Dünya ile dalga geçercesine şu kadar yıl kabul görmüş ve bu temel üzerine bina edilmiş yazılı kaynaklar ya kendini yenilemek yahud da ıskartaya çıkmak durumunda kalmaktadır. Batı’nın dünyaya pazarladıkları başka, arka planda kabul ettikleri başka diyebileceğimiz bir tarzda “Batı tefekkürünün vardığı hakikat şudur ki, dinler olmasaydı, bugün insanlık bir tekerleği bile keşfedemeyecekti. Din tarihi okuyanlar yakından bilir, filân marifet filân Peygambere, terzilik İdris Peygambere, gemicilik Nuh Peygambere ait v.s... Fakat bunlar üstünkörü hükümlerdir.”(2) ifadesinden de anlaşılan birkaç mânâdan birisi şu: Kabul ettikleri hakikatlere de kabuk tarafı ile ayna tutmak. Bu sebepledir ki, kendi “putlar panayırı” ve aynı zamanda “plastik hârikası” olan mitolojilerle kaba müşahhasları mücerrede bulayıp kendi insanlarının ve tasarruflarına aldıkları kültürlerin “inanma” ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken; İslâm’a âit hakîkatleri üstünkörü hükümler ile geçiştirmektedir.

Batı’nın bu tavrına karşı bizde “iç oluş”u gerçekleştirip mânâ taarruzuna geçebilecek eşya ve hâdiseyi İslâmî bir ruh ve anlayışla değerlendirebilmenin “muhâkeme usulü”ne sâhib sanat, edebiyat ve tarih alanında mütehassıs ve en mühim noktasıyla mütefekkir de gelmediği için; teknik ve ilim zâviyesinden de olsa taarruz gücüne mâlik iş ve eser ortaya konulamamıştır. Son devirde ise, sanat tarihi yazımında teknik anlamda eserler verilmiş, “kuru müşâhedeci” kafa, bu eserleri de Batı’daki müzeleri gezerek kaleme aldığını kitabında itiraf etmiştir.

Mânâda taarruz noktasından baktığımızda zamanımızda bu vazîfe, bütün açıklığı ve asliyetiyle Büyük Doğu-İBDA’nın tarih görüşünde görülebilmektedir. Bu kaynaktan beslenen bir Müslüman için, bütün bir tarih anlayışında olduğu gibi sanat ve mîmarlık tarihlerinde de işin en başında kabul edilmesi gereken temel ölçülerinden biri şudur: «Eğer peygamberler olmasaydı, beşeriyet tekerleği bulmak değil, yemek yemek için, ağzını bulamazdı. Bütün ilimler peygamberlerden gelmedir.»(3) Ve buradan ilk insanın ilk peygamber olduğuna inanan Müslüman, «Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, “doğru düşünce” olmasaydı, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz.” düşüncesi de olmayacak, varılanın “doğru” olup olmadığının bilinememesi bir yana, ne “düşünce” ve ne de “doğru” diye birşeyden söz edilemeyecekti... Son tecridde, MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ!..»(4) hükmünü kabul, tasdik ve verimlendirme tavrını gösterebilmelidir ki bir fikirler manzûmesi hâlinde mânâda taarruza geçebilsin.

Mevcud mîmarlık ve sanat tarihleri Mutlak Fikir’den kaynaklanan peşin fikir hikmeti ve onunla örülecek bütün bir fikre sâhib değil; parça mevzularda doğru ve yanlışı harmanlamış ve bunu -mitolojik unsurlar dışında- aklî deliller çerçevesinden çıkar(a)mamıştır. Sanatın ve mîmarlığın kaynağının ne olduğu, tarih yazımında bir “başlangıç”ın tesbit ve kabûl edilmesi husûsunda bir Batılının ve bir Müslüman’ın anlayışı çok farklıdır. «“Kaynak” kelimesi, çoğu zaman sanat vakıasının ‘özü’ ve ‘niteliği’ mânâsına gelir; o halde burada gerçekten ilmi, felsefe ve hikemiyatı ilgilendiren bir mesele göz önündedir... Başka bir mânâda, “kaynak” deyince, “ideal oluş” anlaşılır; sanatın özünün araştırılması, sanat vakıasının içinde “geist-malûm”u ve tabiatı kapsayan yüksek bir prensibten türetilmesi...

Sanatın “tarihî olarak” ne şekilde meydana geldiği araştırılmak istendiğinde, o zaman, hiçbir tabiat ürünü olmayan ve insan tarihi için şart koşulan bir şeyin kaynağı nasıl aranabilir? Her “oluş”un ve tarihî vakıanın kendisiyle kavrandığı kategori olan bir şeyin “tarihî oluşu” nasıl gösterilebilir?»(5) Müslüman’ın “Mutlak Fikir” ve “o değil, ondan; dolayısıyla o” doğrultusunda ulemâ ve Allah Dostları’nın -kaddesâllâhu es- rârahum- ölçülendirme ve değerlendirmeleri önünde, insan aklının ve Batı’nın her türlü çabası âciz ve mahdud kalacaktır. İnsan aklının Allah kelâmını kavrayamayacağı düşünüldüğünde, demek ki “önce inanma sonra arama” ameliyesinin gerekliliği her alanda olduğu gibi burada da görülmektedir.

«Büyük Doğu Mimarının ifadesiyle: “Eşya ve hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zat varlık hey’etinden evvel, bizim inanmamıza borçlu- dur!” Bu hakikati başa alırsak, “bilgi”nin, eşya ve hâdiselerin muhtevasından şuurun çıkardığı ‘form’ oluşunu görürüz. “Bilgi”, bütün insan verim şubeleriyle insan ve toplum için olduğu kadar, kendi “kendi öz cevheri” içindir ki, bu, meselelerin mücerret fikir plânında ele alınması gereğini gösterir; eşya ve hâdiselerin, cevablarını kendilerine sorulan soruların mahiyetine göre verişini ve bilginin kendi “kendi öz cevheri” için olmadan insan ve toplum için olamayacağı hakikatini göz önünde tutarsak, meselelerin hallinin ancak hikmet plânında, yani eşya ve hâdiseleri tasarruf verimlerinin kendisine nisbet edileceği “ideal değerler” araştırmasiyle ele alınarak halledilebileceğini görürüz. İlmin, mücerret fikrin görünür nisbetler içinde kalıplaştırılması işi olması, mücerret fikir olmadan ilmin doğmayacağına ve mücerret tefekkürden suyu eksik ilmin, giderek kuru kalıp tekrarlarına döneceği ve hayata ters bir donmaya varacağını anlarız.»(6) Dolayısıyla iş, en önce Ehl-i Sünnet îtikâdı çerçevesinde inanma, sonra inanılanlar üzerinden tefekkür ve tasarruf ve verimlendirmede... En düz ve doğrudan ifâdesiyle, sanat ve mîmarlık tarihi yazımlarında “ilim ve akla uygunluk” ucuzculuğundan kaçınmak gerekliliği görülmektedir.

“Çok çok önemli bir mesele genel olarak Doğu ve Batı farkı aynı zamanda bir imân istidadı

-Doğu bir düşüncenin değerini onun ele gelmemesiyle ölçer ve bununla övünür vahye ve sırrî olana kalbî ve hissî olana BEDAHET ifâde edene-Batı ölçülebilir değerleri sever akılla ölçüp biçmeyi buna uygun geleni sezgiyi ve bedaheti öğrendikten kendi harcına kattıktan sonra bile teslim olma yerine İlahî olana düşüncede hep toprağa yapışık tesbitle yetinen - öyle ki İslâm’ı öve öve bitiremeyen neredeyse ona imânı tavsiye eden yine de kendi müslüman olmayan büyük kafalar yetişmiştir deliresiye akılda kalmak - onun putu bu tenkid ve kötüleme değil bir tesbit - müslüman olmuş Batılı ilim adamı tasavvufla ilgilenirken bile ölçülebilir değerlerle hareket eder yetiştiği ortamın ürünü kulağında küpe olsun-mazereti makbul gör!”(7)

Peygamberler ve Zaman

Zaman gibi bir mücerredi ele alabilme- nin çetinliği ve tehlikesi karşısında bu bahsi büyüklerin kelâmını iktibâsa ayırıyoruz. Bu bahis ileride ele alacağımız bahisleri açıcı mâhiyette olduğu için lüzumlu görülmüş ve aynı zamanda alâkalıları için de yardımcı bir bölüm ve kaynak temini mâhiyetindedir.

«Şöyle bilinsin ki; bu âlemin başlangıcına hiç kimsenin aklı erişmemiştir. Âlem, hâdisdir ya’nî sonradan olmadır; kadîm değildir. Hattâ bu, İdrîs Aleyhisselâm’dan su’âl edilince [Biz Peygamberiz ve bu kadar ilme mâlikiz. Böyleyken bu hudûsün ibtidâsını ya’nî bu âlemin yaratılışının başlangıcını bilmeyiz.] demiştir. Dünyânın sonu da böyledir. Gerçi eşrât-ı sâ’ât ya’nî kıyâmetin alâmetleri hakkdır, ta’yîn olunmuştur; ammâ kıyâmet-i kübrânın ya’nî büyük kıyâmetin vakti mu’ayyen değildir, meçhûldür. Hudûsden murâd, vücûduna adem sebkat etmiştir, ya’nî sonradan olmuş olmasından murâd, üzerinden yokluk geçmesidir. Var olmadan evvel, yok idi. Ve vücûduna yine adem lâhık olacaktır ya’nî var iken bir zemân gelecek ve yok edilecektir.»(8)

[“Keşkûl’deki bu makâle, dünyânın ya- ratılışından yok edilişine kadarki zemânı icmâlen bildirmektedir. Abdülvehhâb-i Şa’rânî’nin “Muhtesar” ismindeki kitâbının Birinci Cildi’nin Doksan İkinci sahîfesinin bir kısmının tercümesidir.]

«Dünyânın yaratılışının başlangıcından inkırâzına kadar ya’nî yok edilişine kadar olan zemânı, gezegenlerin seyrlerinin mikdârını bilen müneccimlere ve hey’et ilmi âlimlerine göre, gezegenlerin sayısı i’tibâr edilerek binlerce sene, ba’zılarına göre, burcların sayısı esâs alınarak yine binlerce sene olarak takdîr edilmiştir.

Ba’zılarına göre “Üçyüzaltmışbin” yıldır. Ya’nî feleğin dereceleri adedine göre binlerle takdîr edilmiştir. Bunlar, birtakım hendesî ya’nî geometrik hesâblara binâ’en senelerin mikdârını ta’yîn etmişlerdir. Fakat doğruya, isâbete dahâ yakîn olan mikdâr, ma’nevî keşf sahiblerine göre “Üçyüzaltmışbin” senenin “Üçyüzaltmışbin” seneyle çarpılmasından meydâna gelen senelerin sayısı olan mikdârdır. Bir gün fazla ve bir gün noksân olmamak üzere tâm “129.600.000.000” “Yüzyirmidokuzmilyâraltıyüzmilyon” senedir.»(9)

«Âdem Aleyhisselâm ile Nûh Aleyhisselâm arasındaki zemân, Nûh Aleyhisselâm’dan bugüne kadar olan zemândan daha uzundur. O zemânlara âid ma’lûmât az olduğundan, insanlar bunu bilmiyorlar. Nûh Aley- hisselâm’ın gemisi buhârlı idi. Kur’ân’ı Azîmüşşân’da (Tennûru, ocağı yandığı zemân...) buyuruluyor. Medeniyyet, o zemâna göre zirveye çıkmıştı. Kavminin inâdçı kâfirleri yüzünden, Cenâb-ı Hakk, tûfân belâsı ile kavmini cezâlandırmıştı. Sonra dünyâ yeniden kuruldu.»(10)

«Âdem aleyhisselâmın hiçbir evlâdı 200 yaşından önce vefât etmemişdir.»(11)

«Tufandan sonra yedi bin büyük şehr kurulmuştur.»(12)

«İnsânın yaratılmasından beri, Allâhü a’lem, “üçyüzonüçbin” sene geçmiştir. Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem’in dünyayı teşrîflerine kadar “yüzyirmidörtbin” peygamber gelmiştir. Bunlardan “üçyüzonüç” peygamberin kitâbı vardır. Diğerleri, kendilerinden önceki peygamberlerin şerî’atleriyle amel etmişlerdir. Eski ümmetler, kemmiyet i’tibâriyle çoktur. Çünki “yüzyirmidörtbin” peygamber gelmiştir. Her iki peygamber arası en az bin senedir. Âdem Aleyhisselâm’dan sonra “ikiyüzbin” seneden çok sene geçmiştir. Bu zemân zarfında geçen eski ümmetlerin mü’min olanlarının sayısı çoktur.»(13)

«İbn-i Hişam’ın rivâyetine göre, Nuh -aleyhisselâmın vefatı ile İbrahîm -aleyhisselâm- arasında peygamberlerden Hûd ve Sâlih -aleyhisselâm- vardır ve bu aradaki fasıla 1142 senedir. İbrâhim -aleyhisselâm- ile Hûd -aleyhisselâm- arasında 620 senelik fasıla vardır, İbrâhim -aleyhisselâmın tevellüdü ile Tufan arasında 1263 senelik fasıla vardır. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâmın künyesi Eb’ul Edyaf(konuklar babası) olduğunu İbn-i Sa’d, Tabakât’ında bildirmiştir. En sahîh rivâyete göre İbrâhim -aleyhisselâm- 200 yaşında vefat etmiştir. Kudüs mülhakatından Halil’ur-Rahman’da medfundur.»(14)

Peygamberler ve Öğrettikleri

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlerin kıssaları, onun muhtevâsının üçte birine tekâbül etmektedir. Bu noktadan bakıldığında, bu kıssalara verilen ehemmiyetin ve bu kıssaların ruh adelelerinin güçlendirilmesinde alacağı rolün büyüklüğü de anlaşılmaktadır.

Merhum Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifâdesiyle, «Devri geçmiş ve aslı tahrif olmuş semavî dinlerin, aslı ve tamamı Kur’ân’da ve onun tefsir, tâbir, tevil ve fiil halinde YAPABİLMESİNİ gösteren de, MUTLAK MÂNÂSIYLA, Allah Sevgilisi; bütün peygamberlerde tecelli eden hikmetler de, O’nda ve O’ndan, O’na bağlı velayette bilinen izler hâlinde veli hususiyetlerinde bilinen ve görülen... O hâlde, İSLÂM TARİHİ-PEYGAMBERLER TARİHİ- İNSANLIK TARİHİ, kronolojik olarak belirtilemeyen bir sırayla Adem Aleyhisselâm’dan Resûlullah Efendimiz’e doğru klasik bir usûlle onların dış yüzden hayat ve devirlerinin hâdiseleri hâlinde örnekleri mevcut şekilde anlatıldığı ve anlatılabileceği gibi, sondan başa doğru ve onlarda tecelli eden hikmetler şeklinde iç yüzden de anlatılabilir.»(15) Biz bu noktada, Allah dostlarından, Büyük Doğu ve İBDA Külliyâtı’nda mevzumuzla alakalı bahisleri geniş mânâsıyla tasnif ederek sunduk. En geniş mânasıyla dünya tarihinden en küçük çapta bir iğnenin tarihi, zaman mefhumuyle birbirine eş olabilirken, ihtivâ ettiği teferruatıyla farklılık gösterse de; bize kaynak teşkil edebilecek olan adresler bellidir. Bu zamana kadar böyle bir tarih yazımı; yani misâlen, tefsir kitablarını, hâdis külliyatlarını, Allah dostlarının hikmetleri ve menkıbelerini, ulemânın yazmış olduğu tarih kitablarını; birçoğundan belki birer cümle de olsa mevzunun aranıp, damıtılacağı bir usûlle bir tarih yazılmamış olabilir. Böyle yazılmamış olmasının; böyle olmaya- cağı anlamına gelmeyeceğini, en başta hâkim kültürün masallarına değinerek ifâde etmeye çalışmıştık. Bu noktada, yalnızca tarih yazımında değil, herhangi bir mevzuun ele alınışında İslâm’a muhatab bir anlayışla, teferruatçılık şuurunun verimlerini göstererek; gelmeyen tarihçiyi, edebiyatçıyı, sanatçıyı, vs. getireye muvaffak olabiliriz.

«Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı. “Mutlak Fikir”in bildiricisi ve “Tatbikçi”leri olan Peygamberler, belli başlı bir zaman ve mekândaki “hakikatin hakikati” kendilerinde olan “ferdi” ve ya- pılması gerekenin “gerekli olan”a mutlak uygunluğunu temsil ediyorlar. Onların her biri, toprak seviyeli bütün iş ve oluşla- rın GAYESİ noktasını, iç alem düzeninin hakikatini, BÜTÜN TEZ VE ANTİTEZLE- RİN kendilerine nisbet edildiği zamanüstü “Mutlak Ölçüler”in tek kök topluluğunu temsil ediyorlar. Hakikatlerinin hakikati ise, merkezde, Hakikat-i Ferdiyye; yekpare za- man ve mekân onun emrinde... O ki, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber... Baş ve son O... Söz konusu hakîkate binâen:

“Bu bakımdan semavî dinlerin kendi içle- rinde ve İslâm’a nisbetle muhâsebeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü din yalnız İslâm’dır. Peygamber- ler bir bayrak yarışçısı olarak yola çıkmışlardır. HER PEYGAMBER BELLİ BAŞLI ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBERİ... Bayrağı öbürüne teslim ederek, öbürünü daha öbürüne teslim ederek aslî sahibine kadar gelmiştir. Ve nihayet bayrak TOPYEKÛN ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBERİNDE KARAR KILMIŞTIR. Hepsinin ismi İslâm ve hepsinin toplandığı yer, bütün mânâsıyla gerçek İslâm... Bu bakımdan dinlerin kendi aralarında ve İslâm’a göre nisbete ihtiyaçları yoktur.”

O hâlde: Tefekkür tarihi boyunca görülen bütün düşünceler, kendi çıkış zamanlarındaki dînin mihengi içinde... Allahsız düşünceler de dînin antitezi olarak, hakîkati tersinden gerçekleştirici ve görünüşlerini dîne borçlu; her şey zıddıyla kâimdir ve tez olmadan antitez olmaz. Semâvî olmayan dinler ve tahrif edilmişi göste- renler de antitez grubundaki derecelerde... Bu, aynı zamanda antitez cebhenin de hep tekrar- dan yenilenişini gösteriyor. Nasıl ki, maddeci de maddeci görüşünü rûhî çaba ile kuruyorsa, Peygamberlerin getirdiğine îmân etmeyenler de, bütün tonlarıyla, onların getirdiğinin tersine nisbetiyle zamanlarının temsilcisi oluyorlar.

Peygamberler vâsıtasıyla bildirilen Allah kelâmı ve bunun Peygamberler tarafından “tatbîk”inin görünüşünden başlayarak her düşünce, alta ve mevzûların özelliklerine, bir mevzûun kendi derecelerindeki meselelerde “uygulama” görünüşlerine kadar, dâimâ alta göre “esas”, üste göre “usûl” belirtir. MUTLAK FİKİR’den başlayarak, “Şeriat’a aykırı hiç bir hakikat olamaz, çünkü hakikatler Allah’ın tecellisidir” hikmeti göz önünde tutulursa, ihtiyaçların “tatbik edilmesi gerekenler” çerçevesinde görünüşü, her Peygamber döneminin ayrı bir İHTİYACI DO- ĞURUCU ÂLET ZAMANI oluşu ve ihtiyaçların ÂLET’e nisbetle görünüşüdür... Ki, bunun idrâkı hiçbir ölçüye dayandırılmaksızın uydurma bir “medeniyet tarihi” anlatımına ve yine hiçbir ölçü belirtmeden aptal bir “ileri-geri” tekerlemesine de açıklık getirmektedir. Her şeyden önce şu anlaşılmalıdır:

“Gaye İnsan - Ufuk Peygamber” ve O’nun sahabe kadrosu, kronolojik zaman sırasıyla “ileri-geri” tekerlemesi yapanların tersine, en üstün kültür ve medeniyeti temsil ederler; onlar iç alem düzeninin hakikatinde yaşayanlar...»(16)

Âdem Âleyhisselâm ilk insan ve ilk peygamberdi. Allâh-u Teâlâ âyet-i kerîmede, “Allâh Âdem’e bütün isimleri öğretti” buyuruyor. Bu ilâhi hükme binâen «Hazret-i Âdem -aleyhisselâma öğretilen isimlerden maksad, yeryüzündeki bütün eşyânın isimleri, mâhiyetleri ve hususiyetleri idi. Burada bizim bilemediğimiz ilâhî san’at, eşyânın hakîkati, yaratılış sırrı, levh-i mahfûz, kader ve ondaki hikmetler ile bütün semâ ve arzdaki ilâhî esrârdır.»(17) Âdem -aleyhisselâm- ile Havva vâlidemiz’in Arafât Dağı’nda buluşmasından «sonra Âdem -aleyhisselâmla Havvâ vâlidemiz, Allâh’ın emriyle bugünkü Mekke şehrinin olduğu yeri vatan edindiler. Bundan dolayı Mekke şehrinin bir adı da Ümmü’l-Kurâ, yâni YERLEŞİM BÖLGELERİNİN ANASI’dır.»(18)

«Her Peygamber döneminin ayrı bir İHTİYACI DOĞURUCU ÂLET zamanı oluşu” zâviyesinden, kendisine bütün eşyânın isimleri, mâhiyetleri ve husûsiyetleri öğretilen “Âdem -aleyhisselâmn karnı acıkınca Cebrâil -aleyhisselâm- Cennet’ten buğday getirdi. Rençberliği Âdem -aleyhisselâma öğretti. Âdem -aleyhisselam- öküz ile çift sürdü, ürün yetiştirdi. Buğday’ı öğütüp eledi. Kepeğinden arpa bitti. Tandır yaptı, ateş yaktı ve ekmek pişirdi. Âdem su isteyince, Cebrâil -aleyhisselâm- yeri kazmasını öğretti. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- yeri kazdı, su çıktı ve içti.»(19) Oğulları Hâbil’in koyun sürülerinin var olduğu ve Kâbil’in de ziraatle uğraştığı yine büyükler tarafından ifâde edilmektedir.

Elli sayfalık suhuf sâhibi, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçmeyen Şit Aleyhisselâm ise Kâbe’yi ilk kez taştan binâ edendir. Bu noktada “taştan binâ etmek” ameliyesi üzerinden; zannedildiği ve Batıcı tarih yazımlarında anlatıldığı üzere, “mağarada yaşayan insan” hikâyesinin kofluğu da kendiliğinden görülmektedir. Eşyânın bütün isimleri, mâhiyetleri ve husûsiyetleri kendisine öğretilen Âdem Aleyhisselâm’ın ilk insan olarak ve yine İHTİYACI DOĞURUCU ÂLET noktasından Seyyid Abdülhakîm Arvâsî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin şu ifâdesi bir çok soruyu da beraberinde getirmektedir: «Abdullah İbn-i Abbâs radıyallâhü anhümâ şöyle buyurmuştur: “Cenâb-i Hakk, Âdem Aley- hisselâm’ı cennetden indirdiği zemân, göğün bereketinden beş şey indirdi: Örs, çekiç, kerpeten, eğe, iğne.”»(20) Kendi kısır ve cüce aklımızla sorduğumuz Âdem Aleyhisselâm’ın bu âletleri kullandığı iş ve ortaya çıkardığı eserler nelerdir? Bunun hâricinde kendi kavmine, evlâdlarına öğrettiği daha nice iş, âlet ve eşyâlar...? Bunu peşin bir kabul ve sırra ilişik olarak meçhûle hürmet tavrı ile kabul eden Müslüman’ın, “mağarada yaşayan insan” hikâyesini kabûlü mümkün müdür? Geçelim.

İdris Aleyhisselâm; “Hazret-i Âdem’in Kur’ân’da ismi zikredilen evlâdından

Necip Fazıl’ın şiirlerinde nefı̇s-ruh ve madde-mana karşıtlığı Necip Fazıl’ın şiirlerinde nefı̇s-ruh ve madde-mana karşıtlığı

İlk terzi ve yazı yazan - Peygamber KUDDUS-mukaddes ve nefsi temiz hikmeti O’nda tecelli etmiştir...”(21)

«İdrîs -aleyhisselâm-, Şît -aleyhisselâm-‘a çok benzerdi. İlk yazı yazan, yıldız ve riyâziyeye bakan odur. Son derece âbid idi. Asıl adı Ahnun olup çok ders verdiği için İdrîs adını almıştır. Allah Teâlâ, Âdem ve Şît -aleyhisselâm-‘a indir- diği sâhifelere ilâveten 30 sâhife de İdrîs -aleyhisselâm-‘a indirdi. Sonra İdris -aleyhisselâm-‘a terzilik san’atını öğretti. Elbise diker, zırh yapardı. Daha önce insanlar hayvan derilerine bürünürlerdi.»(22) Burada “hayvan derisine bürünürlerdi” ifâdesi, “debbağcılık”ın daha önceki Peygamberler tarafından öğretilmiş olduğuna delâlet eder.

Nuh aleyhisselâm insanlığın ikinci babası... Kendisi insanlığa gemi ve gemiciliği, dolayısıyla marangozluğu öğreten Peygamber. “Peygamber ve Zaman” başlığı altında verdiğimiz Nuh Aleyhisselâm devri ile ilgili tekniğin ileride olduğunu beyan eden cümleye tekrar dönersek: «Nûh Aleyhisselâm’ın gemisi buhârlı idi. Kur’ân’ı Azîmüşşân’da (Ten- nûru, ocağı yandığı zemân...) buyuruluyor. Medeniyyet, o zemâna göre zirveye çıkmıştı. Kavminin inâdçı kâfirleri yüzünden, Cenâb-ı Hakk, tûfân belâsı ile kavmini cezâlandırmıştı. Sonra dünyâ yeniden kuruldu.»(23) Aynı ifâdeler başka Allah dostları tarafından dile getirilmiştir: «Geminin; sert ağaçtan yapıldığı, iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu ve ateş yanarak buharla çalıştığına dâir rivâyet vardır.»(24) Teknik, medeniyet ve zamanın Peygamberi... Bu gözle bakıldığında, Peygamberler ve medeniyet arasındaki alâka; Peygamberlerin “öğreten” olması yönü daha açık ve sarih bir şekilde görülmektedir. Bu ifâdeler yanında bir de merhum Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun o devri vasıflandırışına bakalım:

“Resûller ve nebiler boyunca harikulâde aksiyonu bakımından müsbet yolda ve MUTLAK İNKILÂB mânâsıyla ilk İHTİLÂL manzarası beşerin ikinci babası NUH Aleyhisselâmda... O’NUN ZAMANINDA İNSANLIK İLK İBTİDAÎ DEVRİNİ YAŞAMIŞ ve bir İngiliz tarihçisinin hak ve bâtıl diye ayırmaksızın dinleri ve dindarlığı izâhta kullandığı KORKU VE ÜMİT TÂBİRİNDEKİ BAŞIBOŞ MÂNÂYI PUTLARA TAPMAKTA GÖSTERİR OLMUŞTUR...”(25)

“Onun zamanında insanlık/İlk ibtidaî devrini yaşamış” ifâdesi ile “medeniyet o zaman zirveye çıkmıştı” cümlesi arasındaki münâsebet; aslında teknik anlamda ne kadar ileri olursa olsun kavimlerin peygamberlerinin emirlerinden çıkıp sapkınlık ve ahlâksızlığa düştükleri nisbette “ibtidaîleşeceği” mânasında anlaşılabilir. Bu mânâda da Üstad Necib Fazıl rahmetullahi aleyh’in ifâde ettiği “Hiçbir devir bu kadar boş olmamıştır” ifâdesi, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “İnsanlığın ruhu çekildi” ifâdelerine nisbetle tekniğin zamanımız şartlarında “ilerlemiş ve zirve görülmesi” yukarıdaki mânâya eş değerlendirilebilir. Yine bu doğrultuda Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri‘nin: “Nuh tufanı her otuz senede bir zuhur eder. Lâkin hafif sûrette geçer. Çok yağmur ile bazı köyler ve evler selden harâb olur”(26) ifâdesi göz önüne alındığında ahlâk, teknik ve tufan bahislerinin iç içe mânâ alâkaları görülebilir. Alâkalısı için Tufan hâdisesini Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tefsiri olarak iktibas ediyorum:

“Büyük hâdise - insan yığınları yerine Nuh Peygamber’in şahsında göklerin ayaklanması şeklinde mutlak inkılâbdan bir numûne...”(27)

Yine “sonra dünya yeniden kuruldu” ifâdesi üzerinden; arkeolojik araştırmalar yapan Batıcılar’ın tarihlendirme ve tarih yazımlarına baktığımızda eğer alâkalı Nuh aleyhisselâm devrinde dünyanın yeniden kurulduğunu kabûl ederek, “âlem bir başka âlem oldu” diyerek meseleye eğilmiyor ise; baştan yanlış ve hata yaptığı ortadadır.

Allah-u Teâlâ’nın Kâbe’yi korumasının yanında (bu koruma da; bazı büyüklerin ifâde ettiği vechile, “Tufandan sonra Kâbe’nin temelleri kalmıştır. İbrâhim aleyhisselâm o temeller üzerine Kâbe’yi ihya etmiştir” denilmektedir); mâmur olan yerlerin yerle yeksan olduğunu kabul etmek; Tufan’ın eşyâ üzerindeki muhtemel tesirlerinin göz önünde bulundurulması gerekecektir.

İlk defa bekçilik için köpek edinen Nuh aleyhisselâm’dır. Gemi yaptığı sırada, geceleri Nuh aleyhisselâm’ın dinlenmek için gemi inşaatının yanından ayrıldığı zamanlarda kâfirler gelip gemiyi yıkıp gidiyorlar. Nuh aleyhisselâm Allah’a ilticâ edince, kendisine köpek edinmesi vahyolundu. Nuh aleyhisselâm’ın yapmış olduğu sefinenin (geminin) uzunluğu üç yüz, genişliği elli ve yüksekliği otuz zîrâ olup üç tabaka üzere idi. Altı ay su üzerinde yüzdü durdu. Sonra Cûdî Dağı’nda karar kıldı.(28)

Hûd aleyhisselâm ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi hakkında burada vereceğimiz teferruat ve daha sonrasında yine İbrâhim aleyhisselâm kıssasında vereceğimiz teferruatla şunu da göstermek istediğimizi ifâde edelim: Hakîkî tarih olarak, Peygamberler tarihini öğrenebileceğimiz başlıca kaynaklar evvelâ Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar, Kâinatın Efendisi sallâllahu aleyhi ve sellem’in hadîs-i şerifleri ve Allah dostlarının sözleridir. Bu yine Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sırruh Hazretleri tarafından ifâde edilmiştir: «Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” remzlerini ve işâretlerini anlamak, kâmil insânın işidir. Kâmil insânın sözünü dinleyen, dünyâda da, âhiretde de kâmil insânın yoldâşıdır. Dinlemeyen ise, hiçbir şey değildir.»(29) Dolayısıyla müracaat edeceğimiz adreslerin belli olması ve İslâm’da meselelerin hepsinin hâlledildiği de göz önünde tutularak; teferruat arayan, istemediği ve beklemediği kadar bulabilecektir. İğdiş edilmiş şuurlarımızın, bu mevzuya bilgi kırıntıları mesâbesinde bakmasına karşılık söylediğim bu cümlelerde, yazılanlarda bu teferruatı da hissettirmeye çalıştığımız bilinirse, yönelmek isteyen alâkalılara yardımcı olacaktır.

• «Hazret-i Hûd aleyhisselâm‘ın mûcizeleri:

• Allah’ın izni ile, rüzgârları istediği tarafa döndürüyordu.

• Âd kavminin bulunduğu yerler, kayalıktı. Ne ot biter, ne de su çıkardı. Hûd aleyhisselâm‘ın duâsı ile yemyeşil bir hâle geldi.

• Yünü, ibrişim hâline getirirdi. Yâni, parlak bir hâle çevirirdi.

• Şiddetli yağmurlarda sefer yapılamazdı. Hûd aleyhisselâm, duâ etti; yollarda barınaklar oldu. Yağmur bitinceye kadar o barınaklarda halk, muhâfaza içinde bekledi.»(30)

Kervansarayların Hûd Aleyhis- selâm’dan kalan bir mîras olduğunu görüyoruz. «(Âd kavminin) İnsanları, cüsseli, uzun boylu, uzun ömürlü; toprakları verim- li, bağlık-bahçelikti. Hattâ Ahkâf mıntıkası, “İrem” diyerek tanınmıştır. Meşhûr “İrem Bağları” tâbiri oradan gelmektedir. Âd kavmi, kayaları yontarak evler yaparlar; gösterişli binâlar inşâ ederlerdi. Bunların içinde bağlar-bahçeler ve güzel havuzlar bulunurdu. Her yer göz kamaştırıcı güzelliklerle doluydu. Bu kavim, zamanla fitne ve fesâdla dünyâ nîmet- lerine gark olmaları sebebiyle Allâh’dan gâfil kaldılar ve dînlerinden uzaklaştılar. Hazret-i Nûh’un Tûfân’ının dehşet ve hikmetini düşünmeyip iyice dünyâya daldılar. Gelen nîmetlerin çokluğuna bakarak aldandılar. Kibre kapıldılar, böbürlendiler.

(...)

Onlar, ilâhî istikâmetten o kadar ayrıldılar ki, Samed, Samûd, Sadâ ve Hebâ adlı putlar edindiler ve onlara tapmağa başladılar. Zâlim ve gaddar oldular. Güçsüzleri ezmeğe başladılar. Zavallı bir kimseyi, binânın üst katına çıkartır, oradan aşağıya atarlardı. Sonra onun parçalanmış manzarasını seyrederler ve bun- dan zevk alırlardı.”(31)

Sâlih aleyhisselâm’ın kavmi Semûd da Âd kavminin nimetlerine gark oldukları halde, «Âd kavmi, sağlam binâlar yapmadığı için helâk oldular. Zirâ onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalardan herhangi bir zarar görmeyiz.” dediler.»(32) Semûd kavmi de nankörlükleri, inkârcılıkları yüzünden Allâh’ın gazabına dûçar olmuştur. O sağlam kayaların içinde, üstünde helâk olmuştur.

Mekânın ruha tesirini gösteren hadîs-i şerifler;

«Tebük Seferi’nde Ashâb-ı Kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Efendimiz sallâllâhü aleyhi ve sellem: “Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi...” buyurmuşlardı.

Sahâbe-i Kirâm: “Yâ Rasûlallah, kırbalarımızı su ile doldurduk. Bu sudan hamur yap- tık!” dediler. Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem: “Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı dökün!” buyurdular.

Kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günâh yüklü mekânlarda mânen devâm eden kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için sür’at- lenmek îcâb eder.”

Yine, «Kahır mekânları, kıyâmete kadar dûçâr olduğu felâketin kaderini devâm ettirmektedir.

Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sel- lem, Vedâ Haccı’nda Mina ve Müzdelife arasında yürüyüş sür’atlerini arttırdılar. Sahâbe-i Kirâm Hazarâtı: “Yâ Rasûlallâh, ne hâl oldu?” diye sorunca, cevâben Fahr-i Kâinât sallâllâhü aleyhi ve sellem: “Bu mekânda Cenâb-ı Hakk, Ebrehe ordularını kahretti. O tecellîden bir hisse gelmemesi için sür’atlendim!” buyurdular. Nitekim hacda bu mekânda vakfe yapılmaz.»(33)

Bir bütün olarak, mekân ve mûhit çerçevesinde yine bir hadîs-i şerifte: «“Müşriklerin ikâmet ettiği mahâllerde oturmayın, onlarla bir arada bulunmayın, kim onların meskûn bulunduğu yerlerde oturur ve bir arada bulunursa onlardandır, yâhud bizden değildir” buyurulmuştur ki müşriklerle aynı meskende oturmayın demektir. Onlarla aynı meclisde bulunmayın, ki onların habis huylar size sirâyet etmesin, çirkin sîretleri size müessir olma- sın.»(34)

İbrâhim Aleyhisselâm ve Kâbe’nin İnşâsı

«İnsan, yeryüzünü îmâr etmek ve gönül mahsûlü eserler meydana getirmekle mükellef- tir. Çünkü o, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olmak üzere yaratılmıştır. Cenâb-ı Hakk’a vekîl olarak yaşamak demek olan bu hilâfet vazîfesi, fıtrat-ı asliyyede meknuz (gömülü olan) istîdad îtibâriyledir.»(35) Kulun halîfe olarak yeryüzünde binâ eylediği en şerefli mekân da Kâbe-i Muazzama’dır. Zübdet’ül-Buhârî’de zikredilen hadîs-i şerîf muktezâsınca, yer- yüzünde en evvel konulan ve binâ edilen mescid Kâbe-i Muazzama’dır.

Bu mâbed on bir kere binâ ve tecdit edilmiştir (yenilenmiştir) ki bunlar:

1- Evvelâ Melâike-i kirâm nurdan bir binâ olarak inşâ etmişlerdir.

2- Hazret-i Âdem,

3- Hazret-i Şit,

4- Hazret-i İbrâhim,

5- Amâlikalılar,

6- Cürhüm kabîlesi,

7- Kusayy,

8- Kureyş,

9- Abdullah bin Zübeyr

10- Haccac-ı Zâlim

11- Bağdat Fâtihi Sultan IV. Murâd’dır.(36)

Tufan’da, «Su, en yüksek dağların üze- rinde on beş, otuz, kırk arşın yükseldi. Gemi o gün bilinen her yeri beş ayda dolaşdı. Hiç- bir yerde karar kılmadı. Harem-i Şerif’e geldiği vakit oraya girmeyip bir hafta tavaf etti. Çünkü Cenâb-ı Hak, Beyt’i su baskınında muhafaza etmiştir. Kâbe’nin yeri tufandan sonra gizli kaldı. Vakti gelince Cenâb-ı Hak, Cibrîl ile İbrahim aleyhime’s-selâm’â tebliğ etti. Cibrîl Kâbe’nin yerini gösterip îmârını emretti. Binâ edilmesini emreden Allah, tebliğ edicisi ve mühendisi Cibrîl -aleyhisselâm- banisi Halilullah, tilmizi ve yardımcısı da İsmâil -aleyhisselâm- oldukları cihetle yeryüzünde Kâbe’den daha şerefli bir binâ yoktur.»(37)

«İbrâhim aleyhisselâm‘ın Kâbe’yi binâsı Kâbe’nin ikinci defâ ki binâsıdır. İlk olarak Âdem aleyhisselâm binâ etmiş, bu binâ Nûh tûfanında kaybolmuştur. İkinci olarak İbrâhim aleyhisselâm binâ etmiş.

Üçüncü olarak zamân-ı câhiliyede İslâm’ın zuhûrundan evvel Kureyş tarafından binâ edilmiş ve bu binâ da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz nübüvvete ba’s olunmazdan evvel binâ edilmiştir.

Dördüncü defâ Abdullah ibn-i Zübeyr binâ etmiştir.(38) Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm Kâbe’yi binâ etmekle sarf eylediği çamuru Hufre-i Mu’cin veya Makâm-ı Cibrîl denilen Bâb-ı Muallâ Elkab-ı Kâbe ile Rükn-i Irâkî arasında vâkî bir çukurda yapmış ve namaz İslâm’a farz olduğu zaman Fahr-i rîsâlet haz- retleri en evvel burada namaz kılmıştır.»(39)

«İbn-i Âbbas -radıyallahu anhümâ-‘dan rivâyet olunmuştur: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdular: “Ne zaman ki Âdem Cennet’ten yere indirildi, Allah Teâlâ ona: - Yâ Âdem, git, benim için bir ev yap, onu tavaf et ve beni onun yanında zikret. Meleklerin arşın etrafında yaptıklarını sen gördün, işte sen de öyle yap buyurdular. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm adım adım yürümeğe başladı. Yer ona duruldu. Sahrâlar küçüldü, ayağının bastığı her yer mâmur hale geldi. Böylece Âdem aleyhisselâm Beytullah’il-Harâm’ın yerine kadar geldi. Cebrâil kanadıyla yere vurdu. Yedi kat yerin dibine geçti, işte oraya Beytullah’ın temeli oturtuldu. Melekler Âdem aleyhisselâm‘a taş taşıdılar. Her biri otuz adamın kaldıracağı kadar büyüktü. Taşlar şu beş dağdan getirildi:

1- Tûr-i Sîna

2- Tûr-i Zeytâ

3- Tûr-i Lübnan (Şam’da bir dağ)

4- Cudi (Cezire civârında bir dağ)

5- Hira (Mekke’deki Nur dağı)”(40)

Bu noktada Âdem Aleyhisselâm’ın yer- yüzüne indirildiğinde Kâbe’yi inşâ ile va- zifelendirilmesi husûsu şu tefsir doğrultusunda değerlendirilebilir: [Firavun ve ulu adamlarının kendilerine (işkence ve) azâb etmesinden (endîşe etmeleri husûsunda taşıdıkları) büyük bir korkuya rağmen Mûsâ’ya ancak (kendisinin mensub olduğu İsrâiloğullarının gençleri açıkça îman edebilmiş, Firavun’un) kavminden (ise sadece eşi Âsiye, bekçisi, hanımı, bir de tarakçısı gibi) pek az bir zürriyet (gizlice) îman etmişti. Gerçekten de Firavun elbette o toprakta üstünlük sâhibi idi! Yine şübhesiz ki o, elbette (kan dökme ve zulüm yapma hususlarında haddi aşan) müsriflerden idi.-Yunus Suresi, 83. Âyet-i kerime]

“Âyet-i celîlede îmân ettikleri beyân olunan zürriyet Mûsâ aleyhis- selâm’a îmân ettikden sonra Allah’a ibâdetle meşgûl olmaya baş- ladılar ve cemaat hâlinde ibâdet edebilmeleri için mescidler yapmaları lâzım geldi. Çünkü Fir’avn bunların üzerinde hüküm sürmeye başladığı vakit mescidlerini yıkmışdı. Onlar da Fir’avn’dan korkuları sebebiyle dinlerinin şeâirini izhâr edecekleri bir mescid yapamamışlardı. Evvelâ evlerinde birer mescid ittihâz etmekle emrolundular. Asr-ı saadette bidâyette Müslümanlar da Mekke’de Erkam’ın evinde ibâdet ediyorlardı.

Tefsir-i Medârik’de beyân olunduğu vechile bir kavim için mâbed ittihâzı evvelâ kavmin reislerine ve büyüklerine ve bil- hassa enbiyâ-i izâm hazarâtına bir vazîfe olduğuna işâret için Vâcib Teâlâ mescid yapmayı evvela Mûsâ aleyhisselâm ile birâderine emir buyurmuştur. İbâdet, kavmin cümlesine âit vezâif-i dîniyyeden olduğuna işâret için kıble ittihâzı ve edâ-yı salâtı emir cemi sîgasıyle vârid olmuştur. Ümmetini tebşir etmek sâhib-i şeriate âit vezâif cümlesinden olduğuna işâret için tebşir etmek yalnız Hazret-i Mûsâ’ya emr olunmuştur.»(41)

İbâdet mekânı, câmi, mescid yapmanın devrin reislerine ait olması, ilk insan ilk peygamber Âdem aleyhisselâm’ın Cennet’ten yeryüzüne indirildiğinde Kâbe’nin inşâsı ile emr olunmasını tefsir eder gibidir. Zîra, bu vazîfenin teşvîkiyledir ki, büyüklerimiz, ecdâdımız ardına çil çil kubbeler serperek fetihler yapmışlardır.

İsmâil Aleyhisselâm, dikenli arâzîyi yeşillik hâline getiren ve alınlarına hayrın nakşedildiği atın ehlîleştirilmiş olarak kendisine lutfedildiği ilk peygamber...

Lût kavmi kıssası meşhûrdur. O zamana kadar yeryüzünde işlenmemiş ahlâksızlığı işleyen bir kavim olan Lût kavmi’nin yerleşim bölgesi, kavim helâk edildikten sonra deniz seviyesinden 400 metre aşağıda bir göle, Lût Gölü’ne dönüşmüştür. Bu göl günümüzde hâlen mevcuttur. «Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bu mel’ûn kavimle (Lût kavmi ile) ilgili hâdiseler, tahminen M.Ö. 1800 yıllarında vukûa gelmiştir. Helâkin meydana geldiği Sodom ve Gomore bölgesinde o zamandan kalma tuz yoğunluğu sebebiyle konserve hâlinde kalmış ağaçlara rastlanmıştır. Şehir kalıntıları ise ilâhî azâbın te’siri ile yerin dibine batmıştır. Gölün rengi zift rengidir. İğrenç kokular neşreder. Sanki bu göl, üzerinde işlenen günahları, bu manzaraları ile insanlığa arzeder. Sodom-Gomore kentlerinin başına gelen ilâhî intikam ile Pompei fâciâsı birbirine çok benzer:

Pompei, Roma İmparatorluğu’nun dejenerasyonunun sembolü olan İtalya’dadır. Pompei şehri de, aynı Lût kavmi gibi cinsel sapıklıktan batmıştır.

Târihî kayıtlar, şehrin yok olmadan evvelki hâlini, tam bir sapıklık, edebsizlik, son noktaya gelmiş bir ahlâksızlık olarak bildiriyor. Îsâ aleyhisselâm‘dan yetmiş sene sonra Vezüv yanardağının ânî bir indifâsı (patlaması) ile lavlar, bir anda kenti haritadan silmiş, ilâhî azâbdan hiç kimse kaçıp kurtulamamıştır. Ahmak bedbahtlar, alenî bir sapıklık hâlinde iken taşlaşıp kalmışlardır.»(42)

Dâvud aleyhisselâm devrinde Beyt-i Makdis’in inşâsına başlanmıştır. Beyt-i Makdis yani Mescid-i Aksâ ile alâkalı olarak şu hadîs-i şerîfi zikrettikten sonra kıssalara devam edelim:

(Tecrîd-i Sarîh Tercümesi -9/147-’den naklen) Ebu Zerr radıyâllâhu anh‘den rivâyete göre şöyle demiştir:

«Bir kere ben: Yâ Rasûlallah! İbâdet için yeryüzünde en önce hangi mescid binâ edildi, diye sordum. Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem: Mescid-i Haram, buyurdu. Ben: Sonra hangisi, dedim, Mescid-i Aksâ, buyurdu. Sonra ben: Bu iki mescidin kuruluşu arasında ne kadar zaman vardır, dedim, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Kırk sene, buyurdu. Sonra: “Namaz vakti girdikten sonra namaz sana nerede yetişirse namazı orada kıl, çünkü fazîletli namaz, vakti içinde kılınandır.” buyurdu.»(43)

Burada, Kâbe’yi de içinde bulunduran Mescid-i Haram’ın Dâvûd aleyhisselâm’ın Mescid-i Aksâ’nın inşaatına başlamazdan evvel yapıldığını anlıyoruz. Fakat, hadîs-i şerifde “kırk sene” ifâdesinin tefsirine ihtiyâcımız olabilir. Nitekim, Dâvûd aleyhisselâm’ın dünyaya teşriflerinin, bi’setlerinin buradaki “kırk sene”ye nisbetle tarihlendirilmesi; Mescid-i Haram’ın hangi peygamber zamanında inşâ edildiğine bizleri götürebilir. Mescid-i Aksâ’nın inşâsı ile alâkalı olarak; «Dâvûd aleyhisselâm, Allâh celle celâlühû‘nun emriyle Beyt-i Makdis’in inşaatını başlatmış fakat ömrü kifâyet etmemişti. Bunun üzerine Süleymân aleyhisselâm cinleri topladı. Onlarla beraber Beyt-i Makdis’in inşâsını devâm ettirdi. Etrâfına da on iki mahallesi olan bir şehir kurdurdu.(M.Ö. 967 veya 953)»(44)

Yine bir işâret taşı ve not olarak; en basit bir gözle kendi mîmarlık/şehircilik tarihimizle veya arkeolojik tarihle alakalı, Mescid-i Aksâ’nın etrafına “on iki mahallesi olan bir şehir”in Süleymân aleyhisselâm tara- fından kurulduğunu bir Allah dostu söylüyor. Bunu başa alarak teknik tâkiblerin yapılması zarûreti doğmakta ve ilmen küfrü tasarruf altına alma ve kâfirin elindeki malzemenin hakîkî sâhibini gösterme ve kendisinin bu işin ya hırsızı yâhud yalancısı olduğunu ortaya koyabilmenin de yolu bu şekilde açılabilmektedir.

Süleymân aleyhisselâm’ın kıssasının farklı rivâyetlerinde, teşbihte hatâ olmasın, iç mekân tezyini ile alâkalı ve malzemelerin mekân içerisinde kullanımı veya ne gâye ile kullanılabilirliğine dâir ışık tutabilecek birçok hikmet devşirilebilir. Nitekim, bir rivâyette Süleymân aleyhisselâm suyu yansıtıcı bir yüzey olarak kullanmaktadır. Belkıs’ın sırça köşke girişini ve girişte zemindeki altı su üstü cam yüzeye gelince Belkıs’ın eteğini kaldırmasını, bir mekâna gizlenip, oradan yansımasını izlediği rivâyet edilmektedir. Meselâ yapının girişini farklı bir mekân içerisinden, yansımayı görerek kontrol edebilmenin, kıssalardan doğrudan alınabilecek bir hisse oluşuna bir misâl... Bu gibi hisselerin, sanat ve mîmarlık tarihi yazımlarında, pratik işlerde yol gösterici olabileceği düşüncesini anlamak ve anlatabilmek adına yazılmış bir yazı idi bu.

Son olarak da Süleymân aleyhisselâm ve Sebâ Melikesi Belkıs’ın kıssasını Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tefsiri ile verelim: «Sebâ Melikesi’ne TAHTIN gösterilmesinden ve onun “bundan önce bize ilim verildi, Müslüman olduk” demesinin arkasından gelen âyet, mânâlandırmamızı doğruluyor... “İmân: İlim”; bunu da işaret ettikten sonra, o âyet: O’na “buyur köşke” dediler. Bunu görünce derin bir su sandı ve ıslanmasın diye eteğini kaldırdı. Süleyman, “bu SIRÇADAN yapılma MÜCELLÂ bir köşktür” dedi. BELKIS, “Ey Rabbim! Ben hakikaten kendime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbı Allah’a teslim oldum!” dedi... NOT: Sırça, “sır”, aynı yazılışıyla ve kendine mecaz olduğu “sır- İlâhî hikmet” mânâsıyla birlikte düşünülür ve hak, yâni “toprak” eşyaya parlaklık verici şeffaf bir örtü oluşu göz önünde tutulduğunda, bu madde etrafında, ne kadar güzel hayaller kurulabileceği açık... Mücellâ, “parlak” demek... Cama sürülünce onu aynalaştıran SIRÇA, bu ayna hayalini “aksettirme” rolüyle yanında tutsun, “Sırçadan yapılma mücellâ bir köşk”: “Yandı sırça saray, İlâhî yapı...” hayâliyle birlikte, tefsire dönüşüyor... ÇİLE’den: “Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik / Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur / İçiçe mimarî, içine benlik, - Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!”... BELKIS, sırçadan yapılma mücellâ köşke girdiğinde, zemini öylesine canlı bir su zannediyor ki, bir ân ıslanmasın diye eteğini kaldırıyor; Allah, İLİM sıfatıyla herşeyi ihata eder, bu sıfat HAYAT sıfatının gerisinden gelmekle onun sıfatıdır, KUDRET ve İRADE sıfatıyla birlikte... Ve HAYAT, suya sirayet etmiştir; herşeyin yaratıldığı suya... BELKIS’ın Süleyman aleyhisselâm’la beraber girdiği Köşk’ün, mucizevî bir şey olduğu, tahayyülümüze mevzu; nitekim o, Allah’a teslimiyetini ifâde ediyor.» (45)

Netîce

Mevcud tarih anlayışlarının karşısında olarak bir alternatif göstermek niyeti ile yazılmayan bu yazıda, çapımızın yettiğince aslolanı Allah dostlarının dillerinden göstererek, alternatifin de ASIL olduğunu göstermek istedik. İBDA’nın “sakat muhâkeme” olarak vasfettiği, «Zıddını düşünmek... Meselelere yaklaşırken öncelikle üzerinde durulması gereken husus, doğrunun ne olduğunu bilmeden zıt düşüncenin söylediğinin tersini söyleyerek bizim açımızdan doğruya varılamayacağını anlamaktır. Karşısındakinin yanlışını göstermekle kendi doğrularını bulabileceklerini sananlar, fikir sahibi olmak ve doğruyu bulmak bir yana, başka alternatif getiremediklerinden dolayı, yanlış da olsa karşı düşünceyi tersinden yaşatanlardır.»(46) yanlışına hem zihnen hem de teknik açıdan düşülmemesi için, yani karşı düşünceyi tersinden yaşatmamak adına, yaşatılması gerekene değinmeye gayret ettik.

Görmüş olduğumuz ve göstermek istediğimiz olarak, aslında Müslüman için Batılı tarih anlayışları “Temelsiz bir zemin üzerindeki verimsiz itiş kakışlar”dan ibaretken, bizim tarihimizin Mutlak Fikir’den süzülmüş olarak var olduğunu, şu ân ihtiyaç olanın bunun farkında olarak meseleleri bu yönde ele alarak temellendirmek ve verimlendirmekdir. «Akıl, bir şeyi kuşatınca anlar; ve aklı da İlâhî esrar kuşatmıştır... Akıl, ‘mutlak’ı kuşatamaz; bir şeyi ‘zaman dışı’ olarak ele alışıyla da, hayatı akışı içinde kavrayamayacağı gibi, ‘varlık’ ve ‘oluş’u parçalayarak inceler. Bundan sonraki bahislerde de de ortaya çıkacak mânâ olarak burada kısaca belirtelim ki, herşey parçalarının toplamından fazla bir- şeydir ve bütün kavranmadan parçalara hâkim olunamaz: “Mutlak Fikrin” yol göstericiliği, denetleyiciliği ve gerekliliği»ni(47) görmektir.

Son olarak da, «Peygamberler insanda mücerredin zarını delmişlerdir, mücerret tefekkürü getirmişlerdir. Ve ondan sonra bu tefekkür kendisine bütün dünyayı çekeceği zemini bulmuştur. Onun için mücerret fikir nefhası olan din, insanda kafayı ve ruhu da tesis eden müessisedir.»(48) kâidesini anlamaya çalışmak; «Topyekûn tarih, insanoğlunun tarihi, Allah Sevgilisine yakın ve uzak olanların, Allah’a yakın ve uzak olanların hayat maceralarıdır...»(49) ifâdesine nüfûz edebilmek çabasına vâsıl olmak gerek. Dikkat edilirse; “topyekûn tarih”...

Ve en önemlisi de; inanmak... «İlahî beyana göre, insan tohumu Âdem Peygamber, Doğu plânında bir yere ayağını bastı. Bütün nevilerin kurtarıcısı Nuh Peygamber, gemisini, orada bir noktaya oturttu. Resûller atası Hazret-i İbrahim, Doğunun maddî ve mânevî çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi. Büyücüleri büyüleyen Musa Resul, ümmetine vâdedilen toprağı orada aradı. Meleklerden merhâmetli Hazret-i İsa, ölüleri dirilten nefesini, batı istikâmetinde Doğudan üfledi. Ve... Ve nihayet Allah’ın Sevgilisi ve âlemlerin yaratılış hikmeti baş Resûl, Doğunun bir kenarında, bir nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.

Dâvanın, inananlar için bütün bunlara inanmayı, inanmayanlar için de inanmamayı isteyecek noktasına henüz uzağız. Dâvanın şimdi o noktasındayız ki, nasıl Allah’a inanmayan bir insan, hiç olmazsa Allah’a inanan başka insanlar bulunduğuna inanmaya mecbursa, ruhun bütün binasını da, o binayı ister sağlam, ister çürük bilsin, yalnız Doğunun temelleri üstünde görmek ve tanımak borcundadır. Evet evet, herşey, herşey, yani ruhumuz, bu şeyi kıymetli bilen için de, bilmeyen için de, Doğudan geldi.»(50)

Kaynaklar:

1- Necib Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s.115

2- Necib Fazıl Kısakürek, Dünya Bir İnkılap Bekliyor, s.35

3- a.g.e., s.35

4- Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği, s.125

5- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 48. 6- Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği, s.140

7- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s.500

8- Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutup Yıldızı Yayınları, s. 980

9- a.g.e., s. 956

10- a.g.e, s. 1225

11- a.g.e, s. 1118

12- a.g.e, s. 1185

13- a.g.e, s. 1080

14- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Hazret-i İbrahim aleyhis- selâm, Erkam Yayınları, s.46

15- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s.12

16- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, 3. Basım, s.75

17- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yayınları, s.42

18- a.g.e, s.66

19- Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Envarü’l Âşıkîn, Çelik Yayınevi, s.49

20- Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutup Yıldızı Yayınları, s. 1204

21- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s.54

22- Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Envarü’l Âşıkîn, Çelik Yayınevi, s.60

23- Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutup Yıldızı Yayınları, s. 1225

24- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yayınları, s.115

25- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s.70

26- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsî- ri, Erkam Yayınları, s.130

27- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s.74

28- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsî- ri, Erkam Yayınları, s.123,124

29- Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutup Yıldızı Yayınları, s. 1222

30- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yayınları, s.144

31- a.g.e, s.137

32- a.g.e, s.147

33- a.g.e, s.169

34- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, Erkam Yayınları, s.167

35- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yayınları, s.25

36- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Hazret-i İbrahim aleyhis- selâm, Erkam Yayınları, s.112

37- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsî- ri, Erkam Yayınları, s.130

38- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Hazret-i İbrahim aleyhis- selâm, Erkam Yayınları, s.112

39- a.g.e, s.126

40- a.g.e, s.140

41- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsî- ri, Erkam Yayınları, s.62

42- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yayınları, s.238

43- Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Hazret-i İbrahim aleyhis- selâm, Erkam Yayınları, s.32

44- Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi-3, Erkam Yayınları, s.89

45- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi -Tarih-, s.95

46- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s.23

47- a.g.e, s.88

48- Necib Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s.91

49- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi -Tarih-, s.211

50- Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s.37

Makale: Ömer Faruk Akman

Furkan Dergisi Temmuz - Ağustos 2018