Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın internet sitesini açtığınızda karşınıza ilk gelen kutucuklardan birisi de “kültür”dür. Bu sayfayı açtığınızda ise şöyle bir tanımlama ile karşılaşıyorsunuz:

“Türk Kültürü

Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan, geçmişten beri değişerek devam eden, kendine özgü, sanatı, inançları, örf ve adetleri, anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Topluma bir kimlik kazandıran, dayanışma ve birlik duygusu verdiği toplumda düzeni de sağlayan maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.”

Maalesef bu tanımlamanın günümüzde “beylik birkaç laf”tan öte bir mânâsı kalmamıştır.

Kaba bir bakışla bu tanımlamayı tasnif edersek ilk elden şunları söyleyebiliriz:

“Bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan” denildiğinde, kasıt, toplumumuzun hiçbir kategoriye girmeyecek şekilde “bilgi sahibi cahiller”e dönüştürülürken, kıyafetinden oturup kalkmasına, düşünce biçiminden hayatı kavrayış biçimine kadar birçok sahada hiçbir topluma benzememesi ise, problem yok! “Diğer toplumlardan farklı” derken burada gözden kaçırılan bir başka husus ise, maalesef bizim toplumumuzun bugünkü yansıttığı kültür ortamı, özendirilen ve dikte edilen Batı hayat tarzının etkisinde kalmış olması; böyle olunca da, “kültür” mevzuundaki “fark”ın ne olduğu meçhul kalıyor... Bir başka açıdan ise, artık bizim toplumumuz da Batı toplumları kadar barbar, vahşî bir hâle dönüşüyor-dönüştü ki, meşhur deterjan reklamındaki gibi “fark görebiliyor musun, ya sen?” diye sorulsa yeri…

“Geçmişten beri değişerek devam eden” tanımını bizim kadar hissedebilen bir başka millet, toplum yoktur herhâlde? Ama ne değişim, değil mi? Üstad Necip Fazıl’ın “utanırdı burnunu göstermekten sütninem” mısraındaki “tezat” ifadesini, bir de bugünün şartları bakımından düşündüğümüzde görüyoruz ki, geçmişten beri değişerek-değiştirilerek bu kadar kendinden uzaklaşan az milletler-toplumlar vardır… Görüldüğü üzere, “Türk Kültürü” nün basit bir tanımının daha ikinci virgülündeyiz…

“Kendine özgü”… Belki de başka hiçbir kelime, “millet” ifadesini tüttürebilmiş bir toplumun fertlerinin şahsiyetini bundan güzel tanımlayamaz; fakat bizde her şey o kadar “başka”larına özgü ki, nasıl ifade edelim, nereden başlayalım? Dilimiz değil, konuşmamız değil, ticaretimiz değil, yemek yeme âdâbımız değil; hâsılı, o değil, bu değil, şu değil! Buradaki “kendi” kelimesini ihtivâ eden her şey bizde nâmevcut ve daha korkunç yüzü ile de, bu hâlimizin büyük bir problem teşkîl ettiğinin de artık bir derdi-tasası da kalmadı!

“Sanatı”… Sanatkârı olmayan bir toplumun sanatından nasıl bahsedeceğiz; toplumumuzun freni patlamış bir kamyon misâli yokuş aşağı gidişini göremeyen, bunu gördüğü hâlde fildişi kulesinden çıkıp meydan yerine dikilmeyen, sanatını icra edeceği her yönü ile müesses bir nizamın cemiyet hayâlini gütmeyen sanatkâr olabilir mi? Böyle “aydın kişi”si olmayan bir memleketin, toplumun sanatkârından, sanatından değil, onun düştüğü vasattan, bayağılıktan bahsedilebilir ancak!..

“İnançları”… Allahsızlığın, bugün, “Allah”ın münezzeh isminin ardına sığınıp kol gezdiği ve kemirdiği toplumumuzun, kendisini kurtaracak büyük bir kahramandan başka inancı maalesef kalmadı; Bundes Liga’daki bir futbolcunun o haftaki form grafiğini bilen gençlerimizin, üç tane sahabe ismini sayamadığı bir cemiyette, cami minarelerine bakarak teselli bulmak, ancak Orhan Gencebay’ın “Bir teselli ver”inden alınacak kuvvette bir tesellidir, hamdır, hayaldir, boştur, kendini kandırmak, günü kurtarmaktır!

“Örf ve adetleri”… Her mevzuda kıstırılan ve her inandığı her değer dün kuduz kemalizm eliyle, bugün ise biçim değiştirip Ilıman bir Modern Kemalizm halini alan mevcut rejim eliyle öğütülen toplumumuzun örf ve âdetlerde ulaştığı nokta, toplu taşıma araçlarında ayakta giden yaşlıların gözleri faltaşı hâlinde, ağzı bir karış kakır kakır gülerek oturdukları koltuklarda şaklabanlık yapan genç nesilin gelecek nesillere ibretlik resmidir!

“Anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzı”… Kelâmın bir kıymeti ve lezzetinin olmadığı bir toplumda, kimse kimseden bir “anlayış” beklememeli. Burada “Anlayış”ı, “empati” mânâsına kullanıyoruz; aslında “insan” olmamız hasebiyle, varoluşumuzu keşfederken, diğer varoluşlara tesadüf ederek ve onlarda kendi varoluş serüvenimizin ortak yahut farklı noktalarını görerek olgunlaşırız. Fakat Batı tandanslı bir hayat tarzı içindeyken Doğu kıyafetleri ile ruhumuzdan beynimize didik didik her yanımızla bu “olgunlaşma” herhalde bizim toplumumuz için biraz “lüks” bir durum? Diğer bir mânâsı ile “anlayış”, “idrak etmek” karşılığı ile aslında “kültür mevzuunun en başına konulsa yeridir! Her gördüğümüz ve bildiğimiz şeyler esasında tamamen sahip olduklarımız değildirler; bizim “idrak” ettiğimiz kadar, anlayabildiğimiz kadar gerçek ve varlar. Bu açıdan bakıldığında ise, Mutlak Doğru olarak “anlayış”ın tarifi ve esası ortaya konulmadıkça, çöldeki bir seraptan tutalım atom fiziğine kadar her şey bizim kültür seviyemiz nisbetinde bir “anlayış” belirtir. Buradaki en temel problem ise, tek olan hakikate (İslâm’a) varabilmek için ne türlü bir anlayış (“İslama Muhatab Anlayış” mesela; Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği İBDA fikir sisteminin vasıtası) sahibi olmamız gerektiği. Çünkü, “kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzı” mızı belirleyen şeyler-inançlar-örf ve âdetler bizi “biz” yapan değerlerdir. Kim olduğumuzu ifade etmeye çalıştığımız anda hayat tarzlarımız bize dilimizden daha çabuk cevablar verirler! Bugünkü toplum yapımızın hâli ortada olduğuna göre de (çünkü o toplumu fert fert bizler oluşturuyoruz hayat tarzlarımızla) “anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzı” olarak iç açıcı bir hâl arz ettiğimizi kim söyleyebilir kültürel açıdan?

“Topluma bir kimlik kazandıran” elbette tanım olarak pek cafcaflı dursa da, kültür’ün Kültür Bakanları (Meselâ Ertuğrul Günay gibi) tarafından katledildiği memleketler ve toplumlardaki kültür algısı “Bira festivali” çerçevesine dönüyor. Böyle olunca da, elbette bir kimlik kazandırıyor ama kazandırdığı kaybetmekten daha beter bir hâlde şahsiyetsizlik kimliği oluyor…

“Dayanışma ve birlik duygusu verdiği toplumda düzeni de sağlayan maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.” Yukarıda kabaca bahsettiğimiz derin yaralarımız ve meselelerimizden sonra gelen bu cümle de, ayrıca dikkate değer; çünkü buraya kadar bahsettiğimiz bütün çarpıkların toplamından sonra ortaya çıkan korkunç kültürsüzlük vasatı da insanları “dilsiz şeytanlar”a dönüştürüyor.

“Dayanışma ve birlik duygusu” olması gereken bir toplumda asıl gaye, görmemek, görmezden gelmek, günü kurtarmak ve nemelazımcılığa dönüşüyor. Müslüman insanların bu türlü hasletleri bir kültür hâline getirmesinden büyük kültürsüzlük olabilir mi? Sonraki satırlar ise bir parodinin sahnesinden alıntı gibi: “toplumda düzeni de sağlayan maddi ve manevi değerlerin bütünü” yani, olmayan bir şeye bakarak tartışan iki adamın boş boş konuşmaları gibi; çünkü, “değer”in “ruha nisbet işi” tarifine nazaran “maddî ve manevî değerlerin bütünü”nün böylesine bir ruhsuz topluma dönüşen memleketimiz insanında aramak beyhude bir çaba olsa gerek! Mevcut rejim, uyuştura uyuştura mahvettiği “toplum”u ile ne kadar övünse az; kimi “on yılda on beş milyon” kimisi ise “on yılda seksen beş milyon”u mahvetti…

Netice olarak:

Burada üstünde durmak istediğimiz bir önemli husus da şudur: tüm bu problemlere nazaran, insanlığın ve toplumumuzun bir kangren hâline dönüşen bütün problemleri karşısında, sanki gizli bir anlaşmaya varılmış gibi suskunluğa gömülmüş bir hâli yansıtmamız.

Keşke her problemimiz biliniyor olsaydı da suskunluğumuza bir çare aranılsaydı! (Biz burada “susma”yı kullanırken, “icraata geçememek”, “görmezden gelmek”, “yok saymak”, “ertelemek” gibi anlamlar yükleyerek kullanıyoruz.)

Bahsettiğimiz “susma”nın altında yatan sebebler ise genellikle şöyle tezahür ediyor sanırız: konuşamamak, ifâde edememek başta olmak üzere, dünya ve içinde bulunduğumuz toplumun meselelerine uzak kalışımızdan tutalım, önümüze çıkan problemlerin ne olduğunu yahut kaynağını bilememek, kıyas edecek mâlumata sahip olamamak, muhâkemeden yoksunluğumuz, “muhâkeme” edecek fikrimizin olmaması ve hepsini kapsayıcı bir şekilde bilgisizliğimiz-cehaletimiz olmak üzere sıralanabilir bir sürü sebeplere bağlıyoruz.

Elbette, öncesine ve sonrasına bir sürü tesbitler eklenebilir. Tam bu esnada sorulması gereken soru herhâlde şu olsa gerek: “Peki bizler, yığınla problemler karşısında ne türlü tavır alıyoruz?” Aslında ulaşacağımız cevaplar bizi hoşnut etmese de ardını kurcalayalım.

Günümüzde en kolay yapabildiğimiz şeylerden birisi de, herhangi bir işi yahut meseleyi, problemi ertelemek; onu ertelemek, sonraya bırakmak, bir nevi yok saymak. Oysa problemlerimizi-meselelerimizi dile getirmeyip onları ötelemek, bizleri onlardan kurtarmıyor. Böylesi bir durumda karşılaşacağımız, elimize geçen tek şey, çözülmesi gerekenlerin birikmesi, daha da girift bir hâle gelmesi ve bu işlemler-tavırlar devam ettikçe de bir dağın zirvesinden yuvarlanan kartopunun zamanla çığa dönüşmesine benzer bir hâle bürünmesidir. Böylesi durumlar o ân’ı kurtarıcı bir “çözüm(!)”gibi gözükse de, yaptığımız bu ötelemeler hayatın akışkanlığı ve zamanın tekâmül etmeyen her şeyin ensesine çöken nefesi altında çatırdamak zorunda değil midir?

Toplumumuzun problemleri bir bakıma fertlerin de problemleridir; iki anlamıyla da… İlki, toplumu fertlerin oluşturması bakımından, fertlerdeki problemlerin ister-istemez o toplumun içerisinde de bulunması mânâsı ile, ikincisi ise, yanlış yönelmiş bir toplum içerisinde bulunan “doğru yol”daki fertlerin, toplumlarından sorumlu olması mânâsıyla da… Yani, mesele ve problemimize hangi açıdan bakarsak bakalım “insan”a yüklenen bir mes’uliyet sözkonusu… “mesuliyet” dediğimizde ise öne çıkan şey, insanın “seçme”, “yapabilme” özelliği ki, insan bu vasfıyla “insan” olarak diğer varlıklardan kendini ayırd etmiyor mu? En mühim aktör olarak ta idareciler bu durumda herkesten daha mes’uldürler.

Son olarak:

Bu yazıda, mevcut rejimin insanımızı uyuştura uyuştura nasıl bir mengene içinde ezdiğini, kültür mevzuunun birkaç meselesine değinerek ele almaya çalıştık; Kültür Bakanlığının bütün âdetlerimizin kaybolduğu bir devirde “âdettendir” diyerek internet sitesine koyduğu bir paragraftan yola çıkarak, aslında mevcut rejimde işlerin nasıl başıboş bir şekilde süregeldiğini anlatmaya çalıştık!

Elbette, Büyük Doğu-İBDA fikir sistemimiz ile, başta kültür meselesi olmak üzere her türlü başıboşluğa “Paydos!” ihtarı verecek bir nizâmın geleceği ümidini yitirmiyoruz. Rejimin bütün uyuşturma çabalarına karşın, İBDA fikir sistemini kuşanmaya çalışarak karşı duruyor ve duracağız; biz bu yolda dirayetimizi gösterebilirsek, Allah ümitlerimizi kayırmaz mı hiç! 

Yazı: Fatih Turplu

Aylık Dergisi 110. Sayı, 2013