Ritmi bozulmuş modern insan

Günah bataklığına saplanmış, kalbin tüm nur deliklerini kapatmış birinin artık yanlışlarından hicap duymaması başka şeydir, kendi hatalarıyla yüzleştiğinde içi sızlayan, pişmanlıkla nefes alan kişi içinse o acı, hâlâ iman cevherinin sinyalidir. Bu yüzden “Hiç problemim olmasın” diye değil, “Problemi tevhidî bakışla nasıl kuşatırım?” diye sormak gerekir.

Abone Ol

Müslüman bir toplumda yaşıyoruz ve İslâm, ticaretten aile düzenine, sosyal cemiyetten ferdî beklentilere kadar insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kapsamlı bir din. Hayatın tek bir alanını boş bırakmıyor, çünkü kâmil bir yapı olarak indirildi.

Bundan rahatsız olan çevreler var; İslâm’ın çözümlerini perdeleyip insanları “daha modern”, “daha bilimsel” etiketli yollara sürüklemek istiyorlar. Bir kısmı İslâmî kavramları sulandırıp “İslamizasyon” politikası gütmeye çalışıyor, bir kısmı da doğrudan seküler bir sınıf inşa ederek maneviyat arayan insanı oraya çekiyor. Bu yapıların ortak noktası şu: Orijinal kaynağı reddediyor, sonra o boşluğu sentetik terapilerle doldurmaya çalışıyorlar. Tasavvufun, irfanın yüzyıllardır çözdüğü meseleleri, “Yeni Çağ” etiketiyle ambalajlayıp pahalı seans paketlerine çevirmekten başka bir şey yaptıkları yok.

Uzakdoğu’dan ithal ettikleri yogavari ritüelleri örnek diye pazarlıyorlar ama o coğrafyada bunlar bin yıllık gelenek içinde doğmuş, kendi içinde sahici. Bizde ise kökten kopuk, yapıştırma, tıpkı plastik çiçek gibi. Yine de insanlarda manevî açlık var ya, harmanlanmış bu uyduruk şeylere koşup binlerce lira döken oluyor. Fakat sözde Freudvari “enerji uzmanları” ve “kozmik şifacılar” soyut kavramları saçma sapan terimlerle karıştırıp insanları oyalıyor. Bütün mevzu ceplerindeki parayı almak. Ruha kalıcı ferahlık verecek tek bir hakikat teklif edemiyorlar, çünkü sahicilik yok, kök yok.

Dolayısıyla bunların hiçbiri insanın ruhunun-kalbinin gerçek ihtiyacını mutmain edecek bir şifa üretmez. Bu, İslâm’ın özüne dönmeden de mümkün değil. Bu topraklar asırlar boyu tasavvuf mektebiyle, ilim-irfan geleneğiyle yoğruldu. Oradaki hakikî usulleri yeniden keşfetmek ve güncellemek zorundayız. Aksi hâlde manevî boşluk sahtekârların tertibine her zaman zemin olur ve ihtiyaç sahibi insan da başka kapılarda aldanır.

Sorun şu: Müslümanların hatırı sayılır kısmı, o kaynakları yeniden keşfetme gayretini ya sınırlı tutuyor ya da erteleyip modern hazır reçetelere meylediyor. “Müktesebatımız yetmez mi?” diye soruyoruz, evet yeter; fakat bu mirasa bağlı olduğunu söyleyen insanlar da elbette bunalım yaşayabiliyor. İnsan varsa sancı da var. Ruhun kıpırtısı tamamen bitse zaten yaşamın da ışığı söner. Yani kişinin acı çekmesi, hâlâ diri olduğuna, vicdanının ölmediğine işarettir; mesele o sızıyı yıkıcı bir buhrana dönüştürmeden doğru yatağa akıtabilmekte.

Günah bataklığına saplanmış, kalbin tüm nur deliklerini kapatmış birinin artık yanlışlarından hicap duymaması başka şeydir, kendi hatalarıyla yüzleştiğinde içi sızlayan, pişmanlıkla nefes alan kişi içinse o acı, hâlâ iman cevherinin sinyalidir. Bu yüzden “Hiç problemim olmasın” diye değil, “Problemi tevhidî bakışla nasıl kuşatırım?” diye sormak gerekir. Modern çağda antidepresan kullanımı patladı. Bunca kimyevî desteğe rağmen boşluk büyüyorsa mesele sadece nörotransmitter dengesi değildir, hayatın başka bir köşesinde, o tevhidî bütünlüğü zedeleyen büyük bir delik açılmış demektir.

İslâm bu delikleri tek tek değil, bütünü gözeterek kapatır. “Yerde, gökte ve ikisi arasında olan her şey Allah’ı zikreder” buyruğu, evrendeki ahenkle uyumlanmayı emrederken insana da davranış, tüketim, ibadet, hatta bakış açısı düzeyinde bir senfoni kurar. İnsan o ritme dâhil olduğunda, yani yeme içmeden kazanca, istirahatten içtimaî sorumluluğa kadar bütün parçaları ilâhî ölçüye çivilediğinde, uyumsuz titreşimler yavaş yavaş diner. Tevhid, sadece dilde “Allah’tan başka ilah yoktur” demekle sınırlanamaz; fiilde ve niyette o büyük halkaya katılmakla tahakkuk eder. Ruh da ancak bu bütünlükle sükûnete erer. Aksi takdirde evrendeki uyumla çatışan her tercih, insanı kaçınılmaz olarak bir diğer bunalım halkasına sürükler.

Tasavvufun işaret ettiği tevhid, insanın günlük hayatındaki en küçük tercihe kadar yansıyacak bir bütünlük idealidir. Yemeğini ölçülü almak da buna dahildir, gecenin vaktini uyku ve ibadete göre tanzim etmek de, çalışma saatlerini helâl kazanç prensibine bağlamak da. Eğer bu parçalar yerli yerine oturursa, insanların büyük kısmını sarsan ruhî buhranların çoğu kendiliğinden hafifler. Çünkü mide haddinden fazla doldurulduğunda mesuliyet yalnızca sindirim organlarını etkilemez. Fazla yağ, uyku düzenini bozar, zihni bulandırır, kalbi hantallaştırır.

Örneğin kişi keyif verici haplara sığındığında, geçici ferahlığın bedelini yalnız kendisi ödemez. Kendisi dahil tüm çevresi de zarar görmeye başlar. “Benim hayatım, istediğimi yaparım” demek İslâmî kültürde geçersizdir. Çünkü her tercih, halkalar halinde başkasına da dokunur. Kullandığımız plastikten düşüncesizce israf ettiğimiz suya kadar her israf, ekosistemin dengesini bozar, kurda kuşa, toprağa, ağaca zarar verir.

Bu yüzden tasavvuf “kâinata rahmet” prensibini hatırlatır: İnsan önce kendine merhamet eder, bedenini örselemez. Çünkü nefsi üzerinden de hesaba çekileceğini bilir. Sonra ailesine, topluma, tabiata merhamet eder. Çünkü çevresinden de hesaba çekileceğini bilir. Tevhidî bakış, eylemi yalnızca ferdî fayda ekseninde değil, bütün varlık halkasını gözeterek tartar. Böylece basit görünen bir lokma veya keyif dozu, vicdan terazisine oturtulduğunda başka canların haklarını da hesaba katan ahlâkî bir karara dönüşür. Bundan ruh da huzur bulur.

Bütünlük ilkesini gözden kaçırmamak şart. Bizim o ahenkte, yerimizi alabileceğimiz kaynak İslâm'ın kendisidir. Dikkatimi çeken nokta şu: Ortadoğu’nun, hatta savaşın girdabından çıkamayan Afganistan’ın en kırsal köşesindeki insan bile ortalama bir Avrupalıdan daha huzurlu olabiliyor. Çoğu rapor tersini anlatır, ama sahadaki tecrübe başka şey söyler. Bunun sırrı yavaşlayabilmekte, daha doğrusu ne yaşıyorsak onu hazmedebilmekte gizli. Kızılderililere atfedilen bir söz vardır: Bir göç sırasında topluluğa seslenen bilge, “Çok ileri gittik, çok hızlı yürüdük; biraz durup geride kalan ruhlarımızın bize yetişmesine izin verelim,” der. Bu söz Batı’yı, Batı kimyasını tam anlatır. Batı öyle hızlandı ki akıl, fikir, ruh ve kalp geride kaldı. Her şey plastikleşti. İnsan, geniş zamana yayıp hazmedeceği tecrübeyi dakikalara sıkıştırınca anlam kum tanesi gibi parmaklarının arasından kayıyor.

Hızın öldürdüğü hikâye duygusunu en iyi namaz ritmi hatırlatır. Kıyamda ayakta durmak, rükûda eğilmek, secdede toprağa kapanmak, ardından tahiyyatta oturup beklemek… Hepsi belirli sürelerde ve sıralı biçimde yaşanır. Beş vakit aralıklı dağıldığı için, günün tamamını disipline eder. Gün, hafta, ay ve nihayet ömür bu gök kubbe altındaki ahenge göre örülür. “Zaten toplam kırk dakikalık ibadet, sıkıştırıp bir kerede kılalım” diyen pozitivist yaklaşım tam da bu noktayı kaçırır: Mesele süre değil, ritimdir. Namazı tek öğünde toplamak, pazar günü kiliseye gidip haftanın geri kalanında hayatı kendi hevesine göre sürdürmekle aynı mantıktan beslenir. Halbuki İslâm, zamanı baştan başa iman potasına atmayı hedefler. Ritmi bozulmuş modern insanın kaybettiği hikâyeyi yeniden bulması için, hızdan feragat edip ilâhî saat dilimine geri dönmesi gerekir.

Batı modelinin “özel alan”a hapsettiği din, ticarete, evliliğe, hayvan sürüsüne, hatta çevre ahlâkına karışmaz. Pazar günü kilisede iki saatlik tören, haftanın geri kalanında ne yaparsan yap özgürlüğü tanır. Bu anlayış “hazmetme” diye bir derdi olmadığı için, insana da hiçbir ritim bırakmaz. Sosyal medyanın bitimsiz akışı tam bu boşluğa oturuyor. Parmak bir kez kayıyor ve sonsuz videolar sıralanıyor. Kısa klipler arasında kahkaha, ardından feryat, bir sonraki kısımda deprem görüntüsü. Duygu paleti saniyeler içinde zikzak çiziyor. Tefekkür edemeden geçip gidiyoruz. Bir bardak çayı sakince seyredip beş dakika düşüneceğimize, aynı sürede onlarca içerik tüketiyoruz. Sonuçta zihnimizde binlerce görüntü yer kaplıyor ama içimizde hiçbir iz bırakmıyor. Duygu ve düşünce ritmi bu hızla baş edemediğinden, önce duyarsızlaşma, sonra da anlam kaybı baş gösteriyor. Normalde insanı kahredecek manzaralar bile “sıradan”laşıyor; merhamet kası tarumar oluyor.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu ve Rumeli’ye doğru yayılan dervişleri tam da bu modern duygusuzluğun panzehiriydi. Hiçbiri kürsüye çıkıp propagandaya girişmedi. Gittikleri köyde kimin hangi derdi varsa onu gidermeye koyuldular. Topraktan anlayan toprağı ıslah etti, ayakkabı tamircisi patik dikti, çatıcı kiremit onardı, çocuğun eğitiminden anlayan zihin inşa etti. Karşılık beklemeden yapılan bu hizmetler, Budist’e de Mecusî’ye de, Hristiyan’a da Müslüman’a da aynı samimiyetle dokundu. İnsanlar bir süre sonra “Bu adamları iyiliğe zorlayan asıl motivasyon nedir?” diye merak etti ve İslâm ahlâkıyla tanıştı. İnsanoğlu hâlâ şahit olduğu güzelliğin menşeine kulak kabartıyor. Ticaret ahlâkıyla, komşu hukukuyla ve çevre emanetini gözeterek yaşanan İslâm, kayıp merhamet duygusunu geri çağırıyor; sahici örnek, hız çağının anlamsız gürültüsünü susturmanın en kestirme yolu olmayı sürdürüyor.

Uzakdoğu Asya’da İslâm’ın yayılışına dair anlatılan nice vak‘a içinde kumaş tüccarının hikâyesi ayrı bir yer tutar. Rivayete göre, büyük bir pazara yerleşmiş Müslüman tüccar bir yolculuk sebebiyle dükkânını çırağına emanet ederken her rafın fiyatını tek tek gösterip tembih eder: “Üst raf beş yüz, orta raf üç yüz, alt raf yüz gümüş.” Günler sonra döndüğünde raftaki eksik mallarla para miktarı tutmayınca hemen çırağı sorgular. Çocuk, aceleci müşteri baskısıyla etiketlere bakamadan malları yüksek fiyata sattığını söyleyince tüccar, “Derhâl o müşteriyi bulacağız” der. Müşteri bulunur, dükkâna getirilir. Adam, eksik mal aldığını sanıp ilâve kumaş beklerken tüccar özrünü sunar: “Hakkınızı helâl edin, ürünlerimizi fahiş fiyatla vermişiz; dilerseniz paranızın fazlasını iade edelim veya aynı meblağ kadar mal ekleyelim.” “Buna sizi zorlayan nedir?” sorusuna ise “İslâm ahlâkı,” cevabını verir. O hadise dilden dile yayılır; ticaret erbabı da köylü de bu dürüstlüğün kaynağını araştırmaya koyulur ve İslâm’la tanışır. Böylece bir tek lisan-ı hâl, vaaz kürsülerinin başaramadığı bir dalga etkisi meydana getirir.

Bu örneği duydukça insanlar Mekke günlerindeki sahneyi hatırlar: Peygamber Efendimiz yetime kol kanat geriyor, köleyi azad ediyor, kadını meta görmüyor. Müşrikler bile gelip soruyor: “Seni buna mecbur eden şey namazın mı?” Çünkü gözle görülen en bariz ibadet o. Namaz İslâm’la eşitlenince “ahkâmın kaynağı” olarak işaret edilir fakat esasta tesiri oluşturan, namazın dışında hayatın her noktasına sirayet eden ahlâkî tutarlılıktır. Dürüst tacir de aynı mantıktan beslenir. Matbaadan çıkma broşür dağıtmaz, yüksek sesle vaaz vermez. Tartıda hakkı gözettiğinde çevre doğal olarak sorar, “Bu ahlâkın menşei nedir?”

Ne yazık ki bugün söz çok, fiil az. Davet lisan-ı hâlle desteklenmediği için sesimizin tesiri zayıflıyor. Oysa İslâm, reklâmla değil temsil ile büyür. Bir yudum fazla kâr uğruna helâli aşan her satış, nice hutbenin bıraktığı tesiri bir hamlede siler. Dervişlerin, tüccarların, emekçilerin sergilediği sahicilik dalga dalga yayıldığında ise hiçbir propaganda makinesiyle yarışmaz, insanlar güzelliği gördükçe kaynağına yönelir.

Ondan dolayı da sözlerimizi ve halimizi değiştirmek gerekiyor. Çünkü bütün bunlar psikolojimizin ta kendisi. Yaşadıklarımızın tezahürü bu. Bozuluşumuzun müsebbibi de bunların tersi. İnsanın psikolojik buhranlarının sebeplerinden biri de bozuk hayat tarzıdır. Elbette alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor.

Adam diyor ki: “Alışkanlıklarımızı değiştirmeden ne yapacağız? Doktordan reçete alayım, lüksümden vazgeçmeyeyim ama iyileşeyim.” Bu yaklaşım kime hizmet eder? Bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez. Sıkıntılarımızı gidermek için en önemli şey, bizi bu problemlere sevk eden davranışlarımızı değiştirmek ve kendimizi düzeltmeye bakmak. Allah şifa versin.

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025

{ "vars": { "account": "UA-216063560-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }