Modern psikoloji, insanı tanımaz; onu tarif eder ve yeniden tanımlar. İslâm ise insanı hatırlatır. Ona kim olduğunu değil, kim olduğunu unuttuğunu söyler. Bu nedenle tercih, bir disiplin seçiminin ötesinde, bir insan tanımı tercihi, bir medeniyet tercihi, bir varoluş tercihidir.
21. yüzyıl insanı artık sadece dini terk etmiyor; insan olmanın mânasını da terk ediyor. Modern psikoloji, başta terapi merkezleri ve “bireysel gelişim” doktrinleri olmak üzere, insanı anlamaya değil, insanı yeniden şekillendirmeye soyunan menfi bir ideolojik aygıta dönüşmüş durumda. İnsanın ruhuna yönelik bu mühendislik faaliyetinin sessiz kurucu metinlerinden birini ise, Batı’nın teolojik geçmişidir, özellikle de Hristiyanlıkta yer alan günahkâr insan doktrini.
Bu anlayışa göre insan, varoluş kaynaklı seviyede kirlenmiş bir varlıktır. Günah, onun doğuştan taşıdığı aslî bir yükümlülüktür. Augustinus’un ve ardından Calvin’in sistemleştirdiği bu doktrin, zamanla Batı kültürünün yalnızca dinî değil, felsefî ve ilmî tasavvuruna da sirayet etti. Günahkâr insan modeli, modern çağda “hasta insan” kimliğine dönüştü. Artık psikoloji günahı konuşmuyor belki ama onun yerine geçmişi, travmaları, dürtüleri, hormonları konuşuyor. İnsan hâlâ “düzeltilmesi gereken bir varlık” ama artık onun Rabbi yok, terapisti var.
İslâm ise bu tabloya başka bir yerden bakar. İnsan, Allah katında yaratılış itibarıyla temize çekilmiştir: fıtrat üzere yaratılmıştır. Yani doğruyu arama meyliyle, iyiliğe yatkın bir özle, kendi içinden konuşan bir hakikat sezgisiyle doğar. O ne mutlak günahkârdır ne de umutsuz bir hasta. İnsan, nefsinin terbiyesine çağrılan, kendi iradesiyle değişmeye ehil kılınmış bir kuldur.
Batı düşüncesinde insanın nasıl “kötüden” “hastaya” dönüştüğünü, bu tasavvurun modern psikolojiye nasıl sindiğini ve İslâm’ın buna karşı sunduğu ruh/insan yaklaşımını, kısa da olsa karşılaştırmalı bir biçimde ele almak niyetindeyiz. Teolojik köklerle başlayan bir dönüşümün, bugünün psikolojik gerçekliğinde nasıl sistematik bir ideolojiye dönüştüğünü örneklerle ortaya koyacağız.
Bu arada, elbette psikoloji disiplini içinde ferdî çabalar, maneviyat merkezli yaklaşımlar ve alternatif modeller gelişmiştir. Mesela ferdî anlam arayışı sunan Victor Frankl, ruhî dengeyi önceleyen Carl Jung ve İslâmî hassasiyetle çalışan psikologlar gibi sistem dışında kalmış yaklaşımları değil, bir dünya görüşü hâlini almış hâkim psikoloji ideolojisini hedef aldığımızı da belirtmemiz gerekir. Bizim burada ele aldığımız ‘modern psikoloji’, norm belirleyici yapısıyla ferdi tanımlayan, etiketleyen ve sosyal işleyişin uyum nesnesine dönüştüren ana akım sistemdir.
I. HIRİSTİYANLIKTA İNSAN: GÜNAHLA MALÛL VARLIK
Batı düşüncesinin merkezinde yer alan insan tasavvuru, özellikle Hristiyanlıktaki “aslî günah” (original sin) doktriniyle şekillenmiştir. Bu anlayışa göre insan, yalnızca ferdî hataları sebebiyle değil, varoluşu itibarıyla günahkârdır. İnsan, daha doğmadan önce suç işlemiş bir varlık gibi yeryüzüne adım atar. Bu kök anlayış, yüzyıllar boyunca hem Batı’nın dinî söylemini hem de laikleşme süreci içindeki felsefe ve bilim anlayışını belirlemiştir.
Pavlus’un Gölgesi: Adem’in Suçu, İnsanlığın Yükü
Yeni Ahit’te Mektupların yazarı ve erken dönem Hristiyanlığın şekillenmesinde büyük etkisi olan Pavlus (St. Paul), Romalılar 5:12’de şöyle der:
“Günah bir adam aracılığıyla (Adem) dünyaya girdi ve günah yoluyla ölüm geldi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı çünkü hepsi günah işledi.”
Onun anlayışına göre “Adem”in işlediği günah, sadece ona ait değildir; bütün insan nesli onunla birlikte suçlanmıştır. Bu da Hristiyanlığın “kurtarıcı Mesih” anlayışının temelini oluşturur. Çünkü insanoğlu, kendi başına bu günahı telafi edemez; Tanrı’nın lütfu ve Mesih’in kurban oluşu olmadan kurtulamaz.
Augustinus: Günahın Genetik Anatomisi
4. yüzyılda yaşamış Kuzey Afrikalı teolog Aziz Augustinus, aslî günah anlayışını sistemleştirerek, insan doğasının “bozulmuş” (corrupted) ve kurtarıcı müdahale olmaksızın tamamen yetersiz olduğunu ilan etti. Ona göre insanın iradesi zayıftır; günaha meyyaldir ve kendi başına iyiliği seçemez.
Augustinus’un bu yaklaşımı, yalnızca Hıristiyan teolojisini değil, Batı’da özgürlük, ahlâk ve insan haklarına dair yürütülen tartışmaları da derinden şekillendirmiştir. Bu anlayışta insan, artık kendi iradesiyle hareket eden bir fail olmaktan çıkmış; bozulmuş, aslî kusurla malul bir doğanın tutsağı hâline gelmiştir. Kurtuluşun temeli özgürlük değil, itaat olarak görülür. İtaat edilmesi gereken kurum kilisedir. Bu ise, psikolojik düzeyde bir bozulmadan ziyade, doğrudan doğruya teolojik bir çöküştür.
Calvin ve Protestan Reformuyla Gelen Determinizm
16. yüzyılda Protestan reformcusu Jean Calvin, bu anlayışı daha da katılaştırarak, insanın yalnızca günah işlemiş bir varlık olmadığını, aynı zamanda kurtuluşa erip ermeyeceğinin Tanrı tarafından ezelden karara bağlandığını öne sürdü. “Predestinasyon” olarak bilinen bu doktrin, ferdin iradesine yer bırakmaz. İnsan burada hem suç yükü taşıyan hem de kurtuluş için elinden hiçbir şey gelmeyen bir varlık hâline gelir.
Calvinist etikte, insan ancak dıştan gelen bir disiplin, denetim ve düzen yoluyla kontrol altına alınabilir. Bu düşünce, sonradan gelen Batı toplum düzenlerinde “ferdî sorumluluk” değil, “dışsal gözetim”in ve “normatif başarı”nın esas alınmasının temelini oluşturmuştur. Bu yaklaşım, daha sonra kapitalizmin ve modern psikolojik düzenin bazı temel prensiblerine evrilecektir: Performans, öz denetim, düzeltilebilirlik.
Arka Plan Sonucu
Bu teolojik yapı, Batı’da insanın özü itibarıyla bozuk, hatalı, zayıf ve tamir edilmesi gereken bir varlık olarak algılanmasına yol açmıştır. Yani insan, yalnızca eğitilmeye ya da yönlendirilmeye muhtaç bir varlık olarak görülmez; aynı zamanda mutlak anlamda “kurtarılması” gereken biri olarak tasavvur edilir.
Bu anlayış zamanla psikolojide “hastalık dili”, sosyolojide “sapkınlık kuramı”, siyasette “düzene uydurma ideolojisi” ve bilimde “norm dışı olanı sapma olarak kodlama” şeklinde karşımıza çıkacaktır.
II. MODERN BİLİMİN KALITIMI: GÜNAHTAN HASTALIĞA
Batı’da insanın günahkâr olarak tanımlanması, sekülerleşme süreciyle birlikte tamamen terk edilmedi; aksine, dinî anlamını kaybederken psikolojik ve ilmî terimlerle yeniden üretildi. Günah, artık “Tanrı’ya karşı suç” olmaktan çıkmıştı, ama insan hâlâ “bozuk”, “problemli”, “onarılması gereken” bir varlıktı. İşte burada, hasta-insan kavramı doğdu.
Patolojinin Yeni Ahlâkı: Onarılacak Ruh
Modern psikoloji ve psikiyatri, insanı salt fizikî bir organizma gibi ele aldı. Bilinç, akıl, ruh gibi kavramlar ya “nörolojik süreçlere” irca edilerek ilmileştirildi yahut “işlevsellik–işlevsizlik” çizgisinde tanımlandı. Ama dikkat: insanın yanlış davranışları artık “günah” değilse bile, yine de bozukluktu.
Artık insan, doğrudan bir hata işlemiş olmasa da dengesiz; açıkça günahkâr olmasa da topluma uyumsuz; sapkın olmasa bile işlev bozukluğu içinde tanımlanır hâle gelmiştir.
Bu dönüşümde, Hristiyan teolojisinin günah merkezli insan tasavvuru yerini psikiyatrik teşhis listelerine bıraktı.
Freud: Günah Yerine, Dürtü
Sigmund Freud, modern psikolojinin kurucusu olarak, insan davranışlarını açıklarken ahlâkî çerçeve yerine, şuur dışı dürtüleri esas aldı. Ona göre insan, derunî çatışmalarla malûl bir varlıktı: id (dürtüler), ego (benlik) ve süperego (sosyal–ahlâkî denetim) arasında sıkışıp kalmıştı.
Freud’un modeli, Hristiyanlığın “günahkâr ruh” tasavvuruna benzer bir şekilde insanın iç yapısını çelişki ve baskı kaynağı olarak tanımlar. Aradaki fark, Freud’un Tanrı yerine dürtüleri merkez almasıdır.
Dürtüler Tanrı’nın yerini, terapi ise kurtuluşun yerini almıştır.
Terapi, günah çıkarmanın modern seküler biçimidir.
DSM: Ruhun Kataloglanması
Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından yayımlanan DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders), ruh sağlığı bozukluklarını tanılayan bir “kutsal kitap” hâline gelmiştir. DSM, her yeni baskıda daha fazla davranışı bozukluk olarak tanımlar:
• Aşırı bağlılık = Bağımlı kişilik bozukluğu
• Aşırı dindarlık = Religious delusion (bazı örneklerde)
• Alışılmadık sosyal çekingenlik = Sosyal anksiyete bozukluğu
Bu sistematik, bireyi bir teşhis nesnesine, ruhunu ise etiketlenmiş bir problem haritasına dönüştürür.
Ahlâkın Yerine Fonksiyonellik
Modern psikolojide doğru–yanlış değil, uygun–uygunsuz vardır.
İyilik faziletin değil, fonksiyonelliğinin sonucu hâline gelir. Yani bir davranış kötüyse değil, işe yaramıyorsa sorunludur.
Bu anlayış, ferdi bir norm sistemine uydurma işlevi gören, görünüşte tarafsız ama esasen ideolojik bir terapi dili üretir. Sorun, insanın Rabbine yabancılaşması değil; çevresiyle “fonksiyonel bir ilişki” kuramamasıdır.
Özet:
|
Hristiyanlık |
Modern Psikoloji |
|
Günah (ilahî ölçüye karşı suç) |
Bozukluk (normlara karşı sapma) |
|
Kurtuluş: İman ve kefaret |
Kurtuluş: Terapi ve uyum |
|
İtiraf ve bağışlanma |
Danışma ve çözüm önerisi |
|
İlahi disiplin |
Zihnî fonksiyonları yeniden yapılandırma |
III. SOMUT ÖRNEKLER: ETİKETLENEN RUHLAR, NORMALLEŞTİRİLEN SİSTEM
Teorik düzeyde sekülerleşmiş görünen modern psikoloji, insanı hâlâ bozuk, yetersiz ve müdahaleye muhtaç bir varlık olarak konumlandırmaya devam etmektedir. Bu yaklaşım yalnızca “bireysel terapi” odalarında kalmaz; eğitimden sosyal ilişkilere, çocuk gelişiminden dinî yaşantıya kadar pek çok alanda sistemli biçimde uygulanır. Aşağıdaki örnekler, bu yaklaşımın hayatın içindeki yansımalarını göstermektedir:
DSM’nin Ahlâkı: Normalin Politikası
Önceki bölümde değindiğimiz DSM (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı), zamanla yalnızca bir teşhis aracı olarak kalmamış, aynı zamanda bir norm belirleme aracı hâline gelmiştir.
Örnek:
• DSM-II (1968): “Homoseksüalite” bir bozukluk olarak tanımlanmıştı.
• DSM-III (1980) ile birlikte yoğun siyasî baskıların ardından bu tanım çıkarıldı.
Bu değişiklik, ilmî bir keşif olmaktan ziyade tamamen ideolojik ve sosyopolitik bir karardı.
Aynı şekilde, aşırı bağlılık, utangaçlık, hissî derinlik, hatta ahlâkî katılık gibi kavramlar da çeşitli kişilik bozuklukları içinde yer aldı. Bu durum, ferdin yalnızca iç dünyasına değil, değer sistemine de müdahale edildiğini gösteriyor.
Dinî Yaşantı = Psikolojik Sapma?
Modern psikolojik sistemlerde, özellikle Batı’daki bazı çevrelerde, derin dinî aidiyetler patolojik durumlar olarak yorumlanabilmektedir.
Örnek:
• ABD merkezli bazı kliniklerde, düzenli ibadet alışkanlığı olan fertlerde obsesif-kompulsif bozukluk şüphesiyle terapi önerilmektedir.
• İnanç merkezli anlam arayışı, kimi zaman “dissosiyatif gerçeklikten kaçış” olarak kodlanmaktadır.
• Bazı terapötik yaklaşımlar, tevbe, dua, kendi nefsine karşı mücadele gibi kavramları “kendilik değersizleştirme”, “derunî çatışmayı bastırma” gibi başlıklarla ele alır.
Kişi artık günah yerine derunî huzursuzluğunu “patolojik” saymaktadır.
Vahyin dili yerine de terapistin dili belirleyici hâle gelmiştir.
Çocuklara Tanı Koymak: Davranış Bozukluğu mu, Fıtrat mı?
Özellikle Batı’da (ve giderek Türkiye’de de) çocuklara yöneltilen “davranış bozukluğu” tanılarının çokluğu, aslında sosyal normlara uymayan fıtrî farklılıkların hastalık gibi algılanmasına neden olmuştur.
Örnek:
• Hareketli çocuk = Hiperaktivite bozukluğu (ADHD)
• Sessiz, hayal kurmayı seven çocuk = Otizm spektrum bozukluğu şüphesi
• Otoriteye karşı çıkan çocuk = Karşıt olma-karşı gelme bozukluğu (ODD)
Bu yaklaşımda çocuk, eğitimin hedefi olmaktan çıkar, düzenlemeye tâbi bir fert hâline gelir. Eğitimin yerini müdahale alır. Ortaya konan yönelim, yalnızca pedagojik bir tercih değil, aynı zamanda varoluşa yönelik kapsamlı bir mühendisliktir.
“Kendin Ol” Tuzağı: Fıtrata Karşı Kimlik İnşası
Modern psikolojinin “kendin ol” çağrısı, yüzeyde özgürlükçü bir duruş sergilese de kişiyi fıtratına yöneltmekten çok, arzu ve hislerinin peşinden gitmeye teşvik eder. Oysa İslâm, insanı arzularının yerine hakikat ölçüsünün takipçisi olmaya çağırır.
Örnek:
• Cinsiyet disforisi(bir kişinin derin bir huzursuzluk veya tatminsizlik duygusu yaşadığı zihnî durumu belirtir) yaşayan fertlere, “hislerin doğrultusunda yaşa” önerisi verilmesi
• Nefsî eğilimlerin bastırılması yerine, onların “kabulü”nün yüceltilmesi
• Zayıflık, tembellik, öfke gibi duyguların “hakların” parçası olarak görülmesi
Bu tavır, ferde huzur değil; kendi nefsinin esaretini sunar.
Modern psikoloji, günahın yerini tanıya bırakmış; secdenin yerini terapötik sandalye almıştır. Artık nefs terbiyesi yerine farkındalık kazandırma; ilahî ölçü yerine nörolojik norm esas alınmaktadır. Ancak bu sistemde insan ne kurtulur ne yükselir; yalnızca etiketlenir, yönlendirilir, konforize edilir.
IV. İSLÂM’DA İNSAN TASAVVURU: FITRAT, SORUMLULUK VE TEZKİYE
Batı’da insan ya günahkâr ya da hasta; kurtuluş ise dış kaynaklı bir müdahaleyle gerçekleşir. Oysa İslâm, insana daha en baştan itibaren izzetli, fıtrî ve sorumluluk taşıyan bir varlık olarak bakar. İslâm’ın insan tasavvuru, ne psikolojinin “hastası” ne Hristiyanlığın “düşmüş” varlığıdır. O, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir ve yaratılışı bir eksikliğe, potansiyele, kendinden zuhur hikmetine dayanır.
Fıtrat: Hakikate Yönelmiş Yaratılış
Fıtrat, insanın Allah’la olan doğrudan bağını temsil eder. İnsan, hakikate meyilli, iyilikten yana, yaratılış itibarıyla doğruyu arayan bir varlık olarak tanımlanır.
Bu, modern psikolojideki “kişilik bozukluğu”, “hissî dengesizlik” gibi kavramlara karşılık gelen değil; ilahî prensibe yönelmiş bir iç nizamı ifade eder.
İnsanın özü bozulmamış; unutturulmuştur. Sorun bozukluktan ziyade gaflettir.
İrade ve Sorumluluk: Müdahale Yerine Mükellefiyet
İslâm’ın insan anlayışı, ferdin pasif değil, ahlâkî özne olmasını esas alır.
Meâlen, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onlar onu yüklenmekten çekindiler… İnsansa yüklendi.” (Ahzâb, 72) ayeti, insanın hem iradesini hem de bu iradeye bağlı mükellefiyetini açıkça ortaya koyar.
Bu anlayışta insan:
• Aciz ama iradesiz değildir.
• Zayıf ama sorumsuz değildir.
• Hatalı ama bağışlanamaz değildir.
Bu, Freud’un iç çatışmalar arasında sıkışmış şahsiyetiyle ya da DSM’nin hastalıklı vakasıyla kıyaslandığında çok daha aktif, sorumlu ve dönüşebilir bir modeldir.
Tezkiye: Terapi Yerine Terbiye
İslâm’da ruhun arınması için kullanılan kavram tezkiyedir. Bu kavram, bir ruh mühendisliğinin yerine bir iç direniş, nefs ile mücadele sürecini ifade eder.
Meâlen, “Nefsini arındıran kurtulmuştur. Onu kirleten ise ziyana uğramıştır.”
(Şems, 9–10)
Tezkiye, insanın fıtratına yönelmesi için nefsini denetim altına almasıdır. Bu süreçte kişi, edilgen bir nesne olarak kalmaz; bilakis kendi iç mücadelesinin aktif öznesi hâline gelir. Hakiki kontrol terapi koltuğunda değil, beraberinde gelen tüm mânalarla birlikte secde anında gerçekleşir. Bu mücadelenin mahiyeti psikolojik tanımları aşar; doğrudan varoluşa ve ahlâka dair bir yön taşır.
İnsan: Bozuk Değil, Sınanan
İslâm’da temel mesele şudur:
İnsan bozulmuş değil, imtihandadır.
Bu fark, insanı yeniden tanımlar. Hasta tanısı koymak yerine:
• “Nerede duruyorsun?”
• “Kime yöneliyorsun?”
• “Kimi razı etmeye çalışıyorsun?” diye sorar.
Hastalık, dış müdahale ister; imtihan, şuur ve seçim ister.
Karşılaştırmalı çerçeve:
|
Modern Psikoloji |
İslâm Tasavvuru |
|
İnsan: Hasta |
İnsan: Fıtrat üzere yaradılmıştır. |
|
Ruh: Müdahale edilmesi gereken |
Ruh: Tezkiye edilmesi gereken |
|
Sorun: Hissi Fonksiyonsuzluk |
Sorun: Gaflet ve nefsin galebesi |
|
Yöntem: Terapi |
Yöntem: Tezkiye, tefekkür, ibadet, dua |
|
Kurtuluş: Denge/konfor |
Kurtuluş: Allah’a yönelmek ve sorumluluk |
V. KARŞILAŞTIRMA VE SONUÇ: İNSANI KURTARMAK MI, KURGULAMAK MI?
İnsan anlayışı, fertlerle beraber toplumları ve medeniyetleri şekillendirir. Bir medeniyetin insana nasıl baktığı, o toplumda nasıl bir adalet, nasıl bir eğitim, nasıl bir siyaset üretileceğini de belirler. Bu nedenle, Batı’nın “günahkâr–hasta insan” anlayışı ile İslâm’ın “fıtrat üzere–halife insan” anlayışı arasındaki fark, yalnızca bir felsefî tartışma çıkarmaz, bu iki ayrı medeniyet projesinin çatışmasıdır.
Onarılacak Hasta mı, Sorumlu Kul mu?
Batı düşüncesinde insan, ya “düşmüş”tür ya da “bozulmuştur”; bu yüzden onu düzeltmek gerekir. Dine göre bu kurtarıcı Mesih ile, bilime göre ise terapist, psikiyatrist, nörolog, sistem mühendisiyle olur. Yani insanın kendi kendisini düzeltmesi yahut kurtarması söz konusu değildir.
İnsanın özü bozuk, dıştan müdahale edilmesi gereken bir projedir.
İslâm ise insanı varoluş itibarıyla kıymetli, istidatlı ve sorumlu olarak tanımlar. Müdahale değil, hatırlatma (zikir) esastır. Terapi yerine tezkiye; yeniden tanımlama yerine fıtrata dönüş…
Modern Psikoloji: Seküler Bir Din mi?
Bugün psikoloji sadece bir bilim dalı olmanın ötesinde; bir dünya görüşü, bir kurtuluş dili ve çoğu zaman bir ahlâk sistemi hâline gelmiştir. Bu yönüyle modern psikoloji, dinin boşalttığı yeri sessizce doldurmakta:
|
Dinler |
Modern Psikoloji |
|
Günah – İtiraf - Bağışlanma |
Travma – Açıklama – Terapötik çözüm |
|
İbadet |
Uygulama (egzersiz, seans) |
|
Ruh |
Şuur – şuuraltı – nörolojik süreç |
|
Kurtuluş |
İyileşme / Denge |
|
Hakikat |
İdrak / Deneyim / His |
Bu tablo, psikolojinin artık yalnızca bir açıklama yöntemi olmaktan çıktığı ve bir insan-ruh mühendisliği ideolojisi hâline geldiğini gösterir. Ve bu ideolojide insanın Allah’a değil, kendi iç sesine kulak vermesi önerilir.
Sonuç: kul yok, konfor arayan fert var.
İslâm: İnsan Onurunu ve Sorumluluğunu Korur
İslâm’ın insan anlayışı, insanı hastalık metaforuyla küçültmez. Aksine, onu Allah’a muhatap bir varlık olarak yüceltir:
• Bozulmuş değil, sınanıyor.
• Güçsüz değil, emana layık.
• Teslim olmuş değil, hür irade ile secde eden, kulluk eden.
Bu tasavvurda insan, kendi arzularına teslim olmadan, hakikatin ölçüsüne göre şekillenir. Nefsini ilah edinmez, onu terbiye eder. Kimliğini sistemin normları değil, yaratılış hakikati belirler.
SON SÖZ:
Modern psikoloji, Batı’nın tanrısız putlaştırmalarından biridir. Günah mefhumunu silerken aynı günahkâr insan tasavvurunu “hasta” etiketiyle yeniden üretmiş; Tanrı’yı kovduğu ruhun yerine, ölçüsüz bir nefsin çırpınışlarını koymuştur. Günümüzde terapi odaları, Batı’nın iç boşaltılmış mabetleri hâline gelmiştir. İnsan ise artık nefsinin heva rüzgârında savrulan bir denek, sistemin normlarına göre “düzenlenecek” bir objedir. Oysa İslâm, insana yalnız bir “durum” değil, bir istikamet sorumluluğu yükler. İnsan, varoluşunu yalnızca biyolojik, psikolojik ya da içtimaî belirleyicilerle açıklayamaz; çünkü onun özü mutlak olanla irtibatlıdır. Bu irtibat, ne iç sesle, ne dış müdahaleyle, ancak vahiy ve iradeyle, yani fıtrat ve fikirle kurulur. İbda hikemiyatında geçtiği üzere, “Allah, bizzat kendi bildirdiği üzere, insanı, ‘eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendine halife olarak’ yaratmıştır. Bu dava, insanı hasta görenlerle, şahsiyetle yükümlü kılan bir varoluşçuluk arasındadır. Ve asıl kurtuluş, nefsin konforu yerine hakikatin celladına rıza gösteren İslâm şuuruyla mümkündür.
Modern psikoloji, insanı tanımaz; onu tarif eder ve yeniden tanımlar.
İslâm ise insanı hatırlatır. Ona kim olduğunu değil, kim olduğunu unuttuğunu söyler.
Bu nedenle tercih, bir disiplin seçiminin ötesinde, bir insan tanımı tercihi; bir medeniyet tercihi; bir varoluş tercihidir.
TARİHÎ DİP DALGA NOTU
Bu yazıda modern Batı psikolojinin arka planını özellikle Hristiyan teolojisiyle ilişkilendirerek inşa ettik. Bunun nedeni, bugünkü psikoloji sisteminin yalnızca teorik değil, müessese ve ideolojik olarak da Batı Hristiyan dünyasında şekillenmiş olmasıdır. Ancak bu tabloyu daha derinlemesine kavrayabilmek adına bazı tarihî köklere kısaca değinmek gerekir:
1. Aristotelesçi İnsan Anlayışı: Akıl ve Erdem Vurgusu
Aristoteles’e göre insan, aklî yeteneğiyle diğer canlılardan ayrılır; mutluluğu ise faziletli hayatta bulur. Bu anlayış, Orta Çağ Hristiyan skolastiğinde (özellikle Thomas Aquinas'ta) Tanrı-merkezli bir etikle bütünleştirilmiştir. Ancak modern psikoloji, bu akıl ve erdem temelli “normatif insan” tasavvurunu terk etmiş; onun yerine fonksiyonelliği ve dürtüleri merkeze almıştır.
2. Stoacılık: Derunî Disiplin ve Dış Koşullara Bağlı Olmayan Huzur
Stoacılar, ferdin dış dünya yerine kendi iç tepkilerini kontrol etmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu anlayış, modern “bireysel gelişim” akımlarında ve bazı terapötik pratiklerde (özellikle Bilişsel Davranışçı Terapi – CBT) yankı bulmuştur. Ancak bu yankılar sistem dışı marjinal etkiler olup, hâkim psikoloji ideolojisinin belirleyici rol oynamaz.
3. Aydınlanma ve İnsan Tasavvuru: Fail, Akıl ve Gözlem
Aydınlanma çağı, insanı Allah yerine kendi aklına muhatap bir varlık olarak tanımlar. Descartes’in zihin-beden düalizmi, Locke’un deneyimci epistemolojisi ve Kant’ın ahlâkî fail anlayışı psikolojinin metodolojik temelini hazırlamıştır. Ne var ki, modern psikolojinin müessese olarak yönelimi –özellikle 19. yüzyıldan itibaren– bu felsefî temellerin dışına çıkarak, pozitivist, nörolojik ve davranışçı çizgiye kaymıştır.
Sonuç olarak: Aristoteles’ten Kant’a kadar gelen miras, modern psikolojinin fikrî zemininde dolaylı bir iz bırakmış olsa da, bugünkü ana akım psikoloji ideolojisinin kurucu unsurları arasında gösterilemez. Biz bu yazıda, esasen günümüz psikolojik paradigmasını belirleyen teolojik, tarihî ve pratik dinamiklere odaklandık. Bu yüzden hedefi şuurlu şekilde daralttık: Tartışmayı derinleştirmek için, genişletmeyi sınırladık.
Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025