İslâmî ilimlerin farklı metodları olması bakımından üç gelenekten bahsedebiliriz. Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf. Bu üç geleneği şöyle de ifade edebiliriz: Beyan, Burhan, İrfan... Fıkıh ilmi beyâna, kelâm ilmi burhana, tasavvuf ilmi ise irfana denk gelir.

Fıkıh veya beyân usulünde, âyet ve hadisler üzerinde yoğunlaşmak esas olup nakilden hüküm çıkarmaya yönelir ve zâhirî ölçülerle meşgul olunur. Tümevarım yöntemini izler.

Kelam veya burhan usulünde ise yine nakli esas alırken aklî çıkarımlar yapar, âyet ve hadisleri aklî izahlarla zenginleştirme usûlü benimsenir. Tümden gelim yöntemini izler.

Beyan esastır, bütün ekoller bunu kabul eder. Kur’ân’a, sünnetle beraber takyid ve tahsis ile yeni hüküm getirilir. Alttaki beyân, üstteki beyânı açıklamış olur. Mesela, Sünnet, Kur’ân’daki namaz emrini açıklar. Kur’ân âyetinde kol kesme emrindeki “yed” kelimesi lugat olarak kol mânâsındadır. Sünnet ise bunu açıklar, kol kesmenin bilekten olması gerektiğini söyler. Beyân’da bulunmayan hususlarda ise burhan ve irfana gidilir. İmâm-ı Âzâm burhan yöntemine, İmâm Şafiî beyân yöntemine yakındır. İmâm Şafiî’nin merkez noktası beyân geleneğidir. Âmm ve hâss lafızlar bahsi mühimdir onda. İrfan yönteminin üstün yönü, onun beyan ve burhanı kabul etmesi yanında metafizik yönü de işlemesidir...

Tasavvuf veya irfan usulünde ise, naklî delilleri kalb gözüyle ve keşf ile idrak etmeyi ve bilfiil yaşamayı esas alır. Bu hususta tefekküre gittikçe de hikmet kavramı ile insanı, kâinatı ve Allah’ın fiil ve tecellilerini izah etmeye çalışır. Hem tümdengelim, hem tümevarım metodunu kullanır. Eserden müessire gidebileceği gibi, müessirden de esere gider. Tasavvuf hem aklî, hem keşfî yöntemi kullanarak ve köklü bir yöntem uygulayarak, diğer ilimlerin eksiğini tamamlar. Tasavvuf ilmi diğer ilimleri birleştiren üst bir ilimdir. Diğer ilimleri tasavvuf ile birleştirmezsek onlar tam olmaz. İşin temeli de diyebileceğimiz ihlas, ahlâk ve hikmet boyutu eksik kalır. Bu husus yerine göre hayatî bir rol oynar. Ayrıca şunu da belirtelim ki, tasavvufta tek bir metod olmadığı gibi tecrübe ile oluşan bir yoldur. Tasavvufta insanları kalıplara sokmak yok, özelliklerine göre onu yetiştirmek var.

İslâmî ilimlerde usûl denilince usûl-i fıkıh akla gelir. Fıkıh usulü açısından belli başlı üç usûlden de kısaca bahsedelim:

1. Fukaha Metodu: “Hanefiyye Metodu” da denir. Vak’adan olguya gider, tümevarımı uygular. Hayatın problemlerinden yola çıkan, meseleci-kazuistik bir yöntemdir.

2. Mütekellimûn-Kelâmcılar Metodu: “Şâfiîyye Metodu” da denir. Kelâmla ilgilenen Şâfiî âlimleri bu metoda isim olmuşlardır. Usûl kuralları, hayatın meselelerinden değil de delillerin ve burhanların gösterdiği yönde ortaya çıkmıştır. Meselelerden kurallara değil de, kurallardan meselelere sarkar. Tümdengelim yöntemini izler. Fukaha yöntemi beyân’a, Mütekellimûn yöntemi ise tasavvufa denk gelir… Bu iki metodu birleştiren, “memzûc metod” da vardır…

3. Makâsıd Metodu: Şeriatın maksadlarını göze almaktır. Eğer Kur’an ve hadislerin zâhirinden anlaşılan mânâ, makâsıd prensibine uymuyorsa te’vil edilir. Günümüzde bu prensibi reformistler istismar ederek, Batı tarz bir akliyecilik ile İslâmî ölçüleri eğip bükerler. İşin aslında, Hanefî Mezhebi ve İmâm-ı Âzam Hazretlerinin maslahat prensibine yer vermesi gibi İmâm Mâtürîdî Hazretleri de hikmeti öncelemiştir. (1)

Necip Fazıl, yukarıda bahsettiğimiz üç gelenek arasında en çok tasavvufa yakındır, ancak fıkhı tasavvuftan ayırmaz. “Varlığın Nuru” olarak gördüğü Hazreti Peygambere doğrudan ulaştıran ve bu hususta aşk, ihlas ve ahlâkı önemseyen bir yolu önemser. Fıkhî-zâhirî ölçülere de sımsıkı bağlı olarak “İslâm’ın bâtını” diye tanımladığı tasavvuf ile hem kalben hem de zihnen derinleşmek ister. Kelamı da ancak gerektiği yerde sınırlı olarak kullanır. Onda esas tasavvuftur ancak zâhirî ve fıkhî ölçülere bağlı tasavvuf. Onun benzetmesiyle, şeriat füze rampasıdır ve ancak onunla tasavvufa-sonsuzluğa ulaşılır. (Kısakürek, 2014, s. 11)

Zaten İmâm-ı Âzam’ın, “Fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.” şeklindeki tanımında, “ilim-marifet” birlikteliği görülür. Bu tanıma “marifetü’n-nefs” deniyor. “İlim” dediğimiz şey malûmat değildir. Bir amele ve bilince (idrake) dönerse ilim olur. Bu da irfan demek. İlim irfanla birleşirse âlâ olur, yoksa noksan kalmaya mahkûmdur.

Necip Fazıl, arayış çilesi sonunda tasavvufta karar kılsa bile anladığımız kadarıyla “mecz-birleştirme” yöntemini uygulamıştır. Mütefekkir Necip Fazıl’ın “tasavvuf-fıkıh-kelam” sıralamasını önerdiğini söyleyebiliriz. Tabiî ki bu ilimlerin hepsinin kaynağında Kur’ân ve Sünnet vardır.

Geçmişini doğru anlamayan, geleceğini de inşa edemez. Necip Fazıl, “ceketimizin astarında kaybettiğimiz” dediği İslâm’ın aslı ve özüyle anlaşılması için mücadele vermiştir. Onun geleneğine sahip çıkarken İslâm’ın ilk asrını ölçü aldığını da söyleyelim. Ona göre her şey Hazreti Peygamberin nuruna bağlıdır ve o nurdan yansıtabildiği kadarıyla gelenek makbuldür.

Sünnî bakış içinde Büyük Doğu’nun yerini tesbit etmeye çalıştık. Selefî / Yeni Selefîlik ile reformist / modernist bakış açıları Necip Fazıl’ın tanımlamasıyla “doğru yolun sapık kolları”dır. Yani Ehl-i Bid’at kategorisindedir. Onlara İslâm’ın sahih geleneği içinde yer vermedik.

İslâmî mezheplerde ehl-i hadis (hadis ekolü) ile ehl-i re’y (re’y ekolü) farklılaşması vardır. Kısaca bu mevzudan da bahsedelim. Ehl-i hadis, hadisleri esas alan zâhirci bir yaklaşımdır. Bunun uç noktasında Ahmed b. Hanbel vardır. İmâm Şafiî ve İmâm Mâlik de ehl-i hadis ekolündendir ancak ehl-i re’ye yakındırlar. “Selefiyye” mezhebi kendini ehl-i hadisten görür ancak ifrada düştükleri için Ehl-i Sünnet’in dışında kabul edilirler ve esasen Vehhabiliğe yol açmışlardır. Bu mevzuda şu bilgiyi verelim. Ehl-i hadis ikiye ayrılır: Selef tavrı ve Selefî tavrı. Selef tavrı, âyet ve hadislerde te’vile gitmeyip tefviz (Allah’a havale) eder. Selefî/Vehhabî tavrı ise âyet ve hadisleri zâhirî mânâsında alır, tefvize gitmez. Mesela, haberi sıfatlarda “Allah’ın eli, yüzü vs. vardır” diyerek tecsime düşer. Onlarda kat’î zâhirci bir şeriat anlayışı ortaya çıkar. Selef tavrı ise haberi sıfatları tevil etmez ancak hakikî mânâda da almayıp Allah’a havale eder.

Ehl-i re’y ise, nakli akıl ile anlama yolu olup fıkıh ağırlıklıdır. Ehl-i re’yi Hanefîlik mezhebi temsil eder. Bu yolun müfrid taraftarları yoktur.

Necip Fazıl, Hanefî-Mâtürîdî çizgide olduğu için ehl-i rey anlayışına yakındır. Onun şeyhi Abdülhakîm Efendi ise Şafiî ve Eş’arîdir. Ancak dört mezhebe göre fetva vermektedir. Abdülhakîm Efendi’nin İstanbul’a gelince fetvalarını Hanefî mezhebine göre verdiğini biliyoruz. Onun Eş’arî ve Mâtürîdî arasındaki ihtilafları lafzî düzeye indirici yorumları olduğunu ve bu yolu benimsediğini de biliyoruz. Mesela, iki mezhep arasında farklı yorumlara yol açan, “İmân artar mı, artmaz mı?” mevzuunu hall ve fasledici izahını Necip Fazıl’ın sorusu ile birlikte nakledelim:

“İmân, iner ve çıkar mı?”

Sünnet ehlinin itikadda iki ana mezhebi olan “Mâtürîdî” ve “Eş’arî” mezheplerinden birine göre sabittir, ne iner ne çıkar. Öbürüne göreyse iner ve çıkar; bu nasıl iş?

Buyurdular:

“Her iki mezhebin de muradı birdir; ihtilafları lafızda... İmân, incilâ, parlaklık bakımından iner ve çıkar, esasta sabittir, ya mevcut, ya değil...” (Kısakürek, 2018, s. 198)

Görüş: Kazım Albay

Makalenin tamamı için TIKLA