Siyaset, edebiyat, şiir, müzik, resim ve ilim dallarında gerçekleşen son inkişafın üzerinden kaç sene mi geçti diyelim yoksa kaç asır mı?

Şöhret afetine tutulmuşların gazete köşeleri ve televizyon ekranlarına yansıyan çağımızın meşhur hastalığı; “tükenmişlik sendromu.” Peki tükenen yalnız insan mı? Cemiyet insanlar demeti değil mi? Ya devlet, insandan ve cemiyetten ayrı bir şey mi? Hele ki insanî verim şubeleri...

Tükenmişlik sendromu yalnız meşhur kimseleri yahut plaza katlarında hayatlarını sermayeye vakfetmiş sunî sosyal statü müptelalarını pençesine düşüren dar kapsamlı bir hastalık değil ki... İnsan, cemiyet ve devlet müessesinden başlayarak global dünyayı tamamen kuşatmış sinsi bir hastalıktır.

“Tükenmişlik Sendromu”nun belirtilerini insanî faaliyet şubelerine bakarak görmek de mümkün.  Birçoğunun varlık sebebi ortadan kalkmış, ruhu çekilmiş; fakat papağanvari tekrarcılık dolayısıyla yaşadığı zannedilen faaliyet şubeleri. Siyaset, edebiyat, şiir, müzik, resim ve ilim dallarında gerçekleşen son inkişafın üzerinden kaç sene mi geçti diyelim yoksa kaç asır mı? Açık konuşacak olursak, eğer ki Büyük Doğu-İbda olmasa geriye insan ruhunu ürpertecek ne kalıyor ki?

Bizim aydınlarımız meftun oldukları Batı’ya güzellemeler düzerken, aslında Batı’nın kendi münevverleri içinden yetişmiş münekkitleri bu gidişi çok önceden görmüşlerdi. Onlar da zaten bu “tekrar girdabı” insanlığı yutmadan hemen evvelki son hayatiyet belirtileriydi... Mevzumuzun genişliğini meydana getiren fikir, ilim, sanat, edebiyatı ister istemez bir kenara koyalım ve siyasete dönelim.

Siyaset

En kaba sözlük mânâsıyla siyaset; devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış. Bu kaba mânâ dahî feraset ve anlayış gibi kitaplık çapta iki muazzam kavramı ihtiva eder. Arabça kökenli bir kelime olup, etimolojik olarak seyislik, at idare işleriyle uğraşmak mânâsı da taşır. Yine siyaset; “İslâm’da siyaset, iç̧’e doğru olmak ve dış’a doğru oldurmak işinde, bir manivelâ dehâsıdır. Bu bakımdan yine İslâm’da siyaset, her mevzuun kendi usul, esas ve kuralları ile ele alınabilmesi bakımından, iç’e doğru toplu ve merkezi olarak ifade edilemez. Siyasetin toplu ve merkezi görünüşü, dışa doğrudur!”... Siyaset: Feraset. At yetiştirme bilgisi - yani ilim ve fikir yönünden, kalbi nişanlayıcılık aslı sabit bir gaye. Gerisi, kurma, koruma ve yönlendirme işine bağlı tertipler. İmâm-ı Gazalî Hazretleri, fıkhı da kapsayıcı bir genişlikte olarak siyaseti, ilim tasnifinde devleti de içine alıcı ve bütün kuralların tatbikine mevzu olması bakımından önde görür. Her şey kendi öz mevzuu çerçevesinde, bu “teşhis, tedbir, imkân” olarak, siyaset mânâsını işletir: Hadiseye yanaşan insan şuurunu, İslâm’a muhatab anlayış̧ davasını... İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, siyasetin bu geniş mânâsını Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin Adlî Tıbb tezinde daha da genişleterek, Mutlak Fikir’i, Halk Âlemi’ni ve onun bir nüshası olan insanı da içine katarak ele alır. Böylelikle çağımızın belki de içinden çıkılması en güç müşkülü hâline gelmiş olan fert ve toplum meselelerinin “niçin” ve “nasıl” halledilmesi gerektiğinin uçlarını sistemli bir şekilde verir.

Siyasetin üstünlüğü ve sefaletini birbirinden ayıran ölçüt de zaten fert ve toplum meselelerine getirdiği çözümlerin “niçin” ve “nasıl” buudlarıdır. Müşahhaslaştıralım...

İstihdam mevzunu misal alalım... Bugünün siyasîleri açısından istihdamın “niçin”i, karşılığını, içtimâî bir kalkışmanın önüne geçmek, kurulu aksak sistemin sürekliliğini sağlamak ve bir dahaki seçimleri garanti altına almakta bulur. İçtimaî hayatı birbiri içine geçmiş çalışan dişililer gibi düşünecek olursak ve istihdam da bu dişlilerden biriyse, onda meydana gelen bir aksaklığın diğer bütün dişlileri de etkileyeceği muhakkaktır. Buna mukabil, istihdam ile beraber dönmekte olan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sermayenin urlaşması gibi meseleler, günümüz siyasîlerinin nazarında hayatî bir ehemmiyeti haiz değildir. Bilakis bir sonraki seçim kampanyası sermayedarların bağışlarına göre genişleyeceği yahut daralacağı için, belki de istihdamdan daha önceliklidir. Hâsılı kelâm, siyaseti sefalete sürükleyen şey, “niçin” sualine verilecek cevabda gizlidir. Bu suale verilecek olan cevap siyasetçinin nefsinden aşkın/müteâl bir ideale bağlanmadığı sürece sefil kalmaya mahkûmdur.

Meseleye bir diğer veçheden bakacak olursak, başta ifade ettiğimiz tükenmişlik sendromu da zaten insanî faaliyet şubelerinin pragmatik bir şahsî menfaat aygıtı olarak görülmesinden kaynaklanıyor. Böylesi bir hayat içinde mücerretlere yer kalmıyor. Mücerretler olmayınca da insan ruhu hayattan tecrit ediliyor ve geriye kaba saba taklitçilik kalıyor.

İbda Mimarı ulvî siyaseti en geniş mânâsıyla “Adlî Tıbb” tezi altında sunarken, insanı aşkın “Mutlak Fikir”, yani “adlî”yi başa alıyor ve insanın da bir nüshası olduğu kâinatı topyekûn “tıbb”ın altında, “Adlî”nin gölgesinde bir araya getiriyor. Böylelikle nefsanîlikten arındırılmış, ruha ve ruhî olana da alan açan yeni bir fert ve toplum düzeni inşa ediyor.

“Nasıl”ına gelecek olursak... “Niçin” sualine verilen cevab olarak doğan fikrin, eşya ve hadiselere tatbiki aksiyon ise “nasıl”dır...  Aksiyonun estetiği ve yeniliği ise aksiyoneri sanatkâr kılan faktördür. Estetik, “güzel”in ilmi. “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” çerçevesinde bakacak olursak, mesele yeniden döner ve “iyi, doğru, güzel” ölçütünün kendisine dayanır ki, “niçin” suâline cevab verirken dayanak olan müteâl, ölçütün bizzat kaynağı olduğu için “niçin” ve “nasıl” arasındaki ahenk de böylelikle tesis edilmiş olur.

Dünya Düzeni

Batı adamı mevcut dünya düzenini tesis ederken, mutlakları peşinen reddettiği için “niçin” sualini rafa kaldırmış ve bunun yerine “nasıl”a odaklanmıştır. Senelerce kilise ve krallığın buyurduğu sunî mutlaklara dayanan düzenden kurtulmayı, mutlakları toptan inkârda bulmuştur. Ne var ki “niçin” suâlini rafa kaldırmak suretiyle sorunun kendisi ortadan kalkmaz. Biraz evvel yapmış olduğumuz “niçin” ve “nasıl” tarifinde olduğu üzere, cevabları birbiriyle iç içe geçmiş olan bu iki suâl tabiî bir şekilde “nasıl” üzerinden “niçin” sualine de cevab bulmaya başlar. Bugünün dünya düzeninde, “niçin” suali bu sebepten dolayı “nasıl” sualinden beri yanıtlanıyor. Aslında gayenin olmadığı yerde esastan da bahsedilmeyeceği bedahet… Zaten belki de bundan dolayı içinde bulunduğumuz hayat yaşanmaya değmiyor ve tükenmişlik sendromu başta olmak üzere birçok ruhî hastalık, ferdî ve içtimaî sahalarda tüm dünyayı sarmış durumda…

Böylesi bir dünya düzeninde, “insan”ı layıkıyla değerlendirip, insanların farklılığından kaynaklanan zenginliği yönetmek mümkün olmadığından, cemiyet, “fert hürriyeti” sloganı altında birbirine benzeştirilip tek tipleştirilmeye çalışılıyor.

Hukuk, eğitim ve sağlık gibi son derece hususî bahisler dahî bugün endüstrileştirilmeye çalışılıyor. Hukuk kuralları tek kanun hâline geliyor ve farklı durumlarda çoğu kere aynı hükümler veriliyor. Öğrencilerin birbirinden farklılığından kaynaklanan öğretme güçlüğü çözüme kavuşturulacağı yerde, ezbere eğitim yapılmak suretiyle öğrenci tek tipleştiriliyor. Hele ki sağlık; sanki her bünye, her hastalık ve dolayısıyla her gereken tedavi birmiş gibi aynı ilaçlar yazılarak tek tipleştirilen hastalarsa cabası...

Hâsılı kelâm, içinde bulunduğumuz dünya düzeni gayeye değil de usule matuf bir şekilde tesis edilmediği için ortaya böylesi bir garabet ve çözülmesi mümkün olmadığı zannedilen sorunlar ve krizler çıkartıyor.

Fert ve cemiyet özelinde bahsettiğimiz bu manzara sanki devletlerarası planda çok mu farklı? Sistem kilitlendi. Milletlerarası hukuk, anlaşmalar ve müesseseler iflâs etmiş bulunuyor. Aksiyoner de yetişmediği için siyasî sorunlar çözümsüz kalıyor.

Siyasî dehâ, aksiyoner bahsine dönecek olursak... Bugün dünyada Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Napolyon, Abdülhamîd Han, Bismark, Charles de Gaulle gibi siyaset dehalarının yetişmiyor olması bir tesadüf değildir elbet. Yalnız siyaset mi? Aynı şekilde fikir, sanat ve edebiyat alanında son derece kısır bir devirde bulunuyoruz. Müslümanlar nasıl ki anlayışlarını yenileyemediği için gerilemişlerse, aynı şekilde bugün Batı’da Rönesans’da imar ettiği idrak zeminini yenileyemediği için kendi kendisini taklid eder vaziyette geriliyor.

***

Dünya siyaset ve sanat sahnesinin bugünkü mefluç ve bütün insanlığı içinden çıkılmaz krizlere sürüklemiş manzarasına bakarak söyleyebiliriz ki; yalnız Anadolu ve İslâm Âlemi değil, bütün dünya Büyük Doğu-İbda’nın inşa etmiş olduğu mücerret idrak zeminine ve bu zeminden inkişâf edecek fikir, sanat ve aksiyon dehalarına muhtaçtır.

Aylık Dergisi 146. Sayı, Kasım 2016