Allah'ın bize vermiş olduğu büyük bir nimetten bahsedeceğiz. Büyük ve kıymetli insanlar bahsedilmeye değer insanlardır. Müslüman Türk milletine de Rabbimizin en büyük hediyelerinden biri de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’tir. Gerçekten çok büyük bir nimettir. Öyle bir zamanda Rabbimiz onu bizlere lütuf ve ihsan etmiş ki biliyorsunuz Osmanlı'nın yavaş yavaş kendini salıvermesi, daha sonra Tanzimat, Meşrutiyet ve ardından malum durum. Böyle bir yozlaşmanın ardından, adeta kara kışın ardından gelircesine Allah bize Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i nasip etti.
Ben 3-4 yaşından beri Üstad Necip Fazıl'ın ismini duyarım. Babam da Üstad Necip Fazıl'ın talebelerindendir ve birçok konferansına katılmıştır MTTB’de; Akıncılar’dan. Ama çok ilginçtir, babamın bahsetmesi hiç kulağımda yer etmedi. Sadece bir isim kaldı geriye. Ne zamana kadar? 2018 yılına kadar. Necip Fazıl benim için bir Müslüman Türk vatandaşı, bir şair ve Çöle İnen Nur ile Son Devrin Din Mazlumları kitabının yazarı olarak biliniyordu. Benim için daha farklı bir şey ifade etmiyordu.

6 yaşında ilmî hayatımıza başladık. Bir taraftan okul, bir taraftan medrese okuduk. İhtisastayken Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi’nde bir müdürümüz vardı, sürekli fikirden bahsederdi. Kendisi modernistti. Fikirden sürekli bahsedince arkadaşlarımız bunu tiye alır, gülerlerdi. Zihin dünyamız deyince kıkırdamaya başlarlardı. Yine bir kelam hocamız vardı, çok sağlam okuyucuydu ve okuma yelpazesi çok geniş bir hocamızdı. Allah selamet versin, kendisini hürmetle anıyorum. Şu anda Haseki'nin müdür yardımcısı Dr. İbrahim Özkılıç hocamız hürmete layık bir değer. O da sık sık fikirden bahsederdi ve Ehl-i Sünnet çizgisinde bir yapısı vardı. Diğer hocamız da kıymetli bir alimdi ama biraz modernizme kaymış, kendi yolunu tutturmuştu. Allah onun da yolunun sonunu cennete ulaştırsın.
Bu fikir ve zihin dünyasını duymaya başladık. Ben 15 Temmuz 2006'da medreseyi bitirdim ve rahmetli Molla Yaşar Pakiş Hoca'dan icazet aldım. O zamana kadar bize Türkçe kitap okumayı tavsiye etmezlerdi. Bu yüzden Türkçe kitap okumazdık. İcazet aldıktan sonra Anadolu'da görev aldık. Buralarda ilmî faaliyetlerde pek bulunamayınca bol bol İslâm tarihi kitabı okuduk.
Daha sonra İstanbul'a tayinimiz çıktı ve master yapmak için istişarelerde bulunduk. Babam dedi ki, "Oğlum, yıllardır ilim ve irfanla meşgulsün ama sosyoloji, psikoloji ve antropoloji konusunda biraz zayıfsın. Bu alanlarda biraz kendini geliştir." Allah selamet versin. Prof. Dr. Mehmet Tayfun Amman hocamızla bir sene özel ders yaptık. Hazırlık ve bilimsel hazırlık dönemi oldu.
İlk defa burada, fikirle alakalı kitapları okumaya başladım. Daha sonra Recep Şentürk hocamız uzaktan danışmanlık yaptı ve Batı-Doğu klasiklerini okuttu. Prof. Ali Coşkun hocamız da danışmanlığımızı üstlendi; antropoloji ve sosyal psikoloji konusunda katkıda bulundu. Böylece kendimize bir taban hazırladık ve sonra Haseki'ye gittik. Haseki'de bu fikir ve zihin dünyası tartışmalarının içine düştük.
Hasbelkader benim mastır tezimi arkadaşımız Rahman Sucu -sizin bildiğiniz Abdurrahman Hacımelek- okumuş ve benimle temasa geçti. Kendisiyle güzel sohbetlerimiz oldu telefon vasıtasıyla. Sonra lojmanıma geldi. Büyük Doğu fikriyatındaki arkadaşlarımız ve büyüklerimizi de alarak gelmişti. Onlarla da oturup sohbet ettik. Bu münasebetle ben Büyük Doğu külliyatı ile tanıştım. Ancak inanın, böyle bir arayışta olduğumun farkında değildim. İlmî ve irfanî çalışmalarla meşgul olduk, hayatımız okumakla geçti. Ama daha ziyade bu tip fikrî ihtiyaçlarımızı tarihî perspektiften karşılıyorduk. Yani tarihte yaşanmış olaylara bakarak oradan özümseyip bir şeyleri çözmeye çalışıyorduk. Ama fikir dediğimiz zaman biz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadındayız. Tasavvuf meşrebiz ve kendimize has bir kültürümüz var. Bu çerçevede ilerliyoruz. Ancak bunların işlenmiş hâli, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadı, tasavvufun meşrebi ve neşvesi, ilmin vakarı ve heybeti, buna ek olarak bin yıllık kültürümüzün nektarı bir yerde toplanmış, güzel bir şekilde bir araya getirilmiş, yeni bir ambiyans oluşturulmuş Büyük Doğu fikriyatında. Bunu okuyup fark edince dedim ki “evet, yıllardan beri aradığım ve özlemle beklediğim fikir yapısı bu.” Büyük Doğu külliyatıyla tanıştıktan sonra kafamdaki, amiyane tabirle keçilerin boynuzları birbirine değmeye başladı. Baktım, burada beni cezbeden nedir, bunu düşünmeye başladım. Necip Fazıl'ı araştırmaya başladım. Necip Fazıl'ın özelliği nedir biliyor musunuz? Efendimiz’in bir tabiri var ya "Rabbim beni terbiye etti, ne güzel terbiye etti." Çünkü Peygamber Efendimiz ümmîdir. Necip Fazıl da kendi dönemine göre ümmîdir. Yani bir Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Yekta Efendi, Bekir Hâkî Efendi, Ahmet Hamdi Akseki, Elmalılı Hamdi Yazır gibi ulemanın ve o dönemin meşâyihinin yanında Necip Fazıl onlara nisbeten ümmîdir.
Peygamber Efendimiz’in en büyük özelliklerinden biri ümmî olmasıdır. Ticaretle meşgul olmuş, uluslararası ticaret yapmış ama ümmîdir. Şimdi, bu Necip Fazıl’la ne gibi bir benzerlik arz ediyor? Kimse, “Muhammed aleyhisselam birilerinden öğrendi, bunun tahsilini yaptı da kendisi bir şekilde yorumladı, önümüze yeni bir malzeme koydu.” diyemedi. Çünkü Nebîyyi’l ümmî değil mi? Ümmî Peygamber… Şimdi Necip Fazıl da bizim anladığımız tarzda bir ilahiyat fakültesinde, bir medresede okumadı ama büyük insanların, başta Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri olmak üzere, sohbetlerine ve derslerine katıldı.
Burada medrese okuyan arkadaşlarımız vardır. Medresenin belli bir süreci var: Önce harf bilgisi, sonra kelime bilgisi, cümle bilgisi; tecvid, sarf, nahiv, mantık, maani, bedii, beyan ve nihayetinde usûl-ü fıkha ulaşılır. Parçadan bütüne gidilerek bir eğitim-öğretim metodu uygulanır. Necip Fazıl da eğitimini farklı yollardan aldı. Kafa Kağıdı’nda nasıl eğitim aldığını, nerelerden geçtiğini anlatıyor. Babıâli ve diğer yerlerde bunlardan bahsediyor. Ama İdeolocya Örgüsü, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İman ve İslâm Atlası gibi birçok eseri yazacak bir eğitim onun “background”unda yok.
Şimdi Batı’da yetişmiş önemli bir filozof var. Necip Fazıl’ın kendisinden bahsettim, kitaplarından örnekler verdim. Bana şöyle bir cevap verdi: "Hocam ya bu adama birisi bu kitapları yazmış, eline vermiş ya da birisi bunun kulağına fısıldamış. Çünkü bu eğitimden, bu geçmişten bu kitaplar çıkmaz." Evet, Allah’ın ihsanı kardeşim. Bu Allah'ın lütfudur, dilediğine verir. Necip Fazıl’a da Rabb’imiz vermiş.
Ben bir açıdan Necip Fazıl'ı inciye benzetiyorum. İnci bir kum tanesinden olur, sıradan bir insan. Ama Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri gibi bir selefin içerisinde zamanla inciye dönüşüyor. Değer kazanıyor, gün geçtikçe kıvam kazanıyor ve bütün incilerin de şaşırdığı bir hâle geliyor.
Şimdi onun arkadaşları var ya diyorlar: “Necip Fazıl ne ki? O da bizim gibi kum.” Ama sen kendini bir sedefin içine atamadın. Sen bir sedeften istifade edemedin. Sen bir sedefin karnında Yunus aleyhisselam misali “La ilahe illa ente sübhaneke innî küntü minezzalimin” diyemedin. O yüzden sen kum tanesi kaldın. İşte Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Necip Fazıl'ı irşadını, onu bu kıvama ulaştırmasını ben bu şekilde bir metaforla izah etmeye çalışıyorum: “Sedefin karnındaki bir kum tanesi inciye dönüşür.” Bir gün Necip Fazıl'ın hayatını yazarsam sedefin içinde pırıl pırıl parlayan kocaman bir inci olarak yaparım galiba kapağını.
Necip Fazıl'ın felsefî yönünden bahsedilirken Bergson’dan söz edildi. Bergson hakikatin peşine düşmüş ama Necip Fazıl bir meyve, Bergson bu hakikat arayışında bir gübre gibidir. Ağacın dibindeki gübre meyvenin nektarının yüksek olmasını etkiler mi? Eder tabiî; gübre ne kadar çok olursa meyve o kadar güzel ve sulu olur. Hatta gübredeki asit oranı yüksekse meyvenin asidi de yüksek olur. Şimdi Bergson, Necip Fazıl ve Büyük Doğu’ya gübrelik yapmıştır. Yoksa hâşâ Büyük Doğu, Bergson'un fikriyatından değil; Kur'an, Sünnet ve Ehl-i Sünnet ulemâsının ve meşâyıhının kalbinden inkişaf etmiştir, neşv-ü nemâ bulmuştur.
Bazı felsefî yaklaşanlar, Bergson'dan çok etkilenmiş gibi gösterirler. Bergson'dan etkilenmedi demiyoruz; bir portakalın ağacın dibindeki gübreden etkilendiği gibi etkilendi, ondan istifade etti. Piyasada fikir adamı olarak tanınan, gezen bir sürü adam var. Onların Kant’tan, Heidegger’den vs. istifadesi nasıl arkadaşlar? Onlarınki meyvelere iri olsun diye hormon basmak kabilindendir, hormon meyvenin içinde kalır. Necip Fazıl’ın ise öyle değildir. Gübredeki necaset ona bulaşmamıştır, o gübredeki koku, Necip Fazıl’ın o mis portakal kokusunda hissedilmez, sadece faydaları görülür. Bu çok önemli.
Bazen insanlar farklı yerlerden farklı sonuçlar çıkartır. Çıkarmayalım. 100 ton tuzun içerisine bir domuz düşse ne olur? Buna istihale deriz; domuz tuz olur. Bir insan İslâm'ı yüreğine nakşetmişse, onu adeta gömlek gibi giymişse üzerindeki üç beş nakış ve süsleme onu etkilemez. Yani Necip Fazıl şunu okumuş, bunu okumuş ya da hayatında şunu yaşamış, bunu yaşamış. Ben şuna bakarım: Necip Fazıl bir insan mı? Bir insan. Sonuçta bir peygamber değil. İnsan tabiî, peygamberler de insan ama “beşerun lâ ke beşer.” Bir beşerdirler ama beşer gibi beşer değildirler. Necip Fazıl bir peygamber değil; günah işleyebilir, hata edebilir, kusur edebilir. Ama Rabbu’l âlemîn onun hatalarını, kusurlarını ve günahlarını hayra tebdil etmeye kâdir değil midir? Kadirdir ve Necip Fazıl'ın hayatında yaşamış olduğu her şey tecrübeye, fikre dönüşmüştür. Batı’ya gitmiş, Batı tefekkürünü öğrenmiştir; tekkeye gitmiş ve İslâm tasavvufunu öğrenmiştir. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu kitabını yazmıştır. Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı okumuş, Aynadaki Yalan’ı yazmıştır. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu kitabındaki hakikatleri roman tadında bizlere sunmuştur. Fuzulî’yi, Nef’î’yi, Bâkî’yi okumuş; hakikatleri Çile’de, Kaldırımlar’da bize şiir tadında sunmuştur. Bütün hayatında yaşadıkları hizmete dönüşmüştür. Adam sokaktaki çöpü bile dönüştürebilir; nasıl tuz yığını, içindeki her şeyi tuza çevirebiliyorsa, Necip Fazıl da hayatta yaşamış olduğu her şeyi bilgi, tecrübe ve fikre çevirmeyi bilmiştir. Allah'ın lütfu diyorum; bunu insan çabalayarak yapamaz.
Hz. Musa ne zaman zirveye koştu biliyor musunuz? Mısır'dan çıktıktan sonra bir ağacın dibine oturdu "Ya Rabbî, vereceğin en ufak bir nimete, en ufak bir yardıma bile muhtacım." dedi. Ben sarayda şöyle eğitim aldım, şu kadar peygamberin soyundan geldim, şöyle oldum, böyle oldum, gücüm ve kuvvetim var demedi. O ağacın altında “Ya Rabbî, senin vereceğin en ufak bir şeye bile muhtacım” dedi. Allah ona önce peygambere hizmet etmeyi, sonra peygambere damat olmayı, sonra peygamber olmayı, sonra Allah'la konuşmayı, sonra Allah’ın kitabını insanlara sunma görevini nasip etti. Sonra İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarma, onların millî lideri olma ve insanlığın beş büyük önderinden biri olma ve Kur'an'da en fazla zikredilebilme şerefini ihsan eyledi.
İşte Necip Fazıl mahviyeti yaşadı. Kafa Kâğıdı’nda, Bâbıali’de ve birçok kitabında nasıl bir mahviyet olduğunu görüyorsunuz. Küfre karşı dimdik, hiçbir kompleksi yok, taş gibi ama iç dünyasında kul olarak büyük bir mahviyet halindeki "Yapamadım ya Rabbî, sana kul olamadım; ibadetlerimle, aile hayatımla, iktisadî hayatımda ben olamadım ya Rabbî" diyerek büyük bir mahviyet yaşıyor. O büyük mahviyet, Allah'ın lütfunun ona ulaşmasına vesile oluyor. İşte biz de başarıya ulaşmak istiyorsak bu mahviyeti bir ağacın altına oturup başımızı bükerek yaşamalıyız. “Muhtacım ya Rabbî” diyeceğiz. İşte bu, Necip Fazıl'ı yücelten şeydi. Yoksa o da senin benim gibi, anadan babadan gelen herhangi bir insan ama Allah ona bu yönelişinden dolayı ihsanlarda bulundu.
Büyük Doğu külliyatına şöyle bakmak lazım: Raporlar’dan bir sayfa, öbüründen üç sayfa değil. Büyük Doğu külliyatını bir kuşun kursağında taşı erittiği gibi, mermeri erittiği gibi kendi iç dünyanızda eriteceksiniz. Peygamber tasavvuru değil mi? Çöle İnen Nur’da bir manevî rehberi nasıl anlatır edib, gidip orada görün. Ulu Hakan’da bir kahraman, siyasî bir kahraman nasıl anlatılır görün; Sahte Kahramanlar’da düşman nasıl hicvedilir, düşman nasıl deşifre edilir, pisliği nasıl ortaya konulur da bâtıl nasıl ayak altına alınır, görün. Son Devrin Din Mazlumları’nda fedakârlık nasıl yapılırmış görün. Bunlar hikâye ya da roman olsun diye yazılmadı.
Bir gün bir edebiyatçı, Aynadaki Yalan’ın roman değeri olmadığını söylemiş. E zaten Necip Fazıl edebî kimliğini ispatlamış; Çile, Kaldırımlar, Esselâm ortada, her şey ortada. Aynadaki Yalan’ı yazmasındaki maksat, milletimizin tefekkür boyutunun, fikrî yoğunluğunun düşük olduğunu bildiği için ne yaptı, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’nu roman üzerinden anlattı. İdeolocya Örgüsü’nü yazdı. İdeolocya Örgüsü, dünya çapında bir klasiktir. Dünyanın bütün siyasî, fikrî vesair alanlarındaki fikirlerini alıp yeni bir kuram oluşturmuş ve bunu İslâm şerbetine batırmış, çıkarmış; mis gibi İslâmlaştırarak önümüze büyük bir dava koymuş.
Necip Fazıl’a bunu yakıştıramıyorlar; “Ya nasıl yazdı?” diyorlar. Bir yerden görmüş olmalı, diyorlar. Halbuki Necip Fazıl, insanlığın birikimini İslâm süzgecinden geçirerek sistemi Müslümanlara kazandırdığını söylüyor. Nasıl Gazalî, mantığı usûl-ü fıkha dahil ettiyse, ben de bu fikrî nizamı Müslümanlara kazandırdım diyor. Yoksa hâşâ bana vahiy geldi demiyor.
Necip Fazıl'ı şair olarak anlatanlar çoğu zaman iyi niyetli değildir. Necip Fazıl'ı siyasî bir figür olarak sunanlar çoğu zaman iyi niyetli değildir. Necip Fazıl'ı şu-bu olarak tanıtanlar çoğu zaman iyi niyetli değildir. Necip Fazıl hem şairdir hem aksiyon adamıdır hem fikir adamıdır hem siyaset adamıdır. Necip Fazıl bunların hepsidir ama her şeyin önünde Necip Fazıl bir fikir babasıdır. İslâm mefkûresinin 20. yüzyılda en büyük temsilcilerinden biridir. Şimdi Necip Fazıl okumayacağız da ne okuyacağız? Necip Fazıl okumayan dindar ne okuyor biliyor musunuz? Mısır'daki şundan bundan etkilenmiş adamları okuyor. Pakistan'daki şundan bundan etkilenmiş, Angola Müslim projesinden nasiplenmiş adamların kitaplarını okuyor.
Ben milletimin yetiştirdiği bu topraklardan çıkan, Doğu’yu, Batı’yı tanıyan, İslâm'ı özümsemiş olan Necip Fazıl'ın fikrini almayacağım da fikir mi ithal edeceğim? Niye fikir ithal edeyim? Benim şunun bunun fikrine ihtiyacım mı var? Benim bin yıllık kültürüm yok mu? Bin yıldan beri kaç tane ben devlet kurmuşum? Karahanlılar, Gazneliler, Tolunoğulları, İhşitler, Anadolu Selçuklu, Kirman Selçukluları, Suriye Selçukluları, Eyyubiler, Memluklar, Osmanlı. Ben bu kadar devlet kurmuşum, bu kadar medeniyet kurmuşum. Sağdan soldan fikir ithal edeceğim. Nereden fikir ithal edeceğim? Daha dün İngiliz sömürgesinden çıkmış olan yerlerden mi fikir ithal edeceğim? Gelip bana İngiliz derse ki hadi benim fikrime gir. Ben ne derim? Hadi be derim. Ama İngiliz Müslümanın kafasına kendi fikrini enjekte ettikten sonra hadi bakalım bu da Müslüman, bu da alim buna tâbi ol dediği zaman ne oldu? Birçok Müslüman kardeşin maalesef zokayı yuttu. Necip Fazıl zokayı yutmadı. Doğru yolun yanlış kolları değil mi kitap? Orada güzel bir şekilde izah etti. Aman dedi, bunlar doğru yolda ama doğru yolun yanlış kolun ve sapık kolunda. Aman ha, aklınızı başınıza toplayın.
Şimdi fareleri nasıl yok ederler biliyor musunuz? Farelerin içerisinden bir tane yavru fareyi alırlar. Ona bol fare eti yedirirler. Sonra da farelerin içerisine kocaman olunca bir salarlar. Ne yapar bütün fareleri? O güne kadar hep fare yemiş ya. Yakaladığı fareyi yatırır yere, yakaladığı fareyi yatırır yere. Şimdi içimizden dağılıyorlar. Şu bursla, bu bilmem neyle yetiştiriyorlar İngiltere’de, Fransa’da, şurada burada. Sonra ne oluyor? Velev ki Arabistan'da yetiştirsinler. Velev ki Mısır'da yetiştirsinler. Velev ki Pakistan'da yetiştirsinler. Alıyorlar, güzel güzel, tatlı tatlı onları salamuraya yatırıyorlar. Salamura İngiliz Anglosakson kültürünü onlara yutturuyorlar. Buram buram İngiliz Anglosakson kültürü içerisinde hadi bakalım Anglomüslim anlayışıyla bir Müslüman... Namaz kılıyor, Allah-u ekber, güzel... Kadınsa tesettürü hiçbir şeye benzemiyor. Erkekse kılığı kıyafeti Tom'dan, Johnny'den hiçbir farkı yok yani acayip.
Şimdi ben kimseyi şekliyle yargılayacak bir adam değilim ama bir de bakıyorsun adamın kılığı, kıyafeti tam Johnny gibi ya, bakıyorsun Tony gibi ya. O kadar da değil ya. O kadar da değil. Adamın gözlük tarzı İngiliz, İrlanda, İskoçya modasını takip ediyor. Kanada'daki Başbakanın tıraşını takip ediyor adam. Ya neymiş bu? Müslümana fikir verecekmiş. Hadi be oradan. Hadi be oradan. Kardeşim bize fikir babalığı yapacak adam, bizim kültürümüzü özümsemiş olacak. İslâm esaslarını, Müslümanca bir yaşam sürmeyi, bizim imanla tanışmamıza vesile olan tasavvuf büyüklerinin o güzel musâmahasını, o güzel muhabbetini ve bin küsür yıllık kültürümüzü içselleştirmiş olacak. Biz böyle adam istiyoruz. Biz ilimle irfanı ve ahlâkı kendinde mezcetmiş adam istiyoruz. İngiliz’e, Fransız'a, İtalyan'a, şuna buna çalışan adam istemiyoruz. Neymiş? Cihat diyormuş, ahlâk diyormuş. Şunu diyormuş, bunu diyormuş. E zehri fareye nasıl yediriyorsun? Peynirle beraber yediriyorsun. Balla beraber yediriyorsun. Fare de hadi canım bugün de zehirleneyim diyerekten kapana atlamıyor değil mi? O zehrin yedirilmesinin bazı yolları var.
İşte Büyük Doğu külliyatı, fikriyatı ve Necip Fazıl, Allah'ın bize lütfudur, Allah'ın bize ikramıdır. Şimdi ne yapılmasını istiyorum biliyor musunuz? Bu kitapların hepsinin özetleri çıkartılsa, özellikleri giriş kısmında “bu kitapta şu şu içerik vardır, şu şu bilgiler vardır, şu şu kavramlar oluşturulmuştur” şeklinde kitap tanıtım yazıları yazılsa, ardından “şu kitaptan sonra şu okunur” diye güzel bir silsile oluşturulsa, daha sonra gerekiyorsa bunlar -hepsi değil ama dünyayı, Müslümanları ilgilendirenler- İngilizceye, Arapçaya, Fransızcaya, Farsçaya tercüme edilse ne güzel olur. Bunları tercüme edemiyorsak en azından bunlar hakkında makale yazıp makaleleri tercüme edelim. Yani Büyük Doğu külliyatına, Necip Fazıl'a hizmet etmek isteyen kişi sadece bu kitapları okutarak bu işi yapamaz. Artık bu kitaplardan neşv-ü nema bulmuş olan eserlerin de ne olması lazım? Yazılması ve tanıtılması lazım. Bakıyorsunuz Necip Fazıl hakkında sempozyum yapılıyor, panel yapılıyor. Necip Fazıl'ı doğru dürüst tanıyan kimse yok. Necip Fazıl'ın kitaplarından 3-4 tane soru sorsan bilen kimse yok. Araya birkaç tane susturmak için adam koymuşlar. Öyle olmaz. Necip Fazıl'ın hayatını, davasını ve külliyatını çok iyi bilen insanlar bu işi yapacaklar.
Günümüzde Müslümanlar arasında bazı ihtilaflar var. Bu ihtilaflar nasıl çözümlenir? Bu ihtilaflar nasıl yorumlanır? Türkiye'nin Manzarası kitabını okudunuz mu? Türkiye'nin Manzarası kitabı ne anlatır? 1923 ile 1973 yılları arasında Müslümanların genel portresi nasıldı? Ne olaylar yaşandı? Ne sıkıntılar yaşandı? Bunlara nasıl çözüm yolları bulunabilir? Bunu anlatır, bunu okuyalım. Diyorum ki Büyük Doğu okuyucularına "Biz 1923 ile 1973 yılları arasında yaşanmış olan şeyleri okumakla yetinmeyelim. Bizler 1973 ile 1900-2023 arasında olanları yazalım. Önümüzde bir usûl var. Bize toplumu analizde orijinal bir Müslüman usulünü öğretiyor Üstad.
Şimdi toplumu analiz etmek için ya Marksist gibi bakacaksın sol gözünden, ya liberalist gibi bakacaksın sağ gözünden değil mi? Ya işte karma teoriler vesaire. Hayır kardeşim. Ben Müslüman gibi topluluğa bakmak istiyorum. Müslüman gibi toplumu analiz etmek istiyorum. Size örnek sunuyorum: Türkiye'nin Manzarası. Kâfiri mi analiz etmek istiyorsun? Al Moskof kitabı. Sahte kahramanları mı analiz etmek istiyorsun? Al Sahte Kahramanlar. Her şeyi teker teker numunesiyle beraber ne yapmış Üstad bize? Sunmuş; bizim ne yapmamız lazım? Bunları iyi anlamamız lazım.
Şimdi ne yapıyor? Şunu çok iyi biliyor Üstad: Eskiler kıymetlidir, yeniler faidelidir. Ne yapıyor? Eskilerin kitaplarını uydurukçayla değil, öz Türkçeyle en güzel şekilde imbikleyerek bize sunuyor. Bizim hizmetimize veriyor. Tasavvuf klasiklerinden birçoğunu önümüze sunuyor. Büyüklerin hayatları önümüzde Büyük Doğu külliyatında. Gazetecilik nasıl yapılır? Raporlar, Savaş Yazıları; her şey ortada, bak öğren. Mesela Yahudi sorunu hâlâ gündemimizde, anlatmış: Yahudilik, Masonluk, Dönmelik. Ekonomik sıkıntılar, krizler bu zamanın makrizisi; Para kitabını yazmış. Para kitabında ekonomiye nasıl bakılması gerektiğini ne güzel izah ediyor. Bakın ulemayla istişare içerisinde fıkha, itikada, mezhepler ve tasavvuf tarihine dair kitaplar yazmış. Niçin yazıyor bunları? Çünkü Büyük Doğu külliyatının yazıldığı zaman birçok ilahiyat fakültesinde, birçok ilim merkezinde Latinceden devşirilmiş olan yeni alfabe ile yazılan kitapların çoğunu kim yazıyor? Bozuk adamlar yazıyor. O bozuk adamların yazdığı kitapları ümmet okumasın diye ne yapıyor? İşte o ilm-i hâl, siyer, tasavvuf kitaplarını yazıyor ki biz zokayı yutmayalım. Biz yanlışa düşmeyelim. Biz balın içerisindeki zehri fark edemeden uçurumdan yuvarlanmayalım. Yoksa Necip Fazıl ben fakihim demek için o fıkıh kitaplarını yazmadı. Ben mezhepler tarihçisiyim demek için yazmadı. Ben tasavvuf tarihçisiyim diye yazmadı.
Şimdi epistemik düzlemde bilgi değeri açısından Necip Fazıl çok değerli. Niçin? Çünkü birçoğu ümmî olan Türk halkına 70'li yıllarda onların anlayacağı tarzda din kitapları yazıyor. Kimle işbirliği yapıyor? Abdurrahman Hacımelek kardeşimizin yeni kitabı “Veliler ve Necip Fazıl” çıktı. Orada göreceksiniz zaten evliyaullahla olan irtibatlarını, kimlerle oturup sohbet ettiğini. Daha orada olmayanlar da vardır. Evet. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri 1940'lı yıllarının ortalarında vefat etti. Ama ondan sonra Necip Fazıl ben oldum demedi. Ulema ile meşâyıhla sürekli bağlantısını, irtibatını devam ettirdi ve son nefesine kadar hiçbir zaman ben oldum, ben bana yeterim demedi. Her zaman, ben bana yetmem, bana yardımcılar lazım, istişare edecek kişiler lazım dedi.
Büyük Doğu fikriyatında olan bir kişide bulunması gereken en büyük özelliklerden biri kendini tam görmemek, kendini eksik görmek ve etrafındaki insanlarla beraber hareket etme kabiliyetine sahip olmak. Necip Fazıl'ı doğru tanıyalım, iyi anlayalım. Necip Fazıl'ın külliyatını roman okur gibi okumayalım. Tabiî ki romandan aldığımız tadı alalım ama roman okur gibi okumayalım. Düşüne düşüne, çize çize, not ala ala, sora sora ve bu külliyatı daha önce okumuş kişilerle istişare içerisinde okuyalım. Rabbim umduklarımıza, nail korktuklarımızdan emin eylesin. Rabbim Üstad Necip Fazıl'ın şefaatine nail eyleyip onunla cennette Habîb’inin sancağı altında buluşmayı cümlemize nasip eylesin, âmin.
Aylık Baran Dergisi 45. Sayı Kasım 2025




