesimler başörtüsü mücadelesi sürecinde “eşitlik” doktrinine dayandılar. Kamusal alanda başörtülü kadınların çalışabilmesinin “insan hakkı” kapsamına girdiğini, “eşitlik istediklerini” ifade ettiler. Daha sonra dindar erkeklerin kamusal alanda üst düzey bürokrat, belediye başkanı, milletvekili olabildiği görüldü. Muhafazakâr kesimde kadın hareketi, kendilerinin “özel alana” itilip, eşlerinin hem de mücadele vermeden seçkinleşmelerini “eşitsizlik” olarak değerlendirdiler. 90’lı yıllarda görülen bu olgu “kadın-erkek eşitliği” talebinin Batılı I. Dalga feminist hareketin tezlerinde ileri sürüldüğü gibi dile getirilmesiyle neticelendi. Bu tez, örneğin Türk Medeni Kanunu’nda “evin reisi kocadır” hükmünün kaldırılmasında etkili oldu. Kadın-erkek eşitliği düşüncesinin temelini 4 Temmuz 1776 Amerika Bağımsızlık Bildirgesi’ne ve 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne dayandırmaktadır. Bu bildirilerdeki “Bütün insanlar eşittir” ilkesi kabul edildiği zaman erkek-kadını birbirinden ayıran mekân, ibadethâne, makam, meslek anlayışıyla toplumu inşa edemezsiniz.
Bir Müslümanın modernite, modernizm ve modernleşmeden ne anlaması gerekir? Mesela “çalışan kadın” meselesi sadece modernizmle açıklanabilir mi?
Modernite: Geleneksel toplumdan, eskinin değer ve davranış kalıplarından kopuştur. Örneğin “eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlal” ifadesinin felsefi anlamda bir tür modernite olduğu söylenebilir. Toplumsal hayatın inşasında bireyin ve aklın rehberliğinin esas olduğu fikri “modernite”dir. Modernite, toplumların gelişme/ilerleme yoluyla evrildiğini esas alır ve tarihsel anlamda gelişme halini ifade eder. Modernizm, modernitenin felsefesine dayalı toplum mühendisliğidir. Modernizm, toplumu tepeden aşağı değiştirmeye yönelik bir ideolojik tutumdur. Bu nedenle de devlet ya da bir baskı gücü ile topluma dayatılır. Modernite’nin tarihsel gelişme sürecine eklemlenmeyi ifade eden bir politik/zihni yönlendirmeyi ifade eder. Modernleşme, modernitenin geleneksel değer dünyasına itirazını kurumlara yansıtarak varlık kazanır. Modernleşme, okul, medya, ordu, işyeri, mahalle gibi toplumu sarmalayan kurumların geleneksel toplumdaki yapısını yıkarak birey temelinde yeniden yapmayı ifade eder. Modernizm ile modernleşme arasında şöyle tefrik yapılabilir: Bir toplumun ulaşım sisteminde at-katır gibi binek hayvanlarının yasaklanması modernizmdir. Bu toplumun ulaşım sistemini lastik tekerlekli araçlara uygun olarak yeniden tesis etmek modernleşmedir.
 
“Çalışan Kadın Himayeden Çıkıp Bireyleşti ve Modernleşti”
 
Türkiye’de “kadının çalışması” tartışmaları “kadının ekmeğini kazanması” meselesi olarak ele alınıyor. Hatta şu deniyor: “Eski-geleneksel toplumda da kadın çalışmaktaydı.” Oysa geleneksel toplumda kadın, tımar sisteminde de ahi-fütüvvet sisteminde de erkeğin himayesinde çalışmakta idi. Örneğin Osmanlı esnaf birlikleri “usta-herif” denilen kişilere tezgâh açma, bedestende dükkân işletme ruhsatı vermekteydi. Kadın emeğinin çok görüldüğü çift-hane sisteminde (tımar arazide) ise, dirlik erkeğe (kocaya) verilirdi. Bu kadınlar, kendi emeklerinin mahsulünü “kadın pazarı” denilen ve sadece kadınların satıcı olduğu pazarlarda satışa arz edebilirdi. Ancak bu imkân, kadınların “aile birliği” dışında kendilerine müstakil bir hayat alanı açmalarına izin vermezdi. Aslında aynı durum erkek için de geçerlidir. Bekâr kişi, mahallede oturtulmazdı. Bu nedenle erkek ve kadın evlenmeden, mahallenin üyesi olamaz, ev-beyt açamazdı. Dolayısıyla günümüzde “çalışan kadın” artık bireydir ve modernleşmiştir.
 
“Evlenmek Erkek İçin Hapis Tehdidi Haline Getirildi”
 
Muhafazakâr camiada evlilik kurumunun tıkandığını söylüyorsunuz; biraz açabilir misiniz?
Muhafazakâr kesimde, evlilik kurumu tıkandı. Bunun çok sebebi var: a) Kadınlar evleninceye kadar “eril iktidarın kaynağı” olarak gördükleri töre/örfe göre sürecin ilerlemesini isterken, koca adayından mehir/düğün/balayı/ev eşyası talep ediyor. Yani eşitlikten bahsetmiyor. Evlendikten sonra ise “bu töre patriyarki üretiyor” diyerek bu kez “eşitlik” gereğince karı-koca ilişkilerinin tanzimini bekliyor. Böylece fıkıhta “mal ayrılığı” rejimi varken, evlendikten sonra “edinilmiş mala katılma rejimi” gereğince kocanın gelirinin yarısı karısına aittir, diyor; b) Kadınlar boşandıklarında Medeni Kanun’un 175. Maddesi gereğince “ömür boyu süresiz yoksulluk nafakası” talep ediyor. Bu durum eski kocayı bir tür “sosyal güvenlik kurumu” haline getiriyor; c) TCK’daki “evlilik içi tecavüz suçu” kadınların kocalarını “cinsel şiddet” iddiasıyla mahkûm ettirmelerine kapı açıyor. 6284 sayılı yasada da kadının beyanı esas alınarak erkek evden uzaklaştırılabiliyor. Keza, nafaka ödemekte zorlanan eski koca, İİK gereğince “tazyik hapsi”ne çarptırılabiliyor. Dolayısıyla evlenmek, erkek için her an hapis tehdidi haline getirildi. Muhafazakâr kadınlar kanunlardaki bu yaptırımları savunuyorlar ve kadın haklarının kazanımı görüyorlar. Bu nedenle evlilik kurumu tıkandı.
 
“İslamcı Feminizm...”
 
“İslamcı feminizm” adıyla ortaya çıkan şahıs ve çevrelerin zihniyetini tanımlayabilir misiniz, böyle bir kimliğin toplumda karşılığı olabilir mi?
“İslâmcı feminizm” dediğimizde şu sanılmaktadır: Namık Kemal, Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi, Mehmet Âkif’ten beri gelen “İslâmcı” düşüncenin modern devirdeki kadın versiyonu. Böyle bir niteleme doğru değil. İslâmcı Feminizm, Kur’an’ı kadın nazarıyla yorumlayan bir harekettir. Bu nedenle Türkçü, Batıcı ekolde olan kadınlar da bu hareketin içinde olabilir. İslâmcı Feminizm’in en temel görüşü şu: Hz. Peygamber’den (S.A.V.) hemen sonra başlayan tefsir ve fıkıh ekolleri maskülendir (eril-erkek bakışla ayetleri ve hadisleri yorumlamıştır). Bu nedenle bir kadın tefsir hareketi geliştirilmeli ve kadın-erkek eşitliği esas alınarak ayetler yorumlanmalı. Bu yaklaşımı geliştiren teorisyenlere göre, “Çağımızda erkek, “kavvam” değildir; zira, artık kadın da nafaka kazanmaktadır. Kadınlar da imam olabilir. Hz. Meryem’e vahiy edildiğine göre kadınlar da geçmişte peygamberliğe mazhar kılınmıştır ve kadının imamlık yapması caizdir.”
Evlenme yaşının yükselmesi ve nüfus durgunluğu kaygısıyla devletin halktan üç çocuk talebini nasıl değerlendirmek gerekir?
Evlenme yaşının 30’lu yaşlara çıkması, eğitim ile ilgilidir. Türkiye’nin nüfusunun 1/3’ü öğrenci. Ayrıca bütün kesimlerde kadın-erkek eşitliği ideolojisi hâkim inanç haline geldi. Bir kere evlenen adam da çalışan kadınla izdivaç düşünüyor ve evlendikten sonra ilk iş olarak düğünde takılan altınları peşinat yapıp konut kredisi çekiyor. Konut kredisine giren bir adamın üç çocuk düşünmesi imkânı kalmıyor. Zaten geç evlendiği için eğitim sistemi de ülkenin üretim biçimlenmesi de bir tür kısırlaştırma işlevi görüyor.
 
“Anayasa Uzun Evlilikleri Engelliyor”
 
Anayasada geçen “ailenin korunması” ile ilgili hükümde yer alan “eşitlik” tanımının “erkeğin reisliği” ile değiştirilmesi gerektiğini vurguluyorsunuz? Açıklayabilir misiniz?
Anayasa’nın 41. Maddesi, “Ailenin Korunması” başlığı altında “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” hükmü getiriyor. Türk Medeni Kanunu’nun 186. Maddesi ise “Birliği eşler beraberce yönetirler” hükmünü düzenlemiştir. Ancak evlilik bir akittir. Türk Medeni Kanunu, eşlerin evlilik birliğinde diledikleri mal rejimini seçebileceğini de düzenlemiştir. AY 41 ve TMK 186 hükümleri uzun evlilikleri engelliyor. Düşünün ki, siz eşinizden yüksek maaş aldığınız halde maaşınız size ait değil, evlilik birliğine ait ve onda tasarruf hakkınız kısıtlanıyor. Yahut babanızdan size kalan bir daire üzerinde eşiniz “aile konutu şerhi” koydurabiliyor ve o evinizi satamıyorsunuz. Bu durumda bir erkek, recül/alp/feta kimliğini kaybettiğini görüyor. Yasalar kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapıyor. Çoğu erkek geleneksel değerlerini korumak için evleniyor. Ancak evlilik bu değerleri CEDAW gereğince “ayrımcılık” ve İstanbul Sözleşmesi gereğince “şiddet” sayıyor.
 
“Süresiz Nafaka Aile İtibarını Zedelemiş, Gayr-ı Meşru İlişkinin Önünü Açmıştır”
 
“Süresiz nafaka hakkı” arayışına verilen desteklerin evlilik kurumu aleyhine olduğunu ifade ediyorsunuz. Sebeplerini açıklayabilir misiniz?
Süresiz yoksulluk nafakası için bir ön bilgi vermek gerekir. Bu nafaka sadece boşanmış kadının aldığı bir nafaka türü. Yani çocukların nafakası değil. Fıkıhta boşanan kadın sadece iddet müddeti süresinde kocası tarafından bakılır, barındırılır. Bu müddet bitince babasının evine döner. Bir kadına nafaka ödemek, onunla akrabalık hukukunu devam ettirmek demektir. Oysa boşanmış kişiler artık birbirlerine yabancıdır. Kadının eski kocasından hayat boyu nafaka alması kocayı yasa yoluyla ezmek ve iğdiş etmek anlamına geliyor. Zira bu adamın ödediği nafaka nedeniyle gelirinde kesinti oluşuyor ve yeni bir evlilik yapma imkânı kalmıyor.  Hele bir adam birinci eşinden ayrılıp “yoksulluk nafakası” ödedikten sonra ikinci eşinden de ayrıldığında hayat boyu iki kişiye nafaka borçlusu oluyor. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin 2011/136 E.- 2012/72 K. Sayılı ve 17.5.2012 tarihli kararında şöyle bir gerekçeye yer verilmiştir:
“Evlilik birliğinde eşler arasında geçerli olan dayanışma ve yardımlaşma yükümlülüğünün, evlilik birliğinin sona ermesinden sonra da kısmen devamı niteliğinde olan yoksulluk nafakasının özünde, ahlâki değerler ve sosyal dayanışma düşüncesi yer almaktadır. Yoksulluk nafakasının amacı nafaka alacaklısını zenginleştirmek değildir. Yoksulluk nafakasıyla, boşanma sonucunda yoksulluk içine düşen eşin asgari yaşam gereksinimlerinin karşılanması düşünülmüştür. Yoksulluk nafakasına hükmedilebilmesi için nafaka talep eden eşin boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olmasının yanı sıra, nafaka talep edilen eşin de nafaka ödeyebilecek ekonomik gücünün bulunması gerekmektedir. İtiraz konusu kuralda, boşanma sebebiyle yoksulluğa düşen eşi korumak için diğer eşin, koşulları bulunduğu sürece, herhangi bir süre sınırı olmaksızın yoksulluk nafakası vermesi düzenlenmiş olup bu yükümlülüğün sosyal hukuk devleti ilkesinin gereği olarak getirildiği kuşkusuzdur.”
Kanaatimce bu gerekçe hatalıdır. Çünkü evlilik birliği dağıldığında eşler arasında dayanışma ve yardımlaşma yükümlülüğü hitama ermektedir. AYM, “yoksulluk nafakasının özünde ahlâkî değerler olduğundan” bahsetmektedir. Oysa boşanan kadının kendi babası ve kardeşleri, akrabaları vardır. Her Cuma hutbesinin ardından Nahl 90. ayetin, “Allah akrabaya yardımı emreder” emri okunmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 364. Maddesinde “Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür” hükmü düzenlenmiştir. Boşanan kadın zaten evlilik birliğinin başında kocasından mehir/takı/maddi kıymetler almıştır. Düğünde takılan altın da Yargıtay içtihatlarına göre kadının sayılmaktadır. Koca kusurlu ise boşanma sırasında maddi ve manevi tazminat da kadın lehine hükmolunmaktadır. Ayrıca 2 gün evli kalıp ayrılan kadın dahi “boşanmakla yoksulluğa düştüğü” iddiasıyla “yoksulluk nafakası” talep etmektedir. Evlenirken zengin olmayan kadının boşanırken yoksul düşmesinin hukuki olarak kabulü tutarsızlıklar içermektedir. Keza, yüksek boşanma oranları, evlilikte mal ayrılığı rejiminin 2002 değişiklikleri ile mülga kılınmasından kaynaklanmaktadır. Mecelle’de Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır” hükmü bulunmaktadır. Erkeğin süresiz yoksulluk nafakası ödemeye yükümlü kılınması, aile kurumuna itibarı zedelemiş ve gayr-ı meşru ilişkilerin önünü açmıştır. Nüfus artış hızı evlilik müessesesinin yıkılması sebebine bağlı olarak düşmektedir. “Toplumun temeli aile” fikri giderek sosyal vicdanda silinmektedir.

Röportaj: Cumali Dalkılıç

Baran Dergisi 657. Sayı