‘Modern’ medeniyet, kendi kuyruğunu yiyerek kendini tüketen efsanevi yılana (ouroboros) benziyor. Durmaksızın hareket halinde, devasa bir enerjiyle dönüyor; ancak bu bir ilerleme değil, kendi varlığını ve değerlerini öğüten, kısır ve yıkıcı bir döngü!... Bu kendi kendini yeme halinin bir yüzü, en temel ahlâkî ilkeleri hiçe sayarak bir halkı topyekûn imhaya girişen zorbalığa ve bir yardım gemisine dahi el koyabilen pervasızlığa karşı sessiz kalan bir dünya sistemidir!
Bu döngünün diğer yüzünde ise, bu medeniyetin kendi okul koridorlarını kana bulayan, kendi geleceğini ve kendi ruhunu yiyerek anlamsız bir şiddet ve kaos üretmesi var!..
İşte bu kendi kendini imha sürecinin ve kendi içindeki rejim krizlerinin yarattığı derin sancı ve panik, Batı’nın dünyaya çok evvelinden “Medeniyetler Çatışması” gibi teoriler sunmasına sebep olmuştur. Bu tez, objektif bir analizden ziyade, kendi içindeki çürümeyi ve varoluşsal boşluğu görmezden gelmek için bir “öteki” ve bir “düşman” icat etme refleksidir. Batı, kendi içindeki anlamsızlık ve kaosla yüzleşmek yerine, bu krizi medeniyetler arası bir savaşa fatura ederek dikkatleri dağıtmaya çalışmaktadır. Hakikatte ise ortada medeniyetlerin birbiriyle savaşından çok, ruhunu kaybetmiş ve kendini yiyen bir medeniyetin, ruh ve mânâ taşıyan her şeye karşı duyduğu bir korku ve husumet vardır.
Bu iflasın sebebi, yanlış politikalar veya ekonomik krizlerden çok daha derindedir: Mesele, Batı’nın insana, hayata ve kâinata dair sunduğu tanımın kendisindedir! Ruhu ve mânâyı hayatın dışına iten, insanı sadece et ve kemikten ibaret materyalist bir varlık olarak gören, aklı ise kalbin ve vicdanın denetiminden koparan bu dünya görüşü, varabileceği son sınıra ulaşmıştır. Artık bu dünya görüşünün insanlığa sunabileceği bir umut, bir nizam veya bir gelecek vaadi kalmamıştır.
Bu derin boşluğun ve yön kaybının karşısında İslâm, insanın fıtratına ve kâinatın nizamına en uygun, yegâne sığınak olarak belirir. O, buhranın ilacını, kaosun nizamını kendi içinde taşır. İşte bu ezelî hakikatin, çağımızın idrakine ve ihtiyaçlarına seslenen bir dünya görüşü ve sistem projesi olarak nasıl sunulacağını gösteren fikir mimarisi ise, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun kurucusu olduğu Büyük Doğu-İBDA fikriyatıdır. Bu mimarinin temel direklerinden bazıları ise şunlardır:
İnsanı yeniden bütünlüğüne kavuşturmak:
Çözüm, her şeyden evvel, parçalanmış insanı onarmakla başlar. Bunun en somut yolu, eğitimi ve kültürü, insana sadece bilgi değil, bir “şahsiyet” kazandıracak şekilde kökten dönüştürmektir: Kültür Davamız! Bu eğitim, ruh ve beden, akıl ve kalp bütünlüğünü esas alır; ferdi, içinde yaşadığı topluma ve nihayetinde Yaratıcı’ya karşı vazifeleri olan, anlamlı bir bütünün parçası olarak yetiştirir. Böyle bir ahlâk ve mânâ ikliminde yetişen bir nesil, Batı’nın ürettiği anlamsız şiddetin panzehiri olacaktır.
Hikmete dayalı devlet:
Günümüz devletleri, çoğunlukla ahlâkî bir gayesi olmayan, güçlülerin menfaatlerini koruyan teknik ve soğuk aygıtlara dönüşmüştür. Buna somut çözüm, siyaseti yeniden "hikmetin" ve "ahlâkın" denetimine sokmaktır. İdareyi, günübirlik siyasi çekişmelerin üzerinde, milletin ve medeniyetin âli menfaatlerini gözeten bir “Yüceler Kurultayı” gibi bir akıl ve vicdan merciine bağlamak, devletin zulmeden bir aygıt değil, adaleti tesis eden bir hizmetkâr olmasını sağlar.
İktisatta sömürüyü değil, hakça paylaşımı esas almak:
Kapitalizmin ortaya çıkarttığı adaletsizliğe karşı somut çözüm, İslâm iktisadının temel ilkelerini modern bir sistem olarak hayata geçirmektir. Bunun ilk adımı, emeği ve üretimi değil, parayı ve finansı ödüllendiren faiz sistemini ortadan kaldırmaktır. İkinci adım, servetin belli ellerde birikmesini önleyen ve toplumun zayıf kesimlerini koruyan zekât müessesesini, devletin sosyal adalet politikasının merkezine yerleştirmektir. Üçüncü olarak da, mülkiyetin sınırsız bir hak değil, topluma karşı sorumluluklar getiren bir emanet olduğu şuurunu yerleştirmektir.
Hukuku, hayatı kuşatan bir güvence yapmak:
Hukuk, sadece kâğıt üzerindeki kanun metinlerinden ibaret olamaz. İBDA fikriyatının “üstün anlayış” olarak sunduğu “fıkıh” yaklaşımı, hukukun kaynağını İslâm’ın temel nasslarında bulurken, zamanın ruhunu ve ihtiyaçlarını anlayan dinamik bir içtihat kapısı açar. Bu, hukukun, toplumun vicdanında karşılığı olan, hayatın her alanında adaleti ve huzuru temin eden canlı bir mekanizma olmasını sağlar.
* * *
Netice olarak, Batı medeniyetinin çöken yapısının enkazı altında ezilmek bir kader değildir. Bu çöküş, aynı zamanda yeni ve sahih bir başlangıç için tarihî bir fırsat ve daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hak ile bâtıl arasında “kaçınılmaz bir hesaplaşma” zeminidir. Sunulan bu çözümler, birer ütopya değil, bu hesaplaşmanın fikrî ve ruhî cephanesini kuşanarak, insanlığın içine düştüğü derin varlık buhranından çıkışın ve galip gelecek olan nizamın yegâne gerçekçi ve merhametli yol haritasıdır.