Tüm hastalıkların gerçek kaynağı, Mutlak Fikir’den uzaklaşmaktır. Modern psikoloji, depresyonu serotonin eksikliğiyle, anksiyeteyi genetik yatkınlıkla veya travmatik deneyimlerle açıklarken, asıl kaynağı, yani insanın Yaradan’ına olan fıtrî ihtiyacını ve bu ilişkinin kopuşunu görmezden gelir.

Modern çağın karmaşık ruhî labirentinde insan, varoluşun en derin gizemlerini ve aradığı huzuru Batı’nın seküler düşüncesinden doğan psikoloji bilimine emanet etti. Ancak “ruh” anlamına gelen “psyche” ve “bilim” manasına gelen “logos” kelimelerinden türeyen bu disiplin, tarihsel süreçte maddeci ve pozitivist kaygılarla ruhu göz ardı eden, onu yalnızca nörolojik tepkimelere ve çevresel koşullara indirgeyen bir kimliğe büründü. Bu sathi dönüşüm, insanoğlunu fıtratından kopardı, ruhî bir boşluğa itti ve adeta ruhsuz bir beden yığınına dönüştürdü. Oysa İslâm’da insan, Yaradan’ının kendisine üflediği ilahi bir nefestir; bedeni ruhunun giysisi, ruhu ise Yaradan’ının eşsiz eseri ve sırrıdır. “Batı medeniyeti, kendi bünyesindeki hastalıklı adam ve çürük cemiyetle şifa değil, bizzat bozulmanın ve çürüyüşün kaynağına dönüşmüştür” tespiti, Batı’nın bu acizliğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.

Batı medeniyetinin ruhsuz çözümleri ve modern ruh mühendisliği

Batı medeniyetinin geliştirdiği yaklaşımlar, insan ruhunun en derin buhranlarını çözmekte aciz kalmıştır. Batı’nın sunduğu “çözümler” genellikle semptomatiktir, yüzeyseldir ve geçicidir; ruhun derinindeki tarifsiz boşluğu doldurmaktan, onu gerçek huzura kavuşturmaktan çok uzaktır. Bu durum, ruhu esas aldığını iddia eden ancak onu maddiyatın ve mekanizmaların bir türevi gibi gören “ruhsuz ruhçuluğun” acı bir sonucudur. Modern psikoloji, temelini katı bir materyalist ve pozitivist dünya görüşünden alarak, insanı sadece parçalara ayrılabilir bir biyolojik makine gibi görme yanılgısına düşerken, yeni dünya düzeninin dayattığı bir “din” haline gelmiştir: Yaradan yerine modern ruh mühendisliğine kulluk.

Bu “ruh mühendisliğinin” önde gelen mimarlarından olan Sigmund Freud, insanı 'cinsel dürtülerin ve bilinçdışı çatışmaların' esiri olarak görmüş, ruhî rahatsızlıkları “bastırılmış arzuların bir sonucu” olarak açıklamıştır. Alfred Adler ise ferdin hakikatini, toplumsal aşağılık kompleksi ve iktidar arayışına tercüme etmeye çalışmıştır. Fakat ruhun “aşkın” boyutu daima es geçilmiştir.

Carl Jung ise, kolektif bilinçdışı ve arketipler gibi kavramlarla insan ruhuna daha derin bir katman eklemeye çalışmış, manevi ve sembolik boyutun önemini vurgulamıştır. Benzer şekilde, Erich Fromm sosyal psikoloji alanında insanın yalnızlık, yabancılaşma ve anlamsızlık gibi modern çağ sorunlarına dikkat çekmiş, insanın sevgi ve üretkenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğini savunmuştur. Irvin Yalom ise varoluşçu psikoterapinin önemli isimlerinden biri olarak, ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık gibi varoluşsal kaygılarla yüzleşmeyi önemsemiştir. Jung ve Adler’in Freud göre daha “ruhsal” bir bakış açısı getirme çabaları, insanlığın sadece biyolojik veya sosyal bir varlık olmadığını sezişleri bakımından takdire şayan olsa da, nihayetinde Batı’nın materyalist ve seküler düşünce geleneğinin dışına tam olarak varılamamıştır. Onların “ruh” ve “maneviyat” anlayışı, ilahi vahiyden beslenen, fıtratı merkeze alan İslamî bir ruh ilminin derinliğine erişmekten uzaktır. Zira onlar için maneviyat, insan aklının veya kolektif tecrübenin bir ürünü olarak kalırken, İslâm’da ruh, Mutlak Fikir’le doğrudan bir bağ kuran, ilahi bir emanettir.

Büyük Doğu-İBDA fikriyatına göre, bu yaklaşımlar insan ruhunun Mutlak Fikir’le olan bağını ve fıtratını görmezden gelmeleri sebebiyle kökten eksiktir. Onlar, ruhu bir denklemin parçası gibi ele alıp, formüle edilebilir bir mekanizma olarak sunarak, insana O’nun tarafından üflenen ilahi sırrın hakikatini görmekten daima yoksun kalmışlardır.

Büyük Doğu-İBDA perspektifinde izahını bulan hakikat, Mutlak Fikir’den gelir ve insanı yine O’na bağlayan yegâne köprüdür. Tüm hastalıkların gerçek kaynağı, Mutlak Fikir’den uzaklaşmaktır. Modern psikoloji, depresyonu serotonin eksikliğiyle, anksiyeteyi genetik yatkınlıkla veya travmatik deneyimlerle açıklarken, asıl kaynağı, yani insanın Yaradan’ına olan fıtrî ihtiyacını ve bu ilişkinin kopuşunu görmezden gelir.

Bugün insanlık, sürekli değişen sanal dünyaların peşinde koşarken, hızla dönüşen bir kimlik arayışına sürüklenmektedir. Anlık hazlarla oyalanan ve sürekli beğenilme ve onaylanma peşinde koşan bu varoluş biçimi, derin bir ruh boşluğunun güçlü işaretlerindendir. Modern kapitalizmin sunduğu tüketim çılgınlığı ve sürekli daha fazlasını arayış, fertleri ruhî olarak tatminsizliğe itmekte, maddî bağımlılıklarla fertleri esir etmektedir.

Tüm bu sistemler, ferdin bağlılık duygusunu sağlıklı bir biçimde yaşamasını engellemekte, onu bağımlılıkların pençesine düşürmektedir. Modern fert, kendini “varoluşsal” bir boşlukta bulur; kimliksizleşir, köksüzleşir ve anlamdan yoksun bir hayat sürer. Bu durum, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun sıkça dile getirdiği "Ben kimim?" sorusunun cevapsız kalmasından ileri gelir. Kendi özünü, ruhunu, tarihini ve ASL’ının kim olduğunu unutmuş bir ferdin psikolojik olarak sağlıklı kalması asla mümkün değildir. Bu şuursuzluk hali, tüm ruhî ve maddî çürümelerin ve nihayetinde yok oluşun tohumlarını eker.

Psikoloji, modern dünyada adeta yeni bir din halini almıştır. İnsanlar, Yaradan’ın buyrukları yerine psikologların veya kişisel gelişim gurularının “ruh mühendisliği” reçetelerine boyun eğmeye başlamışlardır. Günah kavramı yerini “travmaya”, tevbe ve nedamet yerini “kabullenme”ye, ilahî adalet ve kader inancı yerini “pozitif düşünce”ye bırakmıştır. Oysa ki hakiki şifa, "hastalığın kaynağını kökünden kurutmak"la mümkündür. Modern psikolojinin sunduğu yöntemler – ilaçlar, terapiler, "pozitif düşünce" teknikleri – çoğu zaman birer uyuşturucu işlevi görür. Sembolik olarak, bunlar yalnızca acıyı dindirmeye çalışır, hastalığı kökünden söküp atmaz. Depresyon ilaçları, anksiyete gidericiler, kişiyi geçici bir rahatlamaya kavuştururken, mânevî boşluğu doldurmaz, aksine daha da derinleştirir. Çünkü bu “şifa”, insanın hakikatten kopuşunu görmezden gelir, onu kendi nefsinin veya dış dünyanın esiri olmaktan kurtarmaz.

“Ne yap et, kafanı meşgul tut; sakın kendinle baş başa kalma!” Modern insanın kulağına fısıldanan bu telkin, aslında ondan hakikatle yüzleşme cesaretini çalmaya yöneliktir. Oysa “yalnızlık”, bir kaçış değil; pekala bir ruhî tekâmül vesilesi olabilir.

Ruhun derin çöküntüsü, mücadeleden kaçışla başlar: Savaş meydanında depresyona yer yoktur! Orası eylemin, iradenin ve teslimiyetin sahasıdır. İşte bu yüzleşme, insanı kendi kendinden kurtarıp, aslî şifaya götürür. Psikolojinin içi boş tavsiyeleriyle avutulan insan, aslında en hakiki çaresini, hakikatle yüzleşme ve eylemde bulur. Her ibadette şifa vardır. Özel olarak “cihat” da bütün hastalıkları kökünden söküp atar…

Sahte ruhçuluk ve mistisizm

Hakikatten kopuşun bir başka tezahürü, hem Batı’da hem de Doğu’da görülen, hakiki maneviyattan uzaklaşmış sahte ruhçuluk ve mistisizm akımlarıdır. Batı’da “New Age” adı altında pazarlanan, Uzakdoğu felsefelerinden ve okült öğretilerden devşirme bir dizi pratik, “bireysel huzur ve aydınlanma” vaat eder. Ancak bu akımlar, genellikle insanın nefsi arzularını tatmin etmeye, “pozitif enerji” adı altında konforlu bir yaşam arayışına hizmet eder. İlahî bir merkeze oturmayan, insanın kendi “içsel tanrısı”nı keşfetmeye yönelen bu yaklaşımlar, ferdi nihayetinde egoizme ve yanıltıcı bir benlik yüceltmesine götürür.

Doğu mistisizmi köklü bir geleneğe sahip olsa da zamanla saf inançtan saparak farklı yorumlara bürünmüştür. Bazı Uzakdoğu akımları, varoluşun bir yanılsama olduğunu öne sürerek dünyadan ve gerçeklerden kaçışı teşvik edebilir. Budizm’in “nirvana” arayışı veya Hinduizm’deki “mokşa” hedefleri, Batı’nın “materyalist bireyciliği” gibi, ferdi toplumdan ve İlahî sorumluluklarından soyutlar. Bu mistik eğilimler, ferdi güya “mânevî” arayışa yönlendirse de, Mutlak Fikir’den yoksun oldukları için insanı tekâmüle değil, bir kaçışa veya pasifliğe sevk eder.

İslâm’ın tasavvuf anlayışı ise, bu sahte ruhçuluklardan ve mistisizmden keskin çizgilerle ayrılır. İslâm tasavvufu, “nefsi tezkiye, kalbi tasfiye” yolu ile Yaratıcı’ya tam bir teslimiyetle yönelmeyi esas alır.

İslâm tasavvufu, fertleri toplumsal bir dirilişe çağırır; bu, kuru bir “aydınlanma” veya kişisel rahatlık arayışından çok ötedir. Sahte mistisizm, ruhu Hakikat’ten koparırken, İslâm tasavvufu ruhu Hakikat’e eriştirir.

Psikolojinin felsefi temeli

Psikolojinin, insanı anlama iddiasında bir bilim dalı olarak, temelinde felsefi varsayımlar barındırdığı yadsınamaz. İnsanın doğasına, varoluşun anlamına ve “iyi bir hayatın” ne olduğuna dair her psikolojik yaklaşım, aslında bir felsefenin uzantısıdır. Batı psikolojisi, özellikle Aydınlanma sonrası ortaya çıkan seküler ve materyalist felsefelerden beslenirken, İslâmî ruhbilim, vahiy ve fıtrat merkezli bir dünya görüşüne dayanır. Bu, sadece bir teori farkı değil, bizzat insan tanımının ve şifa anlayışının temelden ayrıştığı bir noktadır.

İslâm’a göre insan, Allah’ın halifesi olarak yaratılmış, fıtratında tevhid inancı ve hakikate yöneliş meyli bulunan üstün bir varlıktır. İnsanın fıtratından uzaklaşması, Mutlak Fikir’den sapması, bütün ruhî ve fiziki hastalıkların temelidir. Kalp huzuru, ruhî dinginlik ve gerçek mutluluk, yalnızca Allah’a teslimiyetle ve O’nun emirlerine uymakla elde edilebilir. Gazalî’nin de vurguladığı gibi, bedenin canlılığını sağlayan ruhun asıl amacı Allah’a yönelmek ve O’nunla bağ kurmaktır.

Büyük Doğu-İBDA fikriyatı, Batı’nın bu sığ ve indirgemeci ruh mühendisliğine karşı, İslâm’ın ve bilhassa ruhî bir mücadele anlayışının insanlığa sunduğu hakiki şifayı işaret eder. Bu mücadele yolu, insanın hem kendi ruhî âleminde hem de yaşadığı toplumda, Mutlak Fikir’i, eşya ve hadiselere tatbik etmenin usul ve esaslarını öğretir.

Eylem ve mücadele

Hakikate yönelme, fertin kendini bulma ve Mutlak ile bağ kurma eylemidir. Bu, öncelikle nefsle girişilen bir ruhî mücadeledir. Modern insanın içine düştüğü tembellik, korkaklık, öfke, kibir, hedefsizlik ve inançsızlık gibi mânevî hastalıklar, nefsinin esiri olmasından kaynaklanır. Bu mücadele, nefsin azgın arzularına karşı bir direniş, ruhu bu prangalardan kurtarma aksiyonudur. Gazalî’nin nefs mertebeleri de bu ruhî kavganın yol haritasını sunar; Nefs-i Emmare’den Nefs-i Kâmile’ye uzanan bu menzil, manevi bir arınma ve yücelme çabasıdır.

Zihni işgal altında olan, medya ve popüler kültürün esiri olmuş bir fertin ruhu da esirdir. Modern fert, düşünmek yerine “hissetmeye” yönelmiş, algoritmaların yönettiği duygularla yaşayan, “kim olduğunu” unutmuş bir varlığa dönüşmüştür. Kapitalizmin ve kemalizm gibi ideolojilerin toplumu ve ferdi zorladığı bu yapay kimlikler, hakiki ruhî bağları zayıflatmakta, fertleri köksüzleştirmekte ve bir bağımlılık sarmalına itmektedir.

* * *

Modern çağ, insanlığı eşi benzeri görülmemiş bir mânevî buhranla yüz yüze bırakmıştır. Batı’nın maddeci psikolojisi, insan ruhunu atomlarına ayırarak çözüm ararken, asıl hastalığın kaynağını daima göz ardı etmiştir. Bu durum, ferdi daha da yalnız, köksüz ve anlamsız bir varoluşa itmiştir. Modern psikoloji, Yaradan yerine bir “ruh mühendisliği”ne kulluğu dayatarak, insanı fıtratından uzaklaştırmıştır.

Ancak, Büyük Doğu-İBDA fikriyatının ve Ehli Sünnet akaidinin bize öğrettiği gibi, gerçek şifa, İslam’ın ve onun topyekûn bir mücadele anlayışının sunduğu mukaddes bir menzildedir. Bu mücadele, nefsle girişilen büyük bir kavga, zihinsel işgale karşı bir fikrî inkılâp ve nihayetinde toplumsal bir yeniden inşa faaliyetidir.

Çözüm, Batı'nın sunduğu geçici reçetelerde değil, insanın Mutlak Fikir’e teslim olmasındadır. Bu yol, bir eylem yoludur. Fert, kendi ruhî zayıflıklarıyla yüzleşerek, hakikatle yeniden bağ kurarak şifa bulabilir. Büyüklerin “akıl ancak din ile birleşirse doğru yolu gösterebilir” tespiti, bu şifa yolunun temelini oluşturur.

Hastalıktan önce ferdin “sağlıklı” yaşamasını sağlayıcı tedbirlerle hastalığı önlemek, buna rağmen hastalık ortaya çıkınca da, her insanın “kendine has” tedavi usullerini geliştirmek; bugün gelinen noktada “kişiye özel” ve “önleyici” tıbbın temeli “tedbir, tedavi ve tevekkül” usulüdür. Bu, antidepresanlarla değil cehd ile, terapilerle değil tefekkürle, kaçışlarla değil yüzleşmelerle iyileşme yoludur.

Büyük Doğu-İBDA’nın çizdiği “kurtuluş yolu” insanı sadece hayata değil, Mutlak Hakikat’e bağlar. Modern insanın yaşadığı ruhî buhranın devası, teslimiyettir; kendi iradesini Hakikat’e teslim etmek ve bu uğurda mücadele etmektir. Psikolojik savaşlarla yorgun düşen ferdin kendi özünde yeniden dirilişi, bu teslimiyetin ve mücadelesinin eseri olacaktır.

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025