7 Ekim'de başlayan İsrail-Filistin Savaşı hem İsrail'e yönelik algıların sınanması hem de Batılı devletlerin ve İslam ülkelerinin gösterdikleri/gösteremedikleri reaksiyonun değerlendirilebilmesi için turnusol kâğıdı vazifesi görmüştür. Nitekim 7 Ekim'de Hamas tarafından başlatılan Aksa Tufanı Operasyonu, Orta Doğu'da istihbarat ve savunma alanlarında dikkate değer bir kapasiteye sahip olduğu düşünülen İsrail'in yaklaşık yarım asır boyunca oluşturduğu caydırıcılık mitinin çökmesine neden olmuştur. Algı düzeyinde var olan caydırıcılık mitinin çökmesi, emperyalist devletlerin yardımıyla kurulan ve bölgede kalıcılaştırılmaya çalışılan İsrail'e yönelik devlet ve devlet-dışı aktörlerin saldırılarının artması ihtimalini doğurmuştur. Bahse konu ihtimalin farkında olan İsrail, kaybettiği prestiji geri kazanma ve bölgedeki caydırıcılığını yeniden tesis etme amaçları çerçevesinde Gazze'ye yönelik uluslararası hukuku ihlal eden işgal harekâtını tüm zalimliği ile sürdürmektedir. Bir başka anlatımla İsrail'in Gazze'de araçsallaştırdığı zulüm aslında O'nun için kaybettiği prestijini yeniden kazanması bakımından işlevseldir. Bu işgalin; Filistin halkının yaşam hakkının ihlal edilmesi, sivil alanların bombalanması ve insani yardımların engellenmesi gibi savaş suçlarını da içermesi, uluslararası toplum nezdinde İsrail'e karşı etkili adımlar atılması beklentisini doğurmuştur. Bu beklentiyi gerçekleştirme hususunda iki uluslararası aktör (grubu) öne çıkmaktadır: Batılı devletler ve İslam ülkeleri.

Dünya genelinde İsrail'in saldırıları protesto edilmeye devam ediyor Dünya genelinde İsrail'in saldırıları protesto edilmeye devam ediyor

Batılı devletlerin İsrail yanlısı tutumu: Holokost heyulası

7 Ekim'de başlayan savaşta İsrail'in uyguladığı mezalime karşı uluslararası sistemi yöneten ve sistemdeki temel değerleri şekillendiren başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin güçlü tepkiler vermeleri beklenirdi. Ancak bu beklentiyi bir umut etme ya da medet umma şeklinde anlamamak gerekir. Zira aslında bu beklenti II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası sistemin mimarlarının karşı karşıya kaldıkları bu açık krizi, en azından bu krizi, aşabilmeleri üzerineydi. Bir başka anlatımla İsrail'in uyguladığı işgal ve zulüm politikası o kadar açıktı ki örneğin temel insani değerleri öncelediğini iddia eden Batılı devletler ve onların kurduğu bu sistemin kendileriyle çelişen İsrail'e karşı bir tepki göstereceği düşünülmüştü. Özellikle Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etme harekâtına gösterdikleri tutum dikkate alındığında, Batılı devletlerin İsrail'in gerçekleştirdiği işgalde -yine en azından- uluslararası insani hukuk kurallarına ve insan haklarına uyması için baskı uygulayacağı düşünülmüştü. Ancak ikinci ayını dolduran İsrail-Filistin Savaşı'nda Batılı devletler İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği soykırıma karşı tepki vermemiş ve İsrail'i destekleyen politikalar icra etmiştir.

Bu doğrultuda, ABD'li karar alıcılar İsrail'in meşru müdafaa hakkına vurgu yapmış ve sivillere yönelik katliamları "savaşta sivil kaybın olması normaldir" ifadesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştır. Batı dünyasının bir diğer temsilcisi olan AB ise ateşkes çağrısında bulunmayacağını deklare ederek, İsrail'i destekleyen bir tutum takınmıştır. Nitekim olası bir ateşkesin Hamas'ın lehine olacağı varsayımından hareket eden Batılı devletler, barış ve ateşkes kavramları yerine "insani ara" kavramını kullanmıştır. Batılı devletlerin bu tür bir politika yürütmesinin temel nedeni, İsrail'in güvenliğinin ve niteliksel üstünlüğünün korunmasının Batılı devletlerin Orta Doğu'daki çıkarlarının korunması ile eşlenik olmasıdır. Biden'ın "İsrail olmasaydı bir İsrail icat etmek zorunda kalırdık" ifadesi İsrail'in Batılı devletler için işlevselliğini açıkça ortaya koymaktadır. Öyle ki, Batılı devletler İsrail'in sahip olduğu askeri kapasite üzerinden bölgede kendi çıkarlarına tehdit yaratabilecek devletleri her daim baskı altında tutabilmektedir.

Batılı devletlerin İsrail'i desteklemesinin bir diğer sebebi ise İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin "normalleştirilmesi" sürecinin Batılı devletler nezdinde devam etmesi gerekliliğidir. İsrail tarafından değil O'nun adına Batılı devletlerin yürüttüğü ve bu sebeple "normalleşme" değil "normalleştirme" olarak adlandırılabilecek olan bu politika, Camp David Antlaşması'yla başlamış, son olarak Trump döneminde ABD'nin arabuluculuğu neticesinde yapılan İbrahim Anlaşmaları'yla devam etmiştir. Bahsi geçen normalleştirme politikaları Orta Doğu'da İsrail'in varlığını güvence altına alırken, aynı zamanda bölgede ortaya çıkan Batı karşıtlığını azaltmaktadır. Bu işlevleri nedeniyle Batılı devletler, İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinin bozulmamasını istemektedir. 7 Ekim'de başlayan savaş sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Blinken'ın bölge ülkelerini sürekli ziyaret etmesi söz konusu istencin somut çıktısıdır. Aynı zamanda İsrail-Filistin Savaşı'nın uzamasının bölgedeki kamuoylarında İsrail ve Batı karşıtlığını arttırması ve bölge ülkelerinin karar alıcılarının ülke kamuoylarının baskısıyla İsrail karşıtı sert politikalar uygulamaya zorlanması gibi bir ihtimali barındırması hasebiyle Batılı devletler İsrail'in Gazze'deki uluslararası hukuk ihlallerini görmezden gelmektedir. Bu görmezden gelmenin sebebi ise İsrail'in işgal harekatının ne olursa olsun İsrail lehine ve hızlı bir şekilde sona ermesinin gerekliliğidir.

Bahse konu sebepler çerçevesinde İsrail yanlısı politika izleyen Batılı devletlerin göz ardı ettiği ise kendilerinin inşa ettiği uluslararası sistemin altını yine kendilerinin oyduğudur. Bu kapsamda örneğin ABD'nin veto yetkisini kullanarak BM Güvenlik Konseyi'nin ateşkes kararı almasını engellemesi aslında BM'nin işlevsizliği üzerinden bir sistem eleştirisini doğurmuştur. Benzer şekilde Ukrayna hususunda ahlaki sorumluluk yükünden bahseden Batılı devletlerin Filistin hususunda sivil kayıpların savaşın olağan sonucu olduğunu zikretmeleri kendi ahlaki duruşlarının çöktüğünün göstergesi olmuştur. İsrail karşıtı eleştirilerin sansür ve şiddet politikasıyla bastırılması demokrasi havarisi olduğu iddia edilen Batılı devletlerin demokrasiyi yalnızca araçsallaştırdıkları eleştirisini güçlendirmektedir. İsrail'in fosfor bombası kullanması, insani yardımları önlemesi, hastane ve dini mekânları hedef alması yani savaş suçlarının her türlüsünü işlemesi ve fakat Batılı devletler marifetiyle herhangi bir yaptırıma maruz kalmaması ise yine başat aktörün Batılı devletler olduğu tarihsel bir deneyimi anımsatmaktadır: Holokost. Hitlerin yükselişine ve uyguladığı Holokost'a Avrupa'nın göbeğinde göz yuman Batılı devletler geçmişte Holokost'un mağduru şimdi ise yeni uygulayıcısı olan İsrail'i bu tarihsel günahlarını hafifletmek için desteklemektedirler.

İslam ülkelerinin sesli sessizliği veya eylemsizliği

Batılı devletlerin İsrail mezalimini durdurmak için kayda değer adımlar atmaması daha önce de belirtildiği üzere beklenilen bir durumdu. Ancak İslam ülkelerinin ciddi adımlar atacağı beklentisinin boşa çıkması Batılı devletlerin hareketsizliğine kıyasla daha çarpıcı bir durum yaratmıştır. Oysa söylemsel düzeyde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, Gazzelilere yönelik tehcir politikasına karşı çıkma ve savaş sonrasında Gazze yönetiminin Filistin devletine bırakılması hususlarında İslam ülkeleri ortak tavır almaktadır. Ancak İsrail mezaliminin durdurulması ve ateşkesin sağlanmasına yönelik İslam ülkelerinin ortak eylemsel tavır alamadıkları ve İsrail'i baskılayacak ciddi adımlar atmadıkları görülmektedir. 11 Kasım 2023 tarihinde gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Ortak Zirvesi'nde petrol ambargosunun uygulanması, İsrail'e hava sahalarının kapatılması ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerin kesilmesi gibi unsurlarda İslam ülkelerinin ortak karar alamaması bu durumun somut örneğidir.

Bunun ilk sebebi, İslam ülkelerinin İsrail ile yoğun siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerinin bulunmasıdır. İslam ülkeleri siyasi alanda BAE, Mısır, Ürdün gibi İsrail'i tanıyan; Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ilişkilerini askıya alan veya kısıtlayan ve İran gibi ilişkilerini tamamen kesen ülkeler olmak üzere üç gruba ayrılabilir. İfade edilen üçlü sınıflandırmaya rağmen İslam ülkelerinin İsrail ile ilişkilerinin 1948'den günümüze aşamalı bir şekilde yoğunlaşması, İsrail mezalimine karşı İslam ülkelerinin ortak tutum takınmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Öyle ki, İsrail –ve Batılı devletler- ile ekonomik ilişkilerinin önemli bir seviyede olması, Körfez ülkelerinin İsrail'i baskılayacak politikalar uygulamalarını sekteye uğratmaktadır. Körfez ülkelerine ek olarak İran, söylem düzeyinde kendisini Müslüman coğrafyasını koruyacak ülke olarak konumlandırmasına rağmen, aslında bu söylemi dini araçsallaştıran bir reelpolitik kapsamında araçsallaştırmaktadır. Bunu bir diğer göstergesi İran'ın Azerbaycan-Ermenistan ihtilafında aynı mezhebe sahip olduğu Azerbaycan'ı değil Ermenistan'ı desteklemesidir. İlaveten İran'ın söylemsel düzeydeki İsrail karşıtlığı İsrail fundamentalizmini desteklemekte ve benzer şekilde İsrail köktenciliği İran'ın dini reelpolitik kapsamında araçsallaştırmasını kolaylaştırmaktadır.

İslam ülkelerinin eylemsizliğinin ikinci sebebi, İslam ülkelerinin çoğunluğunun sömürge olma geçmişine sahip olmasıdır. Bilindiği üzere dekolonizasyon süreci sonrasında pek çok sömürgeleşmiş ülke bağımsızlığını kazanmış olsa da yeni bağımsızlığını kazanan devletler ile emperyal/gelişmiş ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisi ortadan kalkmamıştır. Bağımsızlığını kazanan ülkelerin meşruiyet, iç istikrar ve ekonomik sorunlara sahip olmaları, gelişmiş ülkelere endeksli dış politika icra etmelerini beraberinde getirmiştir. Fransa'nın bağımlılık ilişkisini devam ettirmek amacıyla Mali'de terör örgütlerini desteklemesi örneğinin gösterdiği üzere Batılı ülkeler, çıkarlarının devamı hususunda söz konusu devletleri baskılayacak çeşitli araçlara sahiptir. Bu nedenle Batılı ülkelere siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda bağımlılığı bulunan İslam ülkeleri, İsrail'i baskılayacak politikalara destek verememektedir.

Söz konusu nedenler Filistin sorununun İslam ülkeleri arasındaki ulus üstü konumunu yitirmesine, başka bir ifadeyle sorunun ulusal çıkarlar çerçevesinde değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Mescid-i Aksa'nın yakılması girişimine tepki olarak İslam İşbirliği Teşkilatı'nın kurulması örneğinde olduğu gibi önemli adımlar atan İslam ülkelerinin özellikle 2000'li yılların başından itibaren İsrail'in gerçekleştirdiği ihlallere karşı ciddi tepkiler vermemesi bu varsayımı somutlaştırmaktadır. Ancak Batılı devletlerin karşı karşıya kaldığı çelişki İslam ülkeleri nezdinde de mevcuttur. Bir başka anlatımla İsrail'e karşı yeterli ve yerinde reaksiyonu göstermeyerek kendi medeniyet iddiasının altını oyan Batılı ülkeler gibi İslam dünyasının da sesli sessizliği veya eylemsizliği O'nun alternatif bir dünya paradigmasına sahip olma iddiasının içini boşaltmaktadır. İslam coğrafyasının göbeğinde, ümmet bilincinin en yüksek olması gereken yerde 20.000'i bulan Müslüman kanının akması ve bu kanın makul ve meşru hesabının sorulamaması İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı onulmaz bir çelişkidir. Bunun da ötesinde İslam dünyası bu eylemsizliği ile ne yazık ki Batılı devletler ile aynı tarafta yer almaktadır.

Soydaşlarının ve ümmetin umudu olarak normatif güç Türkiye

İsrail-Filistin Savaşı'nda Batı dünyasının İsrail'e kayıtsız ve şartsız destek veren tutumu ile İslam ülkelerinin İsrail mezalimini durduracak etkili adımlar atmamaları hem bölgesel düzeyde hem de uluslararası düzeyde Türkiye'nin özgül ağırlığının daha da hissedilmesine sebebiyet vermiştir. Öyle ki, insanı merkeze alma, uluslararası sistemdeki normlara ve temel değerlere saygı gösterme ile uluslararası eşitlik ve adaletin coğrafya farklılıklarına bakılmaksızın herkes için geçerli olduğunun kabulü sacayaklarına dayanan normatif dış politikası çerçevesinde Türkiye, savaşın başlangıcından itibaren barışın sağlanması için çeşitli girişimlerde bulunmuştur.

İlk olarak Türkiye savaşan tarafları itidalli olmaya çağırarak şiddetin tırmanmasını ve savaşın bölgeye yayılmasını engellemeye çalışmıştır. İkinci olarak, Türkiye İsrail-Filistin Savaşı'nın sona erdirilmesi için çok yönlü diplomasi uygulayarak hem bölge ülkeleri hem de Batılı devletler ile görüşmeler gerçekleştirmiştir. Üçüncü olarak Türkiye, İsrail-Filistin Savaşı'nın söylem düzeyinde Haçlı-Hilal Savaşı'na dönüştürülmemesi gerektiğini, bu şekilde yapılacak açıklamaların son dönemde artan ayrımcılık ve nefret suçlarının körüklenmesine neden olacağını vurgulamıştır. Dördüncü olarak, Türkiye bölgedeki şiddet sarmalının İsrail'in Gazze'ye yönelik uyguladığı abluka politikasının sona ermesiyle ve Doğu Kudüs'ün başkent olduğu bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıyla çözülebileceğini deklare etmiştir. Bu anlayışla Türkiye savaşın sona erdirilmesinin yanı sıra Filistin sorununun çözülmesine de odaklanılması gerekliliğini ileri sürülmüştür. Beşinci olarak, Türkiye hem İsrail-Filistin Savaşı'nın sona erdirilmesi hem de Filistin sorunun çözülmesi amacıyla Garantörlük Formülü'nü önererek, barışın ve güvenliğin inşasında önemli bir paydaş olabileceğini uluslararası topluma açıklamıştır.

Altıncı olarak, Türkiye İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği insan hakları ve uluslararası hukuk ihlallerini katıldığı platformlarda dile getirerek, uluslararası toplumda İsrail'in baskılanması düşüncesinin daha fazla yaygınlaşmasına katkı sağlamıştır. Yedinci olarak, Türkiye gereklilik, orantılılık ve aciliyet kriterlerine bağıtlı olarak İsrail mezaliminin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemeyeceğine atıfta bulunarak, hem uluslararası ilkelerin önemli ölçüde aşındığını hem de İsrail'i destekleyen ülkelerin söylemlerinin geçersiz olduğunu göstermiştir. Sekizinci olarak, Türkiye uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla kurulan BM'nin İsrail-Filistin Savaşı'nda da görüldüğü üzere temel görevini yerine getiremediğini ortaya koymuştur. Bu çerçevede Türkiye, daha adil bir dünyanın mümkün ve dünyanın 5'ten büyük olduğu mottoları üzerinden küresel bir reformun aciliyetini yeniden gündeme getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye, son yirmi yıllık dönemde sürdürdüğü insani ve barışı merkeze alan politikalarına denk olarak İsrail-Filistin Savaşı'na yönelik normatif gücünü öne çıkardığı bir tutum sergilemiştir.

Görüldüğü üzere Türkiye Batı ve İslam dünyasının yerine getirmesi gereken sorumlulukları tek başına ve çok yönlü dış politikasıyla yerine getirmeye çalışan bir ülke konumuna gelmiştir. Uluslararası sistemin altı bizatihi onu inşa edenler tarafından oyulurken Türkiye bir yandan sistemsel reform önerilerini yoğunlaştırmış diğer yandan ise sistemin hala daha ayakta kalmaya çalışan ilkelerinin savunucusu olmuştur. İslam ülkelerinin ekseriyeti eylemsizliğini sürdürürken Türkiye ümmet olmanın gereklerini yerine getiremeyen devletlerin mahcubiyetlerini uluslararası mecrada gizlemeye çalışarak meseleyi insani-evrensel değerler kapsamında sunmuş, ancak ümmet olma bilincinin gereklerini yerine getirerek Kudüs'ün savunuculuğunu üstlenmiştir. Özetle Azerbaycan'ın yanında durarak soydaş olmanın gereklerini herkese hatırlatan Türkiye şimdi de Filistin halkının onurlu duruşuna destek olarak ümmet olmanın manasını bir kez daha hatırlatmaktadır. İşte bu sebeple Türkiye soydaşlarının ve ümmetinin umudu olmaya devam eden bir ülke konumunu sürdürmektedir.

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Selçuk Üniversitesi Rektörü, Star Gazetesi