Size Efendi Hazretleri diye bir büyük zattan bahsedeceğim. Nail oldum elini öpmeye.

Ben bu zatı bütün Avrupa kültürünü ceplerime doldurmuş olarak gittim gördüm. Bana bir doktorun sözü vardı. Senin gibi bir adamı bu hale getirdikten sonra gerek kalmıyor o zatın kerametine. Bilmiyorum ben neyim ama; lafın neticesi doğru, beni o hale getirdiğine şüphe yok.

Bu büyük zata dikkat ettim, daimî kerametin ne demek olduğunu onda gördüm. Ömrümde böyle bir insan görmedim. Hiç telaşı yok. Bir insan gördüm, bir an bile huzuru kaybetmediği bir bakışta belliydi. Bir an görmedim ben onu bir nebati işle meşgul olduğunu. Çay içerken, sizle konuşurken, cevabınızı verirken, yemeğini yerken, daima gözleri ufukların ufkunda bir yere bakıyor. Orayı görüyor, emrini alıyor, sizinle de tamamıyla kendini size verebiliyor. Burada bir gamıza var, bir incelik. İşte veli budur ve keramet budur.

Müthiş bir vakar ve heybet

Yüzüne bakıyorum. Birer hilâl kavsiyle çatılmış, kabarık, ince, vezinli kaşlar, irice ve ahenkli bir burun... Yine ince dudaklar... Sünnete uygun şekilde fazlaca kırkık bir bıyık ve uzun, çok uzun bir sakal... Sarığı, kaşlarına yakın noktaya kadar indiği için, alnı bütün açıklığıyla görünmüyor. Gözlerinden henüz bahsetmedim. Onları, kendine yaklaşınca göreceğiz ve manalarına yakalanıp kalacağız. Bu gözler, uzaktan gayet dalgın ve içine kapanık duruyor.

Bir de, bazen önündeki yapraklan karıştıran, fevkalâde zarif, esmer, ince ve uzun parmaklar...

İlk bakışta kendisinden insana çarpan duygu, müthiş bir vakar ve heybet...

Efendimin hayatı

1281 - 1860 yılında, Van'da dünyaya gelmişler... Van, Başkale kazası, Arvas köyü... Van'ın cenup şarkında; İran sınırına yakın, 2400 metre yüksekliğinde gayet sarp ve engelli bir saha...

Arvas, şeyhleri ve mürşitleri Seyyid Fehim Hazretlerinin de köyü...

Pederi; Seyyid Mustafa... Nesepleri, madde yolundan da Kâinatın Efendisine bağlı: Es'Seyyid Abdülhakîm Arvâsi...

Manevî veraset yoluna gelince: Zaten hep onun üzerinde gittiğimiz bu dâvayı, özlü bir takdim cümlesine nasıl sığdırabiliriz? Tecrübe edelim:

Peygamberlerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebu Bekir'e «Sevr» mağarasında teslim edilen has oda sırrını otuz üçüncü el olarak devr ve teslim alıp, onu Yirminci Asırda; makine, türlü keşif, ruhî buhran, içtimaî muvazenesizlik, sar'a ve cinnet, hasret ve gurbet asrında, bu asrın ortasına kadar, zerresini feda etmeksizin, en kemalli veraset halinde temsil etmeye memur, eşsiz velî...

Dış tafsilât «Başbuğ Velilerden 33» adlı eserimde...

Hissettirebildim mi makamının hususîliğini ve ululuğunu?..

İnsanoğluna, kendi öz eserinin tahakküme başladığı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır bangır iflâsa sürüklendiği manevî panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve muhafazaya memur kutup ne demekse, Es'Seyyid Abdülhakîm Arvasî, o... 14'üncü Hicrî Asrın yenileyicisi...

Devrinin, içli ve dışlı küfür deccâllerine ve bunların üflediği felâket cereyanlarına dikkat ederseniz, onun; kimlere ve nelere, insanları çekip kurtaracağı hangi bataklık şartlarına karşı gönderildiğini sezer ve bütün bunlardan bir mikyas çıkarabilirsiniz.

Bu terkibi hükmün, bundan evvel olduğu gibi, bundan sonra da nokta nokta tahlil unsurlarına geçerken, Es'Seyyid Abdülhakîm Arvâsi'yi, 2400 metre yüksekliğindeki sarp yayladan İstanbul üzerine inmiş, hakikatte, ışığı milyarlarca senede gelen yıldızların tepesinde, bir feza ve mâna kartalı diye takdim edersem sanmayın ki, bir şey söyliyebilmiş olurum.

Öbür eserdeki tafsilâta rağmen, kısaca, dış cephelerinden de birkaç çizgi:

Seyyid Fehim Hazretlerinin irşat huzurlarında, iki dizi üstüne çöküyor; ve on yedi yaşında, din ve dünya, zahir ve bâtın ilimlerinden, yâni kaal çerçevesinin bütün mevcutlarından icazet ve mezuniyet alıyorlar.

Yine aynı irşat içinden, yolun, Nakşî, Kaadiri, Kübrevî, Sühreverdi, Çeştî kolları...

Ana cadde Nakşîlik...

Ve bunca kaal yükünün zarfı içine fezayı alan bir hâl!

Hâl, hâl, her şey hâl'de...

Bu hâl ve kaal ile, 1916 yılında, 56 yaşlarında, Moskofların Van'a yaklaşmasiyle başlayan Ermeni ayaklanması karşısında hicrete mecbur oluyorlar. Revandiz, Erbil, Musul, Adana ve Eskişehir taraflarında beş sene... 1921'de, 61 yaşında olarak İstanbul'a geliyorlar.

Kendilerine devrin hükümeti tarafından, Eyüpsultan'da, Gümüşsuyunda, eski Kaşgarî dergâhı, bildiğimiz çatı tahsis ediliyor.

«Medrese-i Mütehassisîn»de, bir nevi İslâm Üniversitesi makamındaki mektepte de tasavvuf müderrisliği... «Er-Riyazü't Tasavvufiyye» isimli eserlerini bu sırada kaleme alıyorlar.

Bâtın ve hâl mihrakları etrafında kümelenen ateşli gönüller dışında, halk için, nâs için, herkes için camilerde dersler... Zaman zaman, birkaçı birarada ve ayrı ayrı, Eyüp, Fatih, Beyazıt, Bakırköy, Kadıköy camileri ve Be-yoğlundaki Ağacamii...

Hicretlerinden evvel iki kere Hac...

İleride bir vesileyle bana şöyle buyuracaklardır:

«Ben ömrümde yalnız iki rekât namaz kılabildim; o da Hac seferinde, (Ravza-î Nebî)de...» Ömründe tek vakit namazını bırakmamış ve kaybolan tek vakti, cihanların kaybiyle bir tutmuş insanın, bunca ibadet ve nice tecellî arasında kendisini yalnız iki rekât kılabilmiş farzetmesi, o namazı, Allah Resulünün Ravzalarında kılınan bu namazdaki keyfiyeti düşünelim...

Sözleri:

«Tek vakit namazımı kaçırmaktansa bin kere ölmeyi tercih ederim.»

O, her haliyle som ve halis...

Lafta, kitapta, halk hayâlinde, kocakarı tasavvurunda, şunda bunda nice velî -ne münasebet!- velî taslağı gördüm. Ermişlik halinin, halk gözü için dışarıya vurmuş sahte alâmetlerini taşıyanlar... Bunlarla onun arasındaki fark, sadece dış fark, sabundan yaptıkları sun'i meyve cinsinden bir muzla, buram buram rayihası gönül açan hakikî muz nisbetine uygundu.

Velî'nin mukabil tarafında denî vardır.

Ve bir velînin veliliği üzerinde en küçük iddia, gösteriş, yelteniş sahibi olması, «bir kadının hayz anında kendisini kanlı doniyle damda teşhir etmesinden beter»dir. Şah-ı Nakşıbend'e ait bu aziz ölçüye göre, içine alındığı «mahrem»ler ikliminin sırları önünde veliye düşen haya derecesi tasarlanabilir. Bu hayadan; dâvanın ruhu olan bu hayadan kendisinde eser olmayan insan, velî yerine hangi sıfata lâyıktır, belirttik.

Belki velilere mahsus birçok tavırların taklitçileri bulunduğu gibi haya tavrının da mukallitleri bulunabilir. O zaman da denîlik derecesi terakki eder; ve aslında taklidi mümkün olmıyan haya tavrını, daha nice tavırla beraber, Allanın nur verdiği göz, daima sahtesinden ayırır.

Özenti dalgınlıklar, yalancı vecd edaları, gaipten haber alma ve haber verme duruşları ve davranışları, her şeyi sığ bir dedikodu plânında helak eden iddiacı ve ezberci ağız kalabalıkları, ham heyecan, körkütük gurur, makyaj ve kılık gayreti, hasılı olanca gayesi cahil avlamaya ve dünya ötesi dünya yalanı söylemeye mahsus tavırlar, onda akar suya yağlı boya çekilmesi kadar imkân dışındaydı.

O, her haliyle som ve halis...

Yirminci asır nöbetçisi

Size, ondan ne anlatsam, meselâ «bir bakır güğüme parmağını değdirdi ve onu altına çevirdi» demeğe kadar hepsi avama, halka mahsus şeylerden ibaret kalır ve tam havâslık bu kerametin setri kerametine ulaşamaz.

O, bu dünyada, dairenin ilk çıkış noktasında, o noktaya mahsus alelâdeliklere bürülü, otururken, o noktaya bütün fezayı devretmiş olarak geldiğini, bu dünyadayken bu dünyada olmadığını, ancak nasibi olanlara sezdirici, büyük Allah dostu...

Tekrarlayalım:

Buradayken burada değil, dünyadayken dünyada değil...

İşte, bu en ileri kerametin merkezinden, şimdi bütün anlatacaklarımı takip edebilirsiniz.

Ötelere açılan kapının önündeyiz; ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren kapının Yirminci Asır bekçisiyle yüzyüze... Yirminci Asır nöbetçisi...

Öylesine ulvî, öylesine lâtifti ki

Efendi Hazretlerinde yolun öz hakikati olarak gizli kök nisbeti öyle yerindeydi ki, bazı zarurî dış alâmetlerin büsbütün silinip ortadan kaldırılmasiyle müteessir olmuyor; ve bu nisbet, ışığı suda kepçeyle yakalamak gibi, kanunun tutabileceği bir şey olmaktan münezzeh kalıyordu.

Zaten ve esasen sohbet temeli üzerine kurulu; ve görünmez radyo dalgaları şeklinde kalb antenlerine çar¬pan gizli nura bağlı bu yol, hükümetlerce aziz tutulduğu günlerde de dış tezahür perdelerindeki cümbüşlere, üniformalara, kalıplara, törenlere iltifat göstermiş değildi. Öylesine ulvî, öylesine lâtifti ki, onu kalp paralar gibi tedavülde bulmanın ve ayrıca kalbten kalbe tedavülüne mâni olmanın imkânı yoktu.

Soyadları…

Soyadı Kanunundan sonra «Üçışık» ismini aldılar. «Arvâsî» lâkaplarını- soy adına çevirmeksizin... Bu ismi, küçük farklarla maddî ve manevî yakınları da aldı.

İki oğulları var: Kadıköy Müftüsü'yken vefat eden Mekki Üçışık ile Münir Üçışık...

O'nun mübarek oğulları dedikten sonra, ayrıca vasıf aramaya ne hacet...

Mekki Efendinin oğulları, Bahâ ve Süheyl'den de Tahâ ve Fehim... Ve öbür oğulları. Hikmet ve Medenî... Efendi Hazretlerinden gelen Nur nesli bu «Üçışık»larda devamda...

Altun silsile

Efendim, «Altun Silsile»nin 33'üncü halkasıdır. Teşbihin son tanesi gibi, başındakine ve bütün sayılara sayı ve yollara yol verene en yakından bağlı ve tam bir devrin dönüm ifadesi... Ayrıca devrimizin, yirminci asır ortalarının mânâ ve ruh buhranına denk bir ifade; memuriyet ifadesi... Mukaddes silsile şöyle:

1 - O... (Bütün zaman ve mekânın Efendisi)...

2 - Hazret-i Ebu Bekir

3 - Selman (Fârisî)...

4 - Kasım Bin Muhammed Bin Ebu Bekir...

5 - Cafer-i Sadık...

6 - Beyazıd (Bestamî)...

7 - Ebulhasan (Harkanî)...

8 - Ebu Ali (Fârimedî)...

9 - Yusuf (Hamedânî)...

10 - Abdülhalik (Gucdevânî)...

11 - Arif (Reyvegerî)...

12 - Mahmud Encir (Fagnevî)...

13-Ali(Râmitenî)...

14 - Muhammed Bâbâ (Semmâsî)...

15 - Seyyid Emîr Külâl...

16 - Şah-ı Nakşıbend...

17-Alâeddin Artar...

18 -Yakup Cerhi...

19-UbeydullahAhrâr...

20 - Muhammed Zahid...

21 - Derviş Muhammed...

22 - Hâcegî (Emkengî)...

23 - Muhammed Bâkıbillâh...

24 - Đmam-ı Rabbânî (Müceddid -i Elf-i Sam')...

25 - Muhammed Masum...

26 - Seyfeddin...

27-Seyyid Nur...

28 - Mazhar-ı Can-û Canan...

29 - Abdullah (Dehlevî)...

30 - Mevlâna Halid...

31 - Seyyid Tâhâ...

32 - Seyyid Fehim...

33 - Seyyid Abdülhâkim (Arvâsî)...

Bunlar, en büyüklerdir. Mukaddes emaneti, Âdem Peygamberden başlayarak, Resul elinden Resul eline teslim ede ede vasıl sahibine, topyekûn zaman ve mekânın Efendisine gelen ana caddenin, O'ndan sonraki velîler yolunda en büyük 33 kahramanı... Bütün velîler zincirinin hususî bir büklüm halinde en büyük 33 halkası... Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, Mevlâna Halid gibi zirve noktaları etrafında, hepsi birbirinden büyük, hepsi mutlak büyüklükte fâni ve kimin kimden üstün olduğu kıyastan mücerred, fakat yekûn olarak bütün yekûnların üzerinden en büyük 33 kahraman...

O ise sıra vermek, sıraya baş olmak bakımından bir; yoksa sıranın ve her şeyin üstünde...

Hiçbir devir boş olmıyacağına göre, Abdülhâkim Efendi Hazretlerinden sonra kime geliyor sıra?.. Kat'î olarak bildiğimiz, hiçbir devrin boş olmıya-cağı prensibinden sonra, kim, nerede ve nasıl suallerine:

— Bilmiyoruz! Demekten ibaret...

Abdülhâkim Efendi Hazretleri, son günlerine kadar, kâmil mürşidi soranlara efendileri Seyyid Fehim Hazretlerini murat ederek:

«— 1313'ten beri kâmil mürşid gelmedi.»

Buyururlardı...

Biz de:

— 1362 (1943)ten beri kâmil mürşidden haberimiz yok!

Demek mevkiindeyiz.

«Râbıta-i Şerife»nin sonundaki «Hatm-i Hâcegân» duasında «Altun Silsile»nin Seyyedi Fehim Hazretlerine kadar, her biri ayrı vasıflarla anılan halkalarına baktıkça tüylerim ürperiyordu. Bunların arasında, bilhassa yolu şahsiyle isimlendirmiş olan Şah-ı Nakşibend, «Nur heykeli» diye anılan İmam-ı Rabbânî, kendisinden yıldız şuaları gibi velî fışkıran Mevlâna Halid, en sonra Efendimin Efendisi Seyyid Fehım Hazretleri, isimlerini her anışımda, kalbime erimiş kurşun halinde, kızgın bir aşk sıvısı döküyorlardı.

Hayretler içindeydim. Haklarında hiçbir şey bilmediğim, hiçbir hususiyetlerini tanımadığım halde, Seyyid Fehim Hazretlerine karşı, büyük saygı bir tarafa, fakat bu çıldırtıcı aşk, bende nasıl doğuyordu?

Efendime anlattım. Bir doktorun aldığı ilâçtan ne duyduğunu anlatan hastasını dinlemişi gibi, sakin ve emin, tabiî ve bedihî, dinlediler ve buyurdular:

«— Üzerinde yeşil bir cübbe vardı.»

Bu dışı kuru cevap beni büsbütün sarstı... Yoksa rabıta etmem için mi bu unsuru bildiriyorlardı? Muhakkak ki, üzerime yağan şimşeklerin, geliş ve gidiş bütün istikametlerini gözleriyle görüyorlardı.

Kıymet hükmü

Efendi Hazretleri, her haliyle etekleri altında bütün bir cihan gizleyen ve küfrün en kuduz devrinde gelmiş olmak bakımından derecesi en ileri olmak icap eden o büyük kutuptu ki, hikmetini doğrudan doğruya peygamberlik sırrından devşirici irşad makamının, Abdülhalik Gucdevâni, Şah-ı Nakşibend, Abdullah Ahrar, İman-ı Rabbani, Mevlâna Halid ve daha niceleri gibi üstün temsilcileri arasında mevki sahibi bulunuyor; en büyük hususiyeti de en azgın küfür mevsiminde her kemâlin kefaletini şeriatta göstermek memuriyetinde toplanıyordu.

Uydurma Menemen hâdisesi münasebetiyle şeyh ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp Menemen'e gönderdikleri zaman, Efendi Hazretlerini de, ne tarikat, ne siyaset, dış dünyaya sızan hiç bir faaliyetleri olmadığı halde yakaladılar ve oralara sürdüler. Binbir çile içinde dimdik, tevekkülle İlâhî iradeyi bekledi ve «Divan-ı Harp» huzurunda olanca müdafaasını, şu «Din Mazlumları» kitabındaki harikulade cümleye sığdırdı:

«— Ben şeyh değilim ve o yüce mertebeye lâyık olmaktan uzağım; yok, eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimin hali demekse ona da tenezzül etmekten münezzehim!»

Sürgün

Sene 1943... Ben, gazetedeki fıkralarıma ve yüksek mimarî şubesindeki derslerime devamdayım... Efendi Hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım... Yalnız ağzı ve kalbiyle birtakım doğruları geveleyen, fakat teniyle çöplükte yaşayan bir hayvan... Tam da filozofun dediği gibi, metafizik hayvan...

(Büyük Doğu)yu hazırlıyorum... Birinci oğlum Mehmet doğmuştu o senenin temmuz ayında... Babıâli, Erenköy'ü, git, gel, aşırı telâşlar içindeyim... Ev, ilk çocuk, afiş, kâğıt, muharrir, matbaa, nereye yetişeceğimi bilemiyorum... Efendimi göremiyorum...

(Büyük Doğu) çıktı. Eyüb'de bir kurban kesmek ve Efendimin elini öpmek niyetindeyim.

Bir otomobile atlayıp Eyüb'e gittim. Kurban işini görüşmek için çarşıda yakınlardan birini aradım.

— Hiç gitme yukarıya!

— Neden?

— Efendiyi götürdüler!

— Kimler?

— Polisler...

— Ne diyorsun?

— Ne yazık ki, böyle... Hem de bugün... Sabahleyin oradaydım; çok sıkılıyorlardı; «Hayırdır inşaallah» diyorlardı. Biraz sonra memurlar geldi.

— Neredeler şimdi?

— Her halde Birinci Şubede...

Fazla konuşamadım; hemen otomobilime atlayıp, gözümün önünde bomboş ev, mescit, şadırvan, doğru Polis Müdürlüğüne...

Vakit akşam...

Nöbetçi müdürü görüp kendimi tanıttım, görüşmek müsadesini istedim. Verdiler. Son katta Birinci Şube... Ondan sonra tadını bir hayli tattığım Siyasî Kısım... Beni bir odaya aldılar. Bekledim.

Kapı açıldı, Şakir geldi. Vekâr içinde, fakat mahzun, perişan...

— Ne o, Şakir?

— Hiç efendim, bizi alıp getirdiler.

— Ne olacak?

— Galiba İzmir'e gönderecekler!

— Şu anda bir derdiniz?

— Yok efendim!

— Efendi Hazretleri?

— İyiler efendim!

Birtakım teşebbüslere girişmek azmiyle, şimşek gi¬bi taş merdivenlerden atlayıp indim. Polis Müdüriyetinden çıktım, Fakat hiç bir şey yapamadım.

1942 - 43 kışında ben Erzurum'da ikinci askerliğimi yaparken Efendi Hazretlerini bir iki kere ziyaret etmiş olan zevcem, parmağı ağzında, apışmış, ben ondan daha şaşkın, bakışıyoruz. Hayrola?..

Bir ân geriye dönelim:

1943 yılının Eylül ayı... Ramazanın 18'inci günü... Eyüb'deki evleri başlıyor ve aranıyor, tabiî kitaplardan başka hiç bir şey yok... Ne olabilir? Bir bohçaya itina ile sarılı bir hırka buluyorlar:

— Bu da nesi?

— Alelade bir hırka, bir hatıra...

Hırka, mürşitleri Seyyid Fehim Efendi Hazretlerinindir ve Efendi Hazretleri nezdinde en değerli emanet...

Efendi Hazretleri ve Şakir'le beraber hırkayı da alıp Müdüriyete götürüyorlar. Orada gördükleri muamele nazik ve iyi... Galiba insandan ve halden anlayan bir müdüre rastlıyorlar.

Haklarında Vekiller Heyeti kararı var... Tebliğ ediliyor. İzmir'e gönderilecekler... Önce kendilerini İpek Palas otelinde yatırıyorlar ve ertesi günü Ege vapuriyle İzmir... Şakir Mersin'e düşüyor. Yâni ilk çocukluğundan beri saniye ayrılmadığı Efendisinden ayrılıyor Şakir... Hem de bu dünyada büsbütün...

Damatları Van Mebusu İbrahim Arvas, teşebbüs üstüne teşebbüsle... Birkaç ay sonra yine Vekiller Heyeti karariyle serbest kalıyorlar. Yakınlarından bir ikisi İzmir'e gelip kendilerini alıyor, Ankara'ya getiriyor. Ankara'da, biraderlerinin oğlu Faruk Işık'ın Hacı Bayram Camii tarafındaki evine iniyorlar.

Hastadırlar... Zaten bütün alâmetler, bu dünyadaki faaliyetlerinin kemâlden sonra zevale inhiraf ettiğini göstemekte...

Derler ki:

«— Her kemâlden sonra bir zeval beklemeli...»

Ankara hiç sevmedikleri bir yerdir; ve bir gün o civarda gömülecekleri hayâllerine bile uğramamış bir keyfiyet... Hattâ İstanbul'da, Bağlarbaşı'nda; Şeyhülislâm Hikmet Efendi'nin kabri yanında kendilerine bir mezar hazırlatmışlar, bir de tabut yaptırmışlardır.

Son nefes

Faruk beyin, eski Ankara tipi ahşap evinde ondokuz gün hasta yatıyorlar.

Nihayet, 1943 yılının 27 İkinci teşrin Cumartesi günü (29 Zilkaade 1362) gün doğmadan on sekiz dakika evvel...

Tam sabah namazı vakti...

Elleri Faruk Beyin ellerinde... Rüçhan Işık (Faruk Beyin oğlu) ayaklarını uğuyor.

Dudaklarında tek kelime... Kâinatın tek kelimesi:

Allah...

Son nefes...

Vefat ediyorlar...

Seksen üç yaşındalar...

Vefat ânında zelzele...

O gecenin sabahı, hemen o sabah, damatları İbrahim Arvas'ın Keçiören'deki köşküne naklediliyorlar, Gasl, teçhiz, tekfin, orada...

Ve Keçiören'den ileriye doğru Ankara'ya 24 kilometre mesafede bir köye götürüp defnediliyorlar. Ayni günün gurup vaktinde, güneş batarken...

Ya sen, Necip Fazıl; bütün bunlar olurken, yeryüzündeki güneşin batarken neredesin?

Bağlum

Şimdi bir mesele:

Mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makamlara başvuruyorlar. Tahnit (ilaçlama) mecburiyeti olduğu cevabı veriliyor. İmkânsız!.. O halde?.. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin Asrî Mezarlığa gömülmesi şartı da var... Daha imkânsız!.. O halde?.. Kırşehir'e kaldırmayı ve orada bazı yakınları arasında toprağa vermeyi düşünüyorlar. Bu da resmî şarta uygun değil...

O sırada ahşap evin kapısı çalınıyor ve kim olduğu, nereden geldiği, ne istediği belli olmayan ak sakallı bir adam:

— Ankara civarında Bağlum isimli bir köy vardır, diyor; orada Nakşı şeyhlerinden bir zat da medfun... Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır!

Ve çıkıp gidiyor. Meçhul adamın arkasından koşuyorlarsa da ele geçiremiyorlar.

Bağlum, Ankara'nın belediye sınırları dışında olduğu halde, cenazeyi battaniyeye sarıp bir taksi içine atıyorlar ve en yakınlarından birkaç kişi, Bağlum nahiyesine götürüyorlar. Yolda İbrahim Arvâsi'nin Keçiören'deki köşküne uğruyorlar ve teçhiz tekfin işini orada yapıyorlar. Bir de bakıyorlar ki, 12 kişiden ibaret olan yakınlarının cenaze etrafındaki dairesi 500 kişiye çıkmıştır. Bunlar kimdir, nereden gelmişlerdir, ne demek isterler, hep meçhul...

Efendi Hazretlerini; yalçın ve çırılçıplak Bağlum mezarlığının ilkokula bitişik köşesine, namsız nişansız, ilansız, işaretsiz şekilde defnediyorlar.

Mübarek mezar, bugün, üzerinde yazısız bir taş olarak, her şatafattan uzak, semalara tebessüm etmektedir.

Ankara'daki köy

Bağlum... Ankara'nın bir köyü... Ankara'dan çıkıyor, Keçiören'den geçip, Verem Sanatoryumunun önünden süzülüyor, dağ yoluna düşüyorsunuz. Sapsarı step...

Yükseklerdesiniz. Kumları çıtır çıtır yollar, büklüm büklüm virajlar, kıvrım kıvrım tepelerden arkanıza bakarsanız, Ankara, çukurlarda, mukavvadan bir maket... Keskin yarlar... Bir sağınızda, bir solunuzda... Nihayet iki tepe arasında manzaranın kısıldığı bir yola giriyorsunuz. Aşağıya doğru biraz inip, birdenbire, geniş bir köy meydanına çıkıyorsunuz. Solunuzda nahiye binası ve jandarma... Köylü kılığı gibi, hep aynı üslûp içinde değişik, kerpiçten, toprak damlı evler...

O gün bugün, bir hayli modernleşmiş burası da...

İlk karşılayıcınız, köpekler... Kimi kuyruksuz, kimi kulaksız çoban köpekleri... «Karabaş»lar... Peşlerinde şalvarlı ve yol yol mintanlı, sümükleri akan çocuklar... Onlar da, köy evleri gibi, sabit bir üniforma içinde...

Nahiye binasının önünden dosdoğru yürüyünce, solunuzda bir mezarlık... Ne bir ağaç, ne bir şey... Cılk ve paslı mezar taşları... Yürümekte devam ediniz. Karşınıza (asrî) bir bina çıkacak... Mektep... İşte, mezarlığın mektep bahçesine bitişik nihayetinde, yüzünüz mezarlığa doğru sağ dip köşesinde bir kabir...

Efendimin nur yatağı...

Nur yatağı

Hey gidi hey!.. Hayatında, üzerinde tek toz tanesi görülmezdi. Şimdi de mezarı öyle... Her türlü ilgi ve bakımdan uzak, bu pas ve küf çerçevesinde, üstünde tek harf yazılı olmıyan iki taş arasında, insana inbikten süzülmüş toprakla dolu hissini veren, küçük yerden bir karış yüksek bir beton mustatili içinde, her zamanki derin ve tatlı tebessümleriyle gülüyor mezarı...

Mezarın ayak ucunu sağınıza alıp baş tarafına doğru bakıyorsunuz:

— Es'selâmü aleykûm, ey Allah'ın büyük velisi!

Ve çömeliyorsunuz. Ruhaniyetine sığınıyorsunuz.

Bir «Fatiha» ve on bir «ihlâs» okuyup hediye ettikten sonra, gözleriniz, kalbiniz ve beyniniz kamaşmış, öylece kaimiz...

O ve Ben, Necip Fazıl Kısakürek