Salih Mirzabeyoğlu'nun kaleminden Resim Hikemiyatı...

***

(Benim "Hikemiyat" ile ilgili eserimi okumuş olan biri, "düşünen bir insan olduğu belli!" demiş... Galiba hesab ve tarih ile ilgili mevzulardaki değerlendirmelerim... Üstadım, benim ona yakınlığım içinde, o yürürken benim de beraber yürüdüğümü söylüyor... Ben onun durumunu, koşuda arkadaşlarını sürükleyen adama benzetiyorum... Üstadım'ın yüzü, hiç görmediğim kadar tatlı, bana "bazen de bağırırım ki gevşeme olmasın!" diyor... Yâni kışkırtmak için... "Anlıyorum efendim!"... Üstadım bu ânda, mütebessim ve lâtifeci bir çehre ile cilve yaparcasına gözlerini kırpıyor ki, onu hiç böyle serbest ve yakın tavırlı görmemiştim!)

"Düşünen bir insan"; önemli olan bu... Mütefekkir ve "sümur-gümüş"ün ebcedleri aynı: 740... Saliha da "gümüş" demek; ismimle müsemma bir yerdeyim.

"Hesab etmenin", lügat anlamı ve iştikakları pek zengin: Hesab etmek, sayı, saymak, fark, vergi, denk, delilik emâresi, parmakla hesab etmek. Üstünlük, zafer, kuvvet, zor. Hazırlama, yetiştirme, geliştirme. Korkutmak. Cehd, çalışma, gölge, suyun akması. Sevgi, muhabbet, artırma. "Rasim": Akar su, ressam... "Fikir" ve "resim"in ebcedleri aynı:300.

Tarih: Eğer iş hikmet noktasından alınırsa, Adem Peygamber'den bugüne uzanan bir çizgide ele alınacak insanlık tarihi, kendine bitişik resmin de tarihi olur. İş, resim yapan, yâni ressam yönüyle değerlendirilirse, "herkes üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir!" hikmeti gereği, o, iç ve dış yönüyle kendi zamanını-tarihini resmetmektedir.

Cezaevindeki arkadaşlar, "İslâm Düşünce Tarihi" isimli bir ansiklopediden, M. Ecmel isimli bir Pakistanlinm, "İslâm resminin bazı karakteristik özellikleri" hakkında yazısını gönderdiler:

1- Müslümanlar, Kur'ân'ı çoğaltma çabalarında, onu güzel ve zarif biçimde yazmaya çalıştılar. Yeni bir yazı tarzı geliştirip, yazı sanatında (hat) yeni harekeler meydana getirdiler. Kur'ân'ın lirik dili, müslümanları onu şefkat ve sıcaklıkla yazmaya yöneltti. İslâm resmi de hattaki bu harekelerin bir neticesiydi. Bundan dolayı müslüman ressamların çizgiyi herşeyden çok vurguladıklarını görüyoruz. Güçlü ve renkli çizgiyle zorlu vurgu, yüreği cazibe ve büyüyle çarpan mest edici bir form meydana getirebilir. Herşeyden önemlisi, çizgi burada kendi kendisine sahib çıkıyordu. Bu, düz bir çizgi de olabilirdi, kavisli de. Estetik formdan tek başına sorumlu olan ise, vurguydu. Güzelliğin kriterini-değerini bu sağlıyordu.

2- îslâm, tarihe ciddi bir atıfta bulunur. İslâm için tabiatın tek enteresanlığı, onun insan ve ihsana dair hâdiselere bir zemin oluşturmasıdır. Bir müslüman sanatçı için insan kişiliğinin üstün bir değeri vardır. Bu yüzden insanlık dramasının ve ihsan hareketlerinin İslâm resminin merkezinde yer aldığını görüyoruz. İnsanlar olmaksızın tabiat, silik ve ölüdür. Müslüman ressamlar için, içinde şu veya bu biçimde bir müşahidin yer almadığı bir tabiat manzarası, eksik ve anlaşılmazdır. Yaradılışı, insan gözü ve tabiî uyarı arasındaki karşılıklı münasebet olarak görmek... Bu, yeni bir anlayış tarzıdır. İslâm sanatına batılıların yaptığı eleştirilerde bu nokta gözardı edilmektedir. Onlar tabiata ilgi göstermediği için, bütün bir İslâm resmini hissî ve romantik diye nitelerler.

3- Müslüman ressamlar, resimlerinde perspektif kurallarını uygulamamışlardır. Onların resimleri neredeyse bütünüyle derinlikten yoksundur. (Cihangir döneminde Alman ve Felemenk ressamların etkisi altında yapılanlar hariç)... Müslüman sanatçılar, üçüncü buudu ve onun insan idrakinde sebeb olduğu değişkenlikleri hiç önemsemezler. Belki de bunun sebebi, onların uzaktaki nesnelerle olduğu kadar, yakındaki nesnelerle de ilgilenmeleridir. Yakındaki bir nesne, merkezle ne kadar ilişkiliyse, uzaktaki bir nesne de o kadar ilişkilidir. Uzaktaki bir nesne, insan hayâlinde niye öne alınsın? Teleskopla görüldüğü gibi bütün buuduyla resmedilmesin? Şehname illüstrasyonlarında buna benzer görüntüler bulunabilir. Burada tek bir resimde çeşitli hadiseler bir hikâye oluşturacak şekilde bir araya toplanmıştır. Batı'da yapılan kritikler aldatıcıdır. Bu tür resimler bile lütfen övülür. Batinin böyle bir resim üslûbunu anlamayışının sebebi, onun müslümanın zaman kavramına ruhî olarak yabancı oluşudur. Bir müslüman için zaman ve sonsuzluk, aynı gerçekliğin yalnızca iki unsurudur. Sonsuzluk hasretini tatmin etmek için o, bir zaman aldanmasına girmeye gerek duymaz.

4- Müslüman ressamlar karanlık resmetmediler. Onların resimlerinde her şey aydınlık ve renklidir. Parlak bir güneş, sanki bütün kâğıdın sathını kaplar. Orada, hayatı tehdit eden hayâletler gibi resmin üzerine çökmüş siyah gölgeler yer almaz. Onların resmi, parlak ve aydınlık renk tonlarının resmidir. Yine bu, özellikle batılılar için, -ki ancak karanlıklarda yaşayabilirler-, ona çok yabancı olan farklı bir tutumu gösterir. Karanlık ve karanlık sevgisi, tipik pagan özellikleridir. Karanlığın, ferdî ümitsizliğin müslüman şuurunda yeri yoktur.

5- İslâm resmi, şuurlu veya şuursuz olarak mistisizmi yansıtan sembollere başvurmuştur. Bazen, dıştaki hiçbir şeyin ruhun hasretlerini tatmin edemediğini belirtircesine insanı şaşırtan, başı sonu gelmeyen kavislere yer verilmiştir. Başka bir yerde ise mistik arzuların üstesinden gelecek ruhî bütünlük hâlini belirtircesine "mandala" formları kullanır. (Mandala, Budist sanatta yarı tanrı tasvirleri veya sanskrit harfleriyle yapılmış esrarlı kompozisyon; genellikle bir merkezi motif çevresinde toplanmış unsurlardan oluşur.)... Batılı kritikçiler, İslâm sanatının bu motiflerini sadece dekoratif süslemeler olarak niteleyip gözardı ederler. Onların İslâm sanatını kendi tarihî perspektifi içinde ele almadan, İslâm tarihi ve ideolojisi doğrultusunda bir düşünce dünyasına sahip olmadan, bu tâbirin önemini değerlendirmesine ihtimâl yoktur.

6- Jung şöyle diyor: "Hedef imajları, büyük ölçüde mandala figürüyle, daire ve kare ile ilgilidir. Bunlar, hedefi en karakteristik ve en açık biçimde tasvir ederler. Bu imajlar, bir çapraz işaretiyle veya düşünce bütünlüğünü küre ve daire yoluyla yansıtan herhangi bir işaretle bir araya getirerek kare işaretiyle zıtları birleştirirler."

7- Özellikle İran'da olmak üzere İslâm resmi, her resimde tek bir duygunun ifâde edilmesine dayanmıştır. Ağaçlar ve çiçekler, resimde bir zemin oluşturmak üzere yer almamıştır. Onlar, resmin genel akışına bir melodi katmak üzere işlenmiştir. Muhtemelen onlar, tabiatın bütün nesnelerini Allah'ın bir tecellisi olarak ele alırlar. Müslüman için "duration-süre", kesiksiz ve sonsuz, zaman ise kesintilidir. Onlar için her ân yeni bir kâinat vardır; sürekli olarak "Kün fe yekûn" sesini duyarlar. Bu yüzden bir müslüman sanatçı için sonsuzluğun eş zamanlılığı, hâdiselerin akışından daha anlamlıdır. Bir nesnenin hissî anlamı, zımnen topyekûn hâdiseleri de ihtiva eder.

8- İslâm resimleri, -yine özellikle minyatürler-, dinî klâsiklerin ve edebiyatın illüstrasyonlarıdır. Bugüne kadar bu resmin karakteristiği ile ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Ancak, işin aslı müslümanın tabiatının Allah'ın eli oluşudur. "Kün fe yekûn" emri, kendi kendini duyarlı bir dünyaya dönüştüren bir emirdir. Dünya, madde ve hareketin logos'udur. Müslüman şuuru, söz ile gerçek arasındaki karşılıklı ilişkide kök salar. 

Söz, kâinat'ı yaşatan kan gibidir. "Hikemiyat" isimli eserimin, "Nisbet ve Dil" bahsinden, kendini temellendirmek isteyen resim bahsinin müntehasına doğru işaretleyeceği hakikatler:

Dünyada soyu tükenmiş bir kavmin son temsilcisinde kalmış tek kişilik bir dilin bilinen dillerle irtibatlandırılması gibi bir yerde fikir konseptini benzetmeli bir dille görünüşe çıkarırken, yeri olmak gereken Eflâtun'un "ideler âlemi" tasavvurunu elbette görmezden gelemem... Batı tefeküründe, Sokrat'ı kendisinden öğrendiğimiz ilk muazzam idealist ve "vahdaniyet mizacı"nın üstün örneği Eflâtun, maddenin illiyetini madde içinde değil, madde ötesi "ideler" âleminde arar ve insanın içini o "ideler" âleminde görürken, maddeyi sadece fikrin "şekil ve suret" kazanması olarak değerlendirir ve bu bahiste şu harikulâde misâli verir:

— "İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut bir ânda yaptın gitti, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı, kendini, evi, bütün eşyasını, bitkileri ve bütün canlıları..."

Dış dünyaya tuttuğumuz ayna içinde, nesneleri ve nesne dünyasını meydana getirmiş oluruz; ama bu ayna içindeki dünya, gerçek bir nesneler dünyası değildir. Tersine nesnelerin sadece bir görüntüsüdür, birer benzetmesidir, birer kopyasıdır... Bunun gibi, Eflâtun'a göre, gerçek varlık ancak "ideler" dünyasıdır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, eşyanın yokluğundan bahis, eşyanın hakikatini inkâr etmek değil, mahiyeti bakımından belirtmektir; mahiyeti, yok olan yokluk...

Aynı bahsi, "şekil ve mânâ"yı üst dil ve üst diyalektik açısından perçinleyen ve İBDA diyalektiğinin "şekil ve mânâ" davasını kendine bağlayan bir hakikat yönünden gösterelim... Şeklin mânâ ve rolünü çerçeveleyen bâtın kahramanlarının ifâdesi:

— "Ruhların müşahedesi, misâli suretlerin elbisesi içinde olur. Zira her şeyin misâl âleminde bir sureti vardır. Hatta en mücerret mânâların bile o makamda suretleri mevcuttur, onunla keşfedilirler. Bu müşahede vehim ve hayâllerden münezzehtir... Misâl âlemi, "şehadet-görünen" âlemi gibi mevcutlardan biridir. Ruhlar bazen şekil bağlayıp zâhir olurlar, bazen de ruhu görmek, madde ve suretin tavassutu olmaksızın, ruhanî bir telâkki kabilinden olur. Bu da tasavvuf büyükleri nezdinde sık sık vaki bir keyfiyettir. Ruhun, söz, bilfiil görünüş ve ses çıkarma gibi hâllerle de anlaşıldığı sabittir."

Benzetme içinde benzetme gibi petrolden plâstik elde etmek için sayısız işlem zarureti gibi hususlar göz önünde tutulmak üzere bildireyim ki, "ideler âlemi" tasavvurunu Sokrat şahsiyetinden ifâdeye geçen Eflâtun kumaşı misali, ben, eşyaya akseden hakikati Necip Fazıl mihrak şahsiyetinden, çerçevelediğim dilin tercümesi ile gerçekleştirmeye çalışanım ve bu işin haritası da reçetemdir. Vesselâm!

Son olarak, Reçete'nin ne mânâya geldiğini, "akis"i olduğumuz Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin Şeyhi -Şeyhi'nin şeyhi- Seyyid Taha'ya bağlı, "Sıbgatullah" lâkablı Arvasî'den gösterelim:

— "Hususen yeni bir bilgi olursa, yazıya geçmeye değer ise, fâidesi umumî olursa, gizlenmesi gereken hususlardan olmazsa, ondan gelen yararın tamamlanması için, onu tesbit etmekte acele davranmak lâzımdır ki, elden çıkmasın. Kaydında gevşeklik gösterilmesin ki, kaybolmasın. Çok zaman olur ki, onun gelmesi, o vaktin hususiyetlerinden, o mekânın korkularından veya sohbet ettiğin kişinin aksettirdiğindendir. O kişi ondan ayrılınca, o hâl bir daha ele geçmeyebilir. Onu tekrar hatırlarım diye aldanmasın..."

(Reçetem ile alâkası bakımından işaretlenen yukarıdaki husus, "şimdi-ân" hakikatini gösteriyor olması bakımından, ileride daha iyi anlaşılabileceği gibi "resim" bahsinin temel meselelerindendir.)

Salih Mirzabeyoğlu, Elif -Resim Redd Kökündendir-, s. 21-28