Başı boşluğa sürüklenmiş, dininin lezzetini duymak yerine hazlarının sarhoşluğuyla zehirlenmeye itilmiş insanları, hem de onların bu halinin baş sorumlusu olarak bu devlet ne hakla idam edebilir? İdam cezası olmasın veya kimse yargılanmasın diyecek değiliz. Diyoruz ki, Allah’ın emirleri yasak edilip Allah’ın yasak ettiği ne varsa alenen çiğnenirken ve çiğnenmesi teşvik edilirken asıl istenmesi ve yapılması gereken şeyin yanında idam cezası istemek son derece yersiz ve tutarsızdır.

“Adalet Mutlak’a” etrafında bir deneme

Son zamanlarda mütemadiyen idam cezasının geri getirilmesi taleplerini duyuyoruz. Toplum vicdanında ciddî infial uyandıran suçların artması yüzünden yine vicdanî bir reflekse dayalı olarak bu talep dile getiriliyor. Şüphe yok ki bu feryat, hak ve adalet adına ve Hakkın adaleti gelsin diye. İnsanlar farkında olarak veya olmayarak Mutlak’ın adaletini istiyor.

“Muhafazakâr” diye anılan Müslüman kesimin çeyrek aydınları arasında da sığ şekilde aynı talebi duyuyoruz; hatta cumhurbaşkanı danışmanlarından biri de birkaç ay önce böyle laflar etmişti. Halkın ağzından  çok eskiden beridir duymaya alıştığımız “asacaksın üç tanesini…, böylelerini asmak lazım…” nakaratını tekrar etmekten öteye gitmeyen bu mırıldanmalardan bir şey çıkmayacağını da biliyoruz. Hangi akla hizmetle bu talebi dillendirdiklerini kendileri de bilmeyen bu sözde okumuş insanlar, güya “keskin ve radikal” olduklarını zannediyorlar. Halbuki madalyonun bir de diğer yüzü var. O da şu ki, Hakkın emirleri dışında güya adalet dağıtmak için ceza kesmek -isterse ilahi kanunların bire bir aynısı olsun- adalet değil zulüm getirir. Haliyle bu seküler düzen şartları içinde idam cezasını istemek belki de cinayete teşebbüs derecesinde tehlikelidir.

Evvela şunu konuşalım: bir insanı idam etmek, yani bir insanı suçlu bulup öldürmek ancak ilahî bir kanunla yahut ilahî olduğuna inanılan bir kanunla mümkündür. Çünkü bir insana canını veren başka bir insan değildir. Saldırı altında olup kendi canını korumak ve ölüm korkusu gibi sebepler dışında bir insan herhangi bir kaygı duymadan insan canına kıyamaz, bu ancak cinayet olur. Hele ki, herhangi bir tehdit imkânına sahip olmayan tutuklu bir insanın suçlu bulunup öldürülmesi hadisesi, onu cezalandıranlar için en büyük vicdanî mükellefiyeti de beraberinde getirir. Bu durumda insanüstü bir iradenin buyruğuna uymak zarureti doğar. Bütün canlılara olduğu gibi insana da can verenin insanüstü bir varlık olduğu, bir yaratıcının varlığının zarurî olduğu gerçeği aklın da icabıdır. Bizce yaratıcı Allah’tır. İslam dışındaki dinlere inananlar ve deistler de en azından yaratıcıyı kabul eder. İşte bu yaratıcının yani insana canını verenin emri veya müsaadesi sayesinde bir insan suçlanıp idam edilebilir. Bırakın idam cezasını, bir insanın bir kuşu vurup yemesi bile bu şekilde mümkün hale gelebilir. İnsanlık tarihi boyunca hep böyle gelmiş böyle gitmiştir.

Esasında insanlar birbirinin yaptıklarına uymaya kendilerini mecbur hissetmedikleri için daima insanüstü olanın etrafında birleşe gelmiştir. Çünkü insanüstü olanın insan tarafından zaptı mümkün değildir. Hiçbir kayda bağlı olmamasından dolayı mutlaktır ve ona uyan topluluğun fertleri yekdiğerinin nefsine değil hepsini birden zapt eden bir zapt edilmezin emrine uymaktadır ve onun karşısında birbirleriyle eşittir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü bunu anlatır. Evet, o parmak birilerinin aklına uyularak değil, parmağı kesilenin de kabul ettiği mutlak kanunlara uyularak kesilmiştir. Mutlak karşısında imanıyla bağlı olan insan kadar kim itaatkâr ve dürüst olabilir? Hiçbir ceza korkusu bunu sağlayamaz, çünkü insanoğlu inanmadığı, vicdanen kabul etmediği her türlü yasağı mutlaka bir yolunu bularak çiğner. İçgüdülerinin mecbur ettiği durumlar haricinde hiçbir şeyi sırf aklî sebeplerle kabul etmeyen insan, karartma çağından beridir aklın rehberliği sayesinde nefsinin çirkinliğini ispat edebilmiş ve modern zamanda hayvandan aşağı seviyeye düşmüştür. Oysa ilahî olduğuna inanılan kanunların geçerli olduğu toplumlarda, yozlaşma ve çürüme kesinlikle daha az seviyedeydi.

Tarih boyunca insanları kralların yönetmesi de bundandır. Çünkü çok büyük güce ulaştığı görülen bir insanın yani kralın durumu artık insanüstüdür. Kendilerine göre hayal ötesi bir mevkide olanı yani kralı ilahî bir kişilik olarak görürler. Toplumu oluşturan fertler toplamıyla arasında kuvvet olarak hesaba sığmaz fark olmasından dolayı insanlar kralın emrine kolayca itaat ederler. Demokrasi palavrasında güya çoğunluğun iradesi vardır ama hiç kimse kendisinden farkı olmayan insanların seçtiği birine itaat etmekten hoşlanmaz, hoşlandığı da görülmemiştir. Aleyhte olduğunda bile insanların rızasını sağlayan mutlak kanunlar ise fertleri de kaynaştırır ve bir cemiyet haline getirir.

Öte yandan Avrupa’da başlayan Aydınlanma Çağı isimli “karartma çağı” sayesinde ilahî kanunları terk edip aklı öne alma cereyanı ortaya çıkmış ve dinin yerini insan icadı seküler görüşler ve ideolojiler almıştır. Güya “aklın yolu birdir” diyerek sonunda herkesin ortak bir doğruya varacağı gibi bir safsatayı esas alan bu cereyan, sayısız farklı ideoloji ve görüşün doğmasına sebep olarak insanlığı kargaşaya sürüklemiştir. Günümüzde neredeyse her ferdin ayrı bir yöne başıboş bir halde seyretmekte olduğu korkunç anarşinin sebebi budur. Çünkü mutlak olduğuna inanılan ortak doğrunun yerini herkesin aklıyla vardığı farklı görüşlerin varlığı ve esas olarak herkesin kendi nefsinin önceliği hadisesinden dolayı kimse kimseye ve kimse başka bir kimsenin icadı olan kanunlara karşı vicdanî bir bağ kuramamakta ve topyekûn herkes her şeye isyan etmektedir.

Bu şartlar altında, suç olan fiillere ceza verme müessesesi de aklın eline verildiği için, gidenin peşinden gelenler eski kanunu değiştirmekte ve ondan sonraki de başka kanun icad etmektedir. Bu durumda ikisinden birinin zaten haksız olduğu kesindir ve diğeri de şüphelidir. Avrupa’da umumî olarak idam cezasının kaldırılması da bu cümledendir. O halde ya eskiden idam edilmiş olanlar mazlumdur ya da yeni kanunla idam edilmeyenler cezasını çekmemektedir. Yahut daha beteri, idam edilmek yerine ömür boyu hücreye tıkılarak daha ağır ceza çekmektedirler. Kesin olan şu ki, hem suçlu hem de ceza veren arasında mutlak olarak kabul edilen bir ölçü bulunmamaktadır ve yapılan her neyse baştanbaşa zulümden ibarettir.

İşin başka bir vahim yönü de şu ki, hangi fiillerin neye dayanarak suç sayılacağı akılla tespit edilemez ve edilmemektedir. Seküler dünya şartlarında, yani tamamen dini dışlayıp insan aklı ve içgüdüleri doğrultusunda kanun yapanların suç tespiti yapmaya da hakları yoktur. Halbuki dünyanın en seküler ülkelerinde bile hala suçlar kadim devirlerden beri peygamberler tarafından bildirilmiş fiillerdir ve insanlığın ortak mirası olarak suç sayılmaktadır. Nihayet kendini bu çelişkiden kurtarmaya doğru giden seküler dünyada geçmişte suç sayılan pek çok fiil bugün suç sayılmamakta ve yeni suçlar icad edilmektedir. Cinsel sapkınlıklara bakışın değişmesi ve hayvan hakları adı altında üretilen yaklaşımlar buna örnektir. Bu gidişle kendi içlerinde en tutarlı davranış olarak her türlü hayvanîliği suç olmaktan çıkarıp insan olmayı suç saymaya varacakları aşikârdır, başka da varacakları yer olamaz. 

Biz Müslümanız ve bizim nazarımızda bir insanın idamı ancak Allah’ın emriyle mümkündür. İslam dininde hangi fiillerin suç sayılacağı ve ne şekilde cezalandırılacağı belli olduğu gibi, bir insanın niçin idam edileceği de bellidir. Tabi ki o fiilleri işleyenlerin idam edilmesini isteriz. Bununla beraber ülkemizde İslam hükümleri yasaktır. Bu yasağın yanı sıra insanımızı ve gençlerimizi dinden uzaklaştırıp deforme etmek üzere global seküler lağımın her türlü müessesesi harıl harıl çalışmaktadır. Dededen toruna iyi kötü gelmiş olan ahlakımız da bu şartlar altında tükenip gitme noktasına gelmiştir. Nihayet günümüzde insan kalitesi olarak Latin Amerika ülkelerinin varoşlarında yaşayan bencil, haz düşkünü, utanmaz ve vicdansız lümpen sürüleri seviyesine düşmüş bulunuyoruz.

Peki bu şartlarda idam cezası istemek ne kadar doğru olur? Başı boşluğa sürüklenmiş, dininin lezzetini duymak yerine hazlarının sarhoşluğuyla zehirlenmeye itilmiş insanları, hem de onların bu halinin baş sorumlusu olarak bu devlet ne hakla idam edebilir? İdam cezası olmasın veya kimse yargılanmasın diyecek değiliz. Diyoruz ki, Allah’ın emirleri yasak edilip Allah’ın yasak ettiği ne varsa alenen çiğnenirken ve çiğnenmesi teşvik edilirken asıl istenmesi ve yapılması gereken şeyin yanında idam cezası istemek son derece yersiz ve tutarsızdır. İslam hükümlerinin uygulanmadığı yerde İslam ahlakı da kaybolur ve insanların ruhu tahrib olur. “Bataklıkta gül bitmez” demişler; böyle bir zeminde nasıl bir insan türü meydana gelebilirdi? İslam hükümleri altında yaşamayan, İslam ahlakıyla terbiye edilmemiş insanların bu hali karşısında evvela buna sebep olan iklimin idam edilmesi gerekir. Bu da inkılap çapında bir iştir. Bunun yerine daha sert ve ağır cezalara yönelmek ve idam cezasını geri getirmek sadece suçu artırır. Bu durumda asayiş, kapalı rejimlerdeki gibi sıkıyönetim tarzı düzenle sağlanabilir ve sonuçta toplum, sürekli baskı altında, inanmadığı bir dünyada zorla tutulan mahkûm sürüsüne dönüşerek tükenir. Öte yandan İslam terbiyesiyle insanımızın ruhunun ihya edilmesi sayesinde suça giden yollar kesilmiş olacaktır. Adaletiyle meşhur Hz Ömer zamanında bir beldede suç işlendiğinde Hz Ömer öncelikle o suça giden yolun devlet tarafından kesilmiş olup olmadığını denetlerdi ve eksik görürse o beldenin valisini sorumlu tutardı. Adaleti bir ekmeği ortadan ikiye bölerek iki kişiye paylaştırmaktan ibaret zannedenlerin fark edemediği gerçek adalet davası... İbda Mimarı bu doğrultuda “insanın vicdanından kelepçelenmesi” gerekliliğini ifade etmiştir. Vicdanından kelepçelenmek ancak Mutlak Fikir İslam hükümlerini tatbiki ve onun ahlakını kuşanmakla olabilir. Bunu kabul ederek Mutlak olanın hükümlerine uymak da Tek Mutlak olan Allah karşısında en adil davranıştır.

Aylık Baran Dergisi 20. Sayı Ekim 2023