Yeni bir nesil yetişiyor. Bu nesil Kemalist anlayışın zihinlerdeki tahakkümünden sıyrılmış ve çeşitli mecralara dağılmış bir nesil ve bu yeni neslin büyük bir kesiminin aidiyet duygusu taşıdığı taraf da hâliyle İslâm safları…

Yeni bir nesil yetişiyor. Bu nesil Kemalist anlayışın zihinlerdeki tahakkümünden sıyrılmış ve çeşitli mecralara dağılmış bir nesil ve bu yeni neslin büyük bir kesiminin aidiyet duygusu taşıdığı taraf da hâliyle İslâm safları…

Üstad Necib Fazıl’ın İslâm dâvâsını aziz tutmak adına verdiği mücadele, 1999 senesinde, Yürüyen Büyük Doğu-İBDA’nın Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA erleri tarafından çok önemli bir eşikten geçirilmiş ve Kemalizm’in “İstiklâl Mahkemeleri”nde temellendirerek inşa ettiği korku imparatorluğu, yıkılmıştır. Bu durum neticesindedir ki, bugün İslâmcı aydınların eserleri raflarda yer alabilmekte, kendilerine televizyonlarda söz hakkı tanınmakta, hür bir biçimde kendilerini ifâde edebilmekte, takipçileriyle buluşabilmekte ve İslâm dâvâsını korkmadan dillendirebilmektedirler. 

Diğer bir taraftan, Kemalizm hegemonyasıyla beraber korku imparatorluğunun yıkılmasıyla, İslâm aydını olmanın bedeli ortadan kalktı. Özellikle iktidara da muhafazakâr bir partinin gelmesiyle birlikte ihlâssız, çilesiz, liyâkatsiz, sığ, dalkavuk, fikirsiz, taklidçi ve popülist “İslâmcı” aydınlar türedi. Saydığımız sıfatlar bir Müslümanla beraber asla ve asla anılmaması gereken sıfatlardan olmasına rağmen, bu sıfatları taşıyan kimselerin bugünün popüler medyasında kendilerini “İslâmcı” aydın olarak pazarlamaları ve kendilerine müşteri buluyor olmaları büyük bir sıkıntıya işaret ediyor. Derinliğine ve genişliğine hiçbir meseleye çözüm getirememiş, 20-30 senedir ezberlediği lâfları tekrarlayan, çeşitli mahfillere karşı oluşta hayat bulan, orjinalitesi olmayan, çapsızlığına bakmadan ortalık yerde üstadlık taslayan bu keleşleri maddî planda tedavülden kaldırmak kolay iş; fakat aslolan, içtimaî bir irfan kıvamı tutturarak mevcuttaki ve bundan sonraki sahteliklere hayat hakkı tanımayacak iklimi sağlamaktır. Aksi hâlde bugün bunlar, yarın bunların yerine peyda olacaklar derken, elekte su taşınır ve iş yaptım zannıyla bir ömür geçer gider.   

Şimdi bu sahteliğin nerden türediğiyle başlayalım ve kaynağına bakalım.  Kemalizm hegemonyası bahsettiğimiz şekilde yıkıldı fakat 90 sene boyunca Müslümanlarla İslâm kültürünü birbirinden tecrit etmek adına dil, eğitim, öğretim, sanat, siyaset, iktisat, tarih, hukuk, ahlâk ve fikir gibi kültürü meydana getiren şubelerde inkılâb adı altında gerçekleştiren yıkımdan sonra, Müslümanlarla İslâm kültürü arasına giren uçurum henüz ortadan kalkmadı. Böyle bir uçurumun varlığını teşhis ettikten sonra da İslâm aydınına düşen en birinci vazife, Müslümanlarla İslâm kültürü arasındaki uçurumu kapatmak vazifesidir. Üstad Necib Fazıl’ın İslâm kültürünün çekirdeğini ihtiva eden Büyük Doğu fikriyâtını, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA külliyatında örgüleştirmesinin temel sebebi de budur. Müslümanlar, yeniden, yenilenmiş bir anlayışla beraber İslâm kültürüyle yoğurulmalıdır. Aksi hâlde, bu irfan kıvamı tutturuluncaya dek, sahteliklerin tecelli etmekten hâyâ etmedikleri zemin varlığını sürdürecektir.

***

Toparlamak gerekirse; yenilenmiş bir anlayışla birlikte, Müslümanlar İslâm kültürüyle yeniden yoğrulmalı ve içtimaî planda sağlıklı bir irfan mayası tutturulmalıdır. Bu mayayı tutturmaya yönelik atılacak adımların başında da tabiî olarak muhakeme sakatlıkları geliyor. Kol yanlış kaynadığında kırılır ve doğru kaynaması sağlanır, hâliyle İBDA Mimarı da evvelâ “Sakat Muhakeme” başlığıyla yola çıkarak, muhakeme yanlışlıklarını teşhis ediyor ve aslında “nasıl” olması gerektiğini ortaya koyuyor. Ardından da “Sakat Muhakeme”den başlayarak, “kültür” bahsini örgüleştiriyor. “Sakat Muhakeme” başlığı altında “Zıddını Düşünmek”, “Karşı Yanlış”, “Donma ve Alışkanlık” bahislerinden, “Donma ve Alışkanlık”ı, kendi şuur seviyemizde zapt etmemek kaydıyla, incelemek niyetindeyiz. Bu vesileyle, umuyoruz ki, muhakememize bir ayna tutmuş olur, farkında olmadan da olsa içine düşülen ve düştüğümüz hataları görürüz.

Donma ve Alışkanlık

İdrakinde olsak da olmasak da bütün bir kâinat akış hâlinde;  Üstad Necib Fazıl “Sakarya Türküsü”nde diyor ya; “Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;” diye, her şeyin akış hâlinde. Peki, bunca akışın muhatabı olan “insan” ne vaziyette?

Esatire bakacak olursak, insanoğlu bu dinamizmi çoğu kez yakalayamıyor. Peygamberler geliyor, “sırat-ı müstakim”in ne olduğu ve bu istikâmet üzere nasıl yaşanılacağı, nasıl yürüneceğini insanlara öğretiliyor. Bir süre sonra neyin “niçin” yapıldığı unutuluyor ve taklidî bir zaviyeye iniliyor. Ardından da taklid, taklid ve taklid derken; bir de görüyoruz ki temel kaidelerin yerini hurafeler alıyor, incelikler yitiriliyor, hakikat kaybediliyor, vasıtalarla maksatlar karıştırılıyor ve insanoğlu, peygamberin kendisine öğrettiği yolu, saptığı yola uydurmaya kalkıp, yeniden yorumluyor. “Hakikate mutlak zıt söz söylenemez” düsturunca da sabit olmak kaydıyla, bir hakikatten, hakikatin aslına mutlak mânâda zıt olmayan bin bir türlü sahtelik türüyor. Genellikle, idrak kuvvetleri dâhilinde zapt edilen yeni anlayışlar, inanışlar, aslından fazla rağbet görüyor. Tâ ki, Allah yeniden bir Peygamber vasıtasıyla insanlığa rahmet edinceye kadar, bu sapkınlık sürüp gidiyor.

Bugün de örneklerini görüyoruz, çeşitli zümreler 1990’lı yılların “Soğuk Savaş” şartlarında donup kalmışlar, tekâmül edememişler ve bugün cereyan hadiseleri o günün şartlarında yorumlayarak, o günün şartlarındaymış gibi davranarak, bir nevî zamanı kaçırdıklarını bütün hâlleriyle ortaya koyuyorlar. Sonra da sesleri çok çıkıyor, “bizi neden kimse kaâle almıyor diye.” E almazlar tabiî!..

Fikirsizlik, mücerret fikir istidatsızlığı, fikrin muhatabını yitirmesi, fikri yaşamak yaşamayı fikir bilmemek, terk-i tefekkür, taklitçilik, normatif şuur hataları, şöhret peşinde popüler kültürün hâkimiyetine teslimiyet, yobazlık, dalkavukluk ve tüm bu oluş zorluklarını sıçrama tahtası bileceği yerde muhafazakârlaşma… Sakat Muhakeme unsurlarından “Donma ve Alışkanlık”ı meydana getirdiğini düşündüğümüz temel unsurları bir araya toplamaya çalıştık. Bundan sonra da bu bahisleri tek tek kısaca ele alarak, “Sakat Muhakeme”de “Donma ve Alışkanlık”a sebeb olan unsurları değerlendirmeye gayret edeceğiz.

Fikirsizlik: Bir bakıma da düşünme melekesinin iptali. İster-istemez muhatabı olduğumuz Batı hayatı ve bu hayatın, hayatımızı biçimlendiren enstrümanları düşünme melekesini iptal ediyor. Ezberci eğitim sistemi, “modern” kurumlar, sosyal hayatı planlayan medya, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin iptali, dedikodunun yaygınlığı gibi sebeplerden ötürü insanı insan yapan biricik hâslet olan düşünmeye bir türlü fırsat kalmıyor.

Açacak olursak, eğitim sistemi bir mesele üzerine düşünmeyi, akıl yürütmeyi değil, çeşitli kalıplar üzerinden hareket etmeyi ve ezberlemeyi öğretiyor. Düşünce melekesini geliştirecek hiçbir faaliyet yahut ders şekli söz konusu değil.

Kârı maksimize etmek üzere kurulmuş olan işletmelerde tek tipleştirilmiş iş faaliyetinin dışında akıl yürütmek ve bir iş gerçekleştirmek neredeyse işten kovulmayla eş değer. İllâki sana verilen vazife neyse onu, sana tarif edildiği şekliyle yerine getirmek zorundasın.

Medyanın giyim tarzından tutun da kullanılacak vasıtalara kadar bizim yerimize düşünerek(!) bizim hayatımızı şekillendiriyor oluşu, ayrı bir garabet. İnsanlar kendilerine medyadaki programlar vasıtasıyla popüler hâle getirilmiş olan seyahat noktalarından başkasını bile seçme hürriyetinden yoksunlar. Hâl böyle olunca sosyal hayat içerisinde insanın düşünme melekesini geliştirmeye hiçbir yol yok. Gündem ne ise, sen de o oluyorsun.

Komşuluk ve akrabalık ilişkileri normal seyrinde olsa, bu kadar dedikodu olmasa insanlar için en azından başkalarının dertleriyle dertlenme, onların sorunlarına çözüm aramak adına düşünmek için bir fırsat olabilir. Oysa ki maalesef, dedikodunun yaygınlığı hasebiyle ne kimse kimseye derdini açabiliyor ne de diğer taraf onun derdiyle alay etmekten öte çözüm arayışına girmeye tenezzül ediyor.

Son verdiğimiz misâl belki bir çokları için fikirsizlik sebebleri arasında marjinal duruyor olabilir fakat hayatın içerisinde düşünmeye, fikretmeye uç noktalarda bile yer kalmadığının resmini ortaya koymak adına bu misâli de verelim istedik.

Hayat şartlarının düşünme melekesinin işlemesi önünde başlı başına engel olduğu bu şartlarda insan ve toplum nasıl tekâmül edebilir ki? Hâliyle donukluk ve bu fikirsizlik ortamındaki sathîliğin neden olduğu taklitçilikten de alışkanlık hâkim olur. Kendisini aydın addedenler, bu seviyesizliği aşmakla mükellef oldukları hâlde, mevcud popülarite seviyesinde iş ve eserler vererek kendilerini bu seviyede ifâde ederlerse, o vakit toplumun yolunu kim aydınlatacak? Mevcudu bir meydan ve tekâmülü meydandan ileri açılan yollar olarak tanımlayacak olursak, bizim meydanlarımız ışıl ışıl lâkin yollarımız maalesef zifirî karanlık. Kendisini “aydın” addedenler, maalesef yalnızca vasat içinde ışıldamakla tatmin oluyorlar.

Mücerret Fikir İstidatsızlığı: İnsan aynı zamanda ruhî bir varlıktır. Cesedin sağlıklı olmak için nasıl gıdalanmaya ihtiyacı varsa, aynı şekilde ruhun da gıdalanmaya ihtiyacı vardır. Cesedin maddî unsurlardan müteşekkil olması itibarıyla, nasıl ki maddî âlemle irtibat hâlinde olması icab ediyorsa, aynı şekilde ruhun da manevî âlemle irtibat içerisinde olması icab etmektedir. Bizler maddî âlemde yaşadığımız ve vücudumuzdaki idrak kuvvetleri yalnızca maddî âlemi idrak edebildiği için manevî âlemle olan irtibatımızı dil ve sanat üzerinden gerçekleştiriyoruz.

Mücerred fikir, müşahhas olmayan fikir anlamına geliyor. Mücerred planda düşünmek için dil ve sanata ihtiyaç duyuyoruz. Bir toplumda, dil, popüler kültürün etkisinde yozlaşmış ve sanat eserleri müşahhasın “fotoğraf”lanması hâline dönmüşse, orada mücerred fikrin tekâmül edebileceğinden nasıl bahsedilebilir? Tahayyül etmek için bile başlı başına çeşitli maddî suretlerden mücerret terkibler meydana getirmek işiyken, hayâl dahî kuramayan insan ve toplum, nasıl olur da mevcud statükoyu, donma ve alışkanlık kalıplarını kırıp da tekâmül edebilir?

Bugün gençlerin konuştuğu dili ele alacak olursak, 50-100 kelimeyi aşmayan bir dil konuşuluyor ve dolayısıyla da kurulan hayâller kariyer planlamasından öteye geçmiyor.

Fikrin Muhatabını Yitirmesi: Üstad Necib Fazıl “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinin “Ana Kaynak İslâm” başlığı altında “İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, “niçin?”i, ahlâk da “nasıl?”ı cevaplandırır.” Diyor. Yine aynı konu hakkında İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Kültür Dâvâmız” adlı eserinde “İçtimaî münasebetleri düzenleyen kurallar ve ilkeler toplamı ahlâk, aynı zamanda “fikrin içine işlemiş olan işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.” Diyerek fikrin muhatabı olan ahlâkın altını çiziyor.

Fikrin muhatabı ahlâktır noktasına geldikten sonra, bu kez karşımıza yeni bir soru çıkıyor; hangi ahlâk?

İlk insan ilk peygamberdir ve “İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, Yalnız İslâm,” olduğuna göre ve Peygamberler Peygamberi Allah Resulü’de “ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim!” dediğine göre ahlâkın nisbetini işaretlemiş oluyoruz.

Ahlâkın kaynağı dâima ilahîdir. Bugün görülen farklı ahlâkî sistemlerse, hep bu kaynaktan gelen jeninin tahrif edilmiş, dondurulmuş, taklid edile edile künhünü yitirmiş, aklî zaviyede mahkûm edilmiş yorumları olarak karşımıza çıkıyor.

Fikrin biricik muhatabı ve pusulası olan ahlâk bozulduğunda, düşüncenin sağlıklı bir şekilde kendisine istikâmet tayin etmesi, tekâmül etmesi mümkün değildir. Bu durum ileriye tekâmülün önünde engel olarak donmaya sebebiyet verdiği gibi aynı zamanda tekâmülün tersine gerçekleşmesinin de müsebbibidir.

Bugün geldiğimiz noktada, maddî planda her ne kadar tekâmül etmiş bir dünya resmiyle karşılaşsak da, tüm bu vasıtaların “doğru” şekilde nasıl kullanılması gerektiğinin ölçüsünü kaybettiğimiz için, ruhî planda tersine tekâmül ederek beşeriyyete muhalif bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bu noktada yapılması gereken evvelâ ahlâkın üzerinde tecelli edeceği anlayışın yenilenmesidir. İBDA külliyâtında her yönüyle ele alınan “anlayışı yenilemek” bahsi bu bakımdan artık sadece önemli değil, beşeriyyet elden gitmekte olduğu için aynı zamanda son derece hayatîdir de…

Fikri Yaşamak, Yaşamayı Fikir Bilmemek: Esasında “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” bahsini “Fikrin Muhatabını Yitirmesi” içinde de işleyebilirdik lâkin Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun bu düstur üzerinde sıkça durması hasebiyle müstakil bir şekilde değerlendirelim istedik.

Hayat, başlı başına çeşitli fikirler manzumesinin fiilî olarak tatbik edilmesi işi. Şuurlu olduğu kadar hakikî, şuursuz olduğu kadarsa taklidî bir hayat sürüyoruz. İşin şuurlu tarafından meseleyi ele alacak olursak, fikir itikad, hâl amel oluyor. Üstad Necib Fazıl’ın “İmam-ı Rabbânî – Mektûbat” adlı eseri içerisinde geçen “İtikad ve Amel” başlığı altında bahsettiğimiz husus şu şekilde değerlendiriliyor:

- “Din ve bu mânada söylediğimiz şeriat iki kısımdır: İtikad ve amel. Yâni, iman ve ibadet. Bunlardan itikad, dinin aslı ve temelidir ve din ağacının gövdesidir. Amel ise ağacın dalları, yaprakları gibidir. İtikadı olmayan cehennemden kurtulamaz, kıyamette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. Ameli, ibadeti olmayanların kurtulması umulur; bunların işi Allahü Tealanın işine kalmış olup, isterse af eder, isterse günahları kadar azab ederek sonra cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak itikadı olmayanlar, yani dinden olan şeylere inanmayanlar içindir. İtikadı olup da, ameli, ibadeti olmayanlar cehenneme girseler bile sonsuz kalmayacaklardır.

Hazret-i Ömer (Radiyallahu Anh) diyor ki “inandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar.” Amel ve itikat bahsini en keskin şekilde perçinleyen ve haricinde hiçbir yoruma yer bırakmayan bu ifâde, “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”in kıymetini de ortaya koyuyordur herhâlde.

Yazımızın ana mevzusu olan sakat muhakemenin kaynaklarından donma ve alışkanlık bahsine gelecek olursak; insanın hâli, itikadını biçimlendiren esas faktördür. Alışkanlık, konusuna göre bu bakımdan hem müsbet, hem menfi. İnancımıza nisbetle müsbet olan alışkanlıklar itikadımızı sağlamlaştırıp, derinleşmesine ve genişlemesine neden olurken, yine inancımıza nisbetle menfî alışkanlıklarsa, itikadımızın bir süre sonra bozulmasına, menfi alışkanlıklarımızın kanıksanmasına neden olur.

Bir “Hadîs-i Şerif”de buyurulduğu üzere “Küçük günaha devam etmek, büyük günaha sebep olur. Büyük günaha devam etmek de, insanı küfre sürükler.” (İbn-i Asakir)

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun her daim tekrarladığı “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”in nasıl olması gerektiğini anlamak için, yine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatına bakmak kâfidir.

Terk-i Tefekkür: Tefekkür, bir bakıma hem düşünmek hem de fikri aksiyona geçirmek. Bugünün sıklıkla karşılaşılan problemlerinden birisi de budur, düşünelim mi-yapalım mı?

Aslında bu konu üzerinde esaslı bir akademik çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ancak düşünmek mi, yapmak mı suâli, zamanın şartlarından doğan mânilerin bir bahane olarak kullanılmasının vesilesi hâline gelmiş vaziyette. Düşünmekle yapmak birbirinden ayrı şeylermiş gibi,  yapılan şeylerin tamamı düşünülmeden yapılıyormuş gibi… Yapılan şeyler, düşünmeden yapılıyorsa, zaten orada fikir olmadığının isbatıyla beraber, aslında fikirsizlikten kaynaklanan bir hastalık hâli mevcuddur.

“Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” ve “Fikirsizlik” başlıkları altında bu konunun künhünü işlediğimiz için yeniden bahsedip uzatmaya lüzum yok.

Taklitçilik: Esatire bakacak olursak, insanoğlu bu dinamizmi çoğu kez yakalayamıyor. Peygamberler geliyor, “sırat-ı müstakim”in ne olduğu ve bu istikâmet üzere nasıl yaşanılacağı, nasıl yürüneceğini insanlara öğretiliyor. Bir süre sonra neyin “niçin” yapıldığı unutuluyor ve taklidî bir zaviyeye iniliyor. Ardından da taklid, taklid ve taklid derken; bir de görüyoruz ki temel kaidelerin yerini hurafeler alıyor, incelikler yitiriliyor, hakikat kaybediliyor, vasıtalarla maksatlar karıştırılıyor ve insanoğlu, peygamberin kendisine öğrettiği yolu, saptığı yola uydurmaya kalkıp, yeniden yorumluyor. “Hakikate mutlak zıt söz söylenemez” düsturunca da sabit olmak kaydıyla, bir hakikatten, hakikatin aslına mutlak mânâda zıt olmayan bin bir türlü sahtelik türüyor. Genellikle, idrak kuvvetleri dâhilinde zapt edilen yeni anlayışlar ve inanışlar aslından fazla rağbet görüyor. Tâ ki, Allah yeniden bir Peygamber vasıtasıyla insanlığa rahmet edinceye kadar, bu sapkınlık sürüp gidiyor.

Bizim durumumuzsa, bu bakımdan geçmişteki kavimlerden farklı. Solmaz, pörsümez yeni olan İslâm ile şereflenmiş bir kavimiz. Hâl böyle olunca dinin tahrif edilmesi mümkün değil, sıkıntı anlayışın tahrif edilmesi. O hâlde, bizde, zamanın şartlarına nisbetle doğan ihtiyaç, “anlayışın yenilenmesi”dir.  Donma, anlayışlarda yaşanıyor ve tüm zamana ve mekâna şamil İslâm dininin tatbik edilmesi noktasında, anlayışların her daim yenilenmesi gerekiyor.

Bugün, gerek taklitçilik, gerekse dışarıdan yapılan sistemli kültür emperyalizmi neticesinde, pörsüyenin anlayış değil de, “solmaz pörsümez yeni” olduğu zannedilerek büyük yanlışlıklar yapılıyor. Ilımlı İslâmcıların diyalog masalları üzerinden kurdukları organize yapının kemmiyeti, bu yanlışın ne kadar da hâkim olduğunun en bariz örneğidir.

Popüler Kültüre Teslimiyet: Aydınlar ve toplum bakımından popüler kültür iki şube; birisi popüler kültürü yaşatan, diğeriyse buna çanak tutan olarak. Türkiye özelinden meseleye bakacak olursak, “İslâmcı aydın”ların durumu vahim. Neyi nasıl yapacaklarının nisbetini bile, kendi inandıkları haricinde, popüler olmuş örneklerden apararak faaliyet gösteriyorlar. Bunu da güyâ popüler kültüre karşı yapıyorlar.

Topluma gelecek olursak, Batı kültürünün idrak kuvvetlerini okşayıcı ve hazcı anlayışı kolay geliyor herhalde. Buradan gelen şeyler inancımıza ters olduğundan, çok defa karşı duruluyormuş gibi olsa da, derinliğine ve genişliğine inancımızın şahsiyetli duruşu sergilenemediğinden bir süre sonra yaşandığı gibi inanılmaya başlanıyor ve popüler kültür olan Batı kültürü, hayatın tüm şubelerini işgâl etmeye başlıyor. Devlet de bu vaziyetten memnun olunca, işler bugün Türkiye’de olduğu gibi, içinden çıkılmaz bir hâle geliyor.

Meselâ “İslâmcı aydın”ın ortaya koyduğu iş ve eseri örnek olarak verelim. Yapılan televizyon programları, yazılan kitaplar, besteler ve diğer alanlarda verilen eserler ve eylemler, bunların hiçbirisi hâkim olan popüler kültürden bağımsız, kafa konforunu bozucu işlerden değildir. Neredeyse tamamı mevcut popüler kültürü kana kana içmiş, “ben bu düzenin neresinden nemalanırım acaba” diye, hâkim olan kapitalist anlayışa göre, nemalanmak adına ortaya konan iş ve eserlerdir.

Yobazlık: Her şeyin akış hâlinde oluşuna yaptığımız vurgu mâlum, yobazlık, bu akışla birlikte anlayışı yenileyemeyerek donmanın müessesesidir. Üstad Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde, bugün hâkim olan donmanın, baş müsebbibi olan yobazlığı şöyle tanımlar:

- “17 nci asırda, donan, kabuk tutan vecd ve aşk, hikmetleri kör nefsaniyet ve şahsî idrakine kurban edici zümre mânasına ham softa ve yobaza meydanı terketti; ve maddî ve mânevî en şanlı taarruz hamlemiz, birdenbire en hazin bir müdafaa çabalamasına döndü.

Peki, 17. nci asırda ne oldu da böyle bir rahatsızlık bizim gibi bir bünyeye yerleşebildi? Bir kere en başta Üstad Necib Fazıl’ın defaâtle altını çizdiği üzere biz 500 yıldır mütefekkir yetiştirememiş bir milletiz. Hâliyle Batı’da ilim ve teknik alanında gerçekleşen gelişmeler burada İslâm süzgecinden geçirilerek İslâm’ın emrine tahsis edilememiştir. Fikri ileriye tekâmül ettirici olan ahlâkın, İslâm’ın künhünde yer alan aşk ve ihlâsın terk edilmesiyle beraber, dışarıdaki gelişmeler alınarak burada verimlendirileceği yerde onlara sırt dönülmüş ve donma başlamıştır.

Zaten bu donma hâlidir ki, Müslümanların bugün içinde bulundukları acıklı hâlin başlıca müsebbibidir. Batı âlemi ilim ve teknikte tekâmül ederken, onların hakikatinin de İslâm’da olduğunu idrakten aciz “ham softa ve kaba yobaz” elindeki esaretimiz, ilerleyen yıllarda Batı’nın tahakkümü şiddetlendikçe, bön bir hayranlığa dönüşen yobazlık, bugün içinden çıkmakta güçlük çektiğimiz, çığırın kapısını açmıştır.

Üstad Necib Fazıl’ın “500 yıldır beklenen mütefekkir” diye “niçin” İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu takdim ettiğini anlamak için İBDA Külliyâtına bakmak yeterlidir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, İslâm’ın önünde Batı’nın bütün irfan yemişlerini hesaba çekmiş ve Müslümanların kendi kültürlerini zamanın şartlarına nisbetle yenileyebilmeleri adına gerekli irfan mayasını tutturmuştur.

Unutmadan, yobazlık tehlikeli olduğu kadar, İslâm’ı Batı’nın irfanına göre düzenlemeye teşebbüs etmek, ondan da tehlikeli. Burada ölçü “şeriattan kıl kadar taviz vermemek”tir ve Büyük doğu İBDA Külliyatı da bu ölçünün destanıdır. 

Dalkavukluk:  Üstad Necib Fazıl’ın tarifiyle dalkavukluk; “Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım...”dır.

Yine, Üstad Necib Fazıl’ın benzetişiyle, bir devirde, dalkavukluk şu raddeye varmıştır; “Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa.

 Bir diyarda, Allah’a kulluk edenlerin değil de, dünyevî çıkarları için kula kulluk edenlerin hüküm sürdüğünün anlaşılması için o diyardaki dalkavukluğa bakmak yeterli olur.

Son dönemlerdeyse, Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber, kendisine keskin bir itaat kültürü benimsetilerek dar bir çerçeveye mahkûm edilen, hükümetin icraatlarına ve icraatsızlığına yönelik geliştireceği tenkit kültürüyle ufuk açıcı olması gerektiği yerde, dalkavukluk eden, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyemeyen ve takibçileri tarafından bile güvenilir olduğuna inanılmayan aydınlar hâline gelmişlerdir. 90 yıllık Türkiye tarihinde, bugün hâkim olan dalkavukluk anlayışının son on yıl içerisinde türediğini ifâde edebiliriz.

Muhafazârlık: Donma ve alışkanlığa neden olarak saydığımız tüm bu oluş zorlukları sıçrama tahtası bilineceği yerde, tek tek yapılan yanlışlara bakılarak, bir de toplam yanlış yapılıyor ve güyâ mevcudu muhafaza etmek adına, statükocu muhafazakârlık ortaya çıkıyor.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “Kültür Davamız” başlıklı eserinde, Türkiye’de hâkim olan muhafazakârlığı “bir toplumdaki sosyal-siyasî (liberal-sosyalist-muhafazakârlık) gruplama içinde, ne olursa olsun değişimlere direnen ve her yeni durumda “mevcutta-statükoda” kalan” diye tanımlıyor.

Bu tanımı getirdikten sonra da:

- “Genel olarak hâkim tavrıyla muhasebesini yapmak, ayıklamak, düzeltmek ve emrimize almak, en azından bunun şuurunda olmak yerine, direne direne mahkûm oluşumuzla” diyerek, mevcud muhafazakârlığın garabetini ortaya koyuyor ve ardından bizim muhafazakârlığımıza alâkalı olarak:

- “Bizim muhafazakârlığımız, liberal, sosyalist ve muhafazakâr gruplandırması içinde yerini alan ve yeni veriler ve değişiklikler karşısında direnen “mevcutçu-statükocu” mânâda muhafazakâr değil, ölçüden kıl kadar taviz vermeme mânâsında muhafazakârlıktır ki, sonsuza açık bir tekâmülcülük belirtir. Biz tek tek insan olarak ve toplum hâlinde, Allah Resûlünün gösterdiği yoldan Allah’a varma gayesinin belirttiği bir tekâmülcüyüz, tekâmülcülüğümüzün niteliği de “iç oluş” ve “dış oluş” amacı olarak bu. “Mutlak Fikre” nisbet içindeki bu sonsuz tekâmülcülük önünde bütün aykırı düşünceler, kendi nitelikleriyle sınırlı, tutucu ve muhafazakârlığın temsilcileridir.” diyor.

Netice Olarak…

Üstad Necib Fazıl diyor ki; “düşün, evvela insanın düşünmekten büyük hâsleti olmadığını düşün. İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir, mücerret fikir, arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir.” İnsanı diğer varlıklardan ayıran, eşref-i mahlûkat yapan haslet düşünmek ve fikirken, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, insanlık, donukluğun, alışkanlıkların ve taklidin esaretindedir.

Künhünde ihlâs olan İslâm’ın getirdiği anlayış zemini içerisinde donma, menfî alışkanlıklar ve taklide kesinlikle yer yoktur. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” düstûru, tüm bu donma ve alışkanlıklar karşısında sarılacağımız can simidi hüviyetindedir. Öyle ya, tatbik edilen fikir, zamanın şartlarına göre kendisine yeni yollar bulmak mecburiyetindedir ve bu durum karşılıklı olarak hâl ile fikri ileriye tekâmül ettirir.

"öyle çarpık bir zamanda yaşıyoruz ki, namus

günahtan özür dilemek zorunda kalıyor.

sende yoksa eğer, biraz namus edin bir yerden,

alışkanlık denen canavar.

kötüyü seçmemize yarayan sezgileri şeytanca yer bitirir;

ama bir yandan da melek olur kimi zaman:

iyi ve haklı davranışları sürdürdüğümüzde

öyle bir giysi verir ki bize,

kolayca geçiriveririz sırtımıza.

bu gece uzak dur ondan;

göreceksin yarın daha kolaylaşacak sakınmak

ve gitgide daha kolaylaşacak.

alışkanlık doğanın damgasını bile değiştirebilir;

öylesine güçlüdür ki,

şeytana barınak verebileceği gibi insanın içinde,

onu sürüp atabilir de dışarı."

(Shakespeare)

Kaynaklar:

    1.     Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Dâvâmız -Temel Meseleler-, İBDA Yayınları, İstanbul, 1993

            2.         Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa -İntıbâ ve İlhâm-, 2013

            3.         Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,2007

            4.         Necib Fazıl, İmam-ı Rabbanî - Mektubât, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,2012

Aylık Dergisi 116. Sayı Mayıs 2014