Ahlâkî zorunluluk ve hürriyet... Kader zorunluluğu ve iradî seçim yapabilme... İmân ve aksiyon... Teslim olmak ve aramak... İnsan, haya­tında, zaman zaman «zorunluluğun» ve zaman zaman da «seçim yapabilme» özelliğinin farkındadır... Bunun her ikisi de, insana yüklenmiş bedahetlerdir.

Ve KUŞATAN çevre hakikati ve KUŞATILAN olma ilgisi içinde, nasıl yaşamalı, nasıl davranmalı?

Şuurlu bir varlık olan insan, ya zorunluluğun tabiî olarak davet ettiği kanunlara uygun bir mesuliyet hissiyle davranışlarda bulunacak, veya doğrudan doğruya kendi aksiyon imkânını ölçü alarak serbest davranacaktır.

Bu belli başlı iki nokta arasındaki sayısız nitelemeler bir yana anlaşılması gereken temel me­seleler şunlardır:

Her ikisi de, kendi hakikat bildiği üzerinde yaşamaktadır ki, buna nisbetle, her ikisinin davranışı da gayelilik belirtir. Meselâ bir adam «benim için, gerçekleştirecek ve varılacak bir hakikat ve gaye yoktur!» dese, bu da onun hakikatidir ve davranışı «gayesizlik gayesi» olarak bir gaye belirtir. Bu mesele, hakikate uygun ve gayeli davranışı sadece zorunlulukta bilme ve hürriyete aykırı görme yanlışına düşmemek; ayrıca, zorunluluk reddi ve gayesizliği, kendiliğinden hürriyetin gerçekleşmesi ve zorunluluğun yokluğu zannetme hatasına gelmemek için mühimdir.

Sonra... Hürriyet, ister gaye, ister vasıta bilinsin, şöyle veya böyle nitelensin sebep ve neti­ce olarak hakikat gayesine perçinli bir insanî hakikattir. Burada, hürriyetin, özü dilemek oluşu, hakikate esaret diye zorunluluğa bağlanışı, bilgilenme süreciyle eş oluşu, hakikatin izlenişi demek veya hakikatin izlenişi için gerekliliği, hepsi var.

Daha sonra... İnsan aksiyonunu, gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var olan di­ye almaktan, zorunluluk kanunlarına nisbetle davranışlarda bulunma meselesine kadar pek çok bahiste, karşımıza çıkan hakikat, insanın «kuşatanca sarılı olmasıdır. Bu çerçevedeki birbirinden ayrı ve aykırı nitelemeler bir yana, insanın «kuşatanca sarılı olması bir bedahet! Bunların birbirlerine olan ayrılık ve aykırılıkları bir yana, müşterek tarafları, haldeki insana hükmünü ha­ kim kılan bir gerçek anlayışiyle farklı farklı kaderciliği temsil etmeleridir. Öte yandan; kuşatan­ dan bahsedilen yerde tabiî olarak «kuşatılan» olmaz mı? Demek oluyor ki, insan bir «kuşatılan»dır; bu da bir bedahet! Kuşatanı değil de kuşatılanı, yani insan varlığı ve aksiyonunu Öne çıkaran bu bakış, tabiî olarak tayin edici diye kendi seçmesini görür, iradî davranış hakikatini ön plâna çıkarır. Burada da aynı teşhis söz konusu: Birbirinden ayrı ve aykırı sayısız izâhlar ve yapılabilecek sayısız yenileri. Dikkat edilmesi gereken me­sele şudur ki, ne «kuşatan» adına iradî seçme hürriyetini reddetmek mümkündür, ne de «kuşatanın hakikatini ki, tabiî olarak zorunluluktur. Neticeye gelirsek:

Temas ettiğimiz birbirine zıt hakikatlerden birinden birini reddetme, veya birini merkezîleştirerek diğerine bağlama, veya birbirine geçmiş bir sentezi sağlama, isterse «çözümsüz» hükmüyle dağlama şeklinde olsun, neticede; red biçiminde, bağlama şeklinde, sağlama niteliğinde, «çözüm­süz» izahında, sayısız ifadeye mevzudur... Çünkü varoluş, ferden yaşanan bir hakikat olarak, insan sayısıncadır!

Anlaşılması gereken en mühim meselede buradadır:

Hayatın hakikati ruhî hayattadır; kesintisiz akış ruhî hayatta olduğuna göre, varoluş hakikati ifadeye gelmez ve anlatılana kadar hakikati geç­miştir, buna nisbetle de herkesin hakikati kendi­nedir. Burada ortaya çıkan tabiî soru da şudur:

— «Öyleyse hakikatin hakikati kimde?»

Demek oluyor ki, hakikatin hakikati tek ferdin hakikatinde tecelli ediyor; zorunluluğun ve seçme yapabilmenin, kader ve iradî faaliyetin, gaye ve vasıtanın, sebep ve neticenin, insanî özün, hakikatin izlenişinin «nasıl» ve «niçin»inin, bilgilenme sürecinin «nasıl» ve «niçin»inin, kuşatan çevre hakikati ve kuşatılan olma ilgisinin kuşa­tan çevre hakikati ve kuşatılan olma hakikatinin aynılık ve farklılık ölçüsünün... Evet; topyekûn varlık ve oluş hakikatinin, baştan sona zamanı kuşatıcı «zaman üstü»nün hakikati kimde tecelli ediyorsa, HAKİKAT-İ FERDİYYE odur, ve hürriyetin mutlak hakikati de onda tecelli etmiştir... Resûller Resulünde!

Merkezdeki nuru kendi mizaç hususiyetinde tüttüren Hazret-i Ömer, söz konusu edilen hadisede, «kader insana yüklenmiş olarak, insanın yaptığıdır; insan ne yaparsa yapar, yaptığı kader olur.» anlayışı içinde, hâl diliyle de formülü billurlaştırmıştır:

— «Kader, bir amel meselesi değil, bir itikad işidir.»

Üst üste gelen bir farktaki kavramların kuşatıcı çerçevesi içinde ele alınan «hürriyet ve ahlâkî zorunluluk» meselesini, şimdi doğrudan doğru­ya bir formül halinde verelim:

— «İnsan kendi hakikatini, hakikatin hakikatini temsil eden İslam’ın ahlâkî ölçülerinde izleyebildiğince hürdür!»

«Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim!» buyuran Allah’ın Sevgilisi, «Allah’ın ahlakıyla ahlâklanınız» ölçüsüne mutlak muhatap anlayışı temsil edendir.

İslama Muhatap Anlayış, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Yayınları, s.120-124