Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi, Batı’nın seküler ve çöken düzenini koruma refleksinin bir ürünü. Bu tez, İslâm’ın taşıdığı Mutlak Fikir karşısında Batı’nın yaşadığı ruhî panik ve çaresizliğin modern bir itirafıdır

Soğuk Savaş’ın ardından küresel siyasetin seyrini anlamaya yönelik en etkili teorilerden biri, Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington’ın ortaya attığı “Medeniyetler Çatışması” tezidir. Huntington’a göre gelecekteki çatışmalar, ideolojik ya da ekonomik değil, medeniyet ve kültür temelli olacaktır. Özellikle Batı dışındaki medeniyetlerin yükselişine işaret eden bu tez, bu yükselişi bir tehdit olarak okur: Batı’nın küresel hâkimiyetine, değer ihracına ve kültürel üstünlük iddiasına karşı bir meydan okumadır bu.

Huntington, dünyayı adeta bir satranç tahtası gibi kurgular ve Batı’nın karşısına İslâm ve Çin gibi “öteki” medeniyetleri yerleştirir. Ancak bu bakış, soğukkanlı bir analizden çok, ideolojik bir savunma refleksiyle şekillenmiştir. İslâm’ı “problemli” ve “Batı değerleriyle bağdaşmaz” olarak niteleyen Huntington, Batı’nın asırlardır anlayamadığı ve bu yüzden korktuğu Mutlak Fikir karşısındaki tedirginliğini dışa vurur. Aslında “medeniyetler çatışması” olarak sunulan analizler, Hak ile bâtıl arasındaki ezelî mücadelenin modern terimlerle üzeri örtülmüş halidir.

Bu tespit, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu sözleriyle daha da berraklaşır: “İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar...” İşte Huntington’un satır aralarına gizlenmiş kriz, bu hakikatin ışığında açığa çıkar: Batı medeniyeti, maneviyatını yitirmiş, sekülerleşmenin ve materyalizmin etkisiyle içten içe çökmeye başlamıştır.

Huntington’un eksik tezi ve Batı’nın ruh krizi

Dışarıdan bakıldığında Huntington’un tezi küresel bir analiz gibi görünse de, aslında Batı’nın geleceğini koruma çabasının bir yansımasıdır. Bireyselliğin kutsandığı, insanî değerlerin pazara kurban edildiği ve kendi içinde türlü çelişkilerle boğuşan bir medeniyetin çırpınışıdır bu. Huntington’un İslâm’a “uyumsuz” damgası vurması, Batı’nın içi boş ilerlemesi karşısında ruh taşıyan yegâne alternatiften duyduğu derin korkunun dışavurumudur.

İşte tam bu noktada Huntington’un bıraktığı boşluğu, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” ve “Yeni Dünya Düzeni” eleştirileri doldurur. Mirzabeyoğlu, Batı’nın krizini sadece ekonomik ya da siyasal değil, ruhî ve ontolojik bir çöküş olarak yorumlar. O, bir karşı tepki değil, Mutlak Fikir’e dayanan yeni ve köklü bir düzen önerir. Batı'nın sistemi insanı tutsak ederken, İslâm’ın sunduğu nizam insanı özgürleştirir.

Türkiye’nin tarihî misyonu

Huntington, Türkiye’yi “yırtık ülke” olarak nitelendirir: Batı ile İslâm arasında sıkışıp kalmış, kimlik krizi yaşayan bir ülke. Fakat bu tanım, oryantalist bir bakış açısının ötesine geçemez. Türkiye, İslâm’ın yeniden dirilişinde kilit rol oynayacak bir ülke olarak öne çıkar. Necip Fazıl’ın da ifade ettiği gibi, diriliş Türkiye’de başlayacak ve oradan tüm mazlum coğrafyalara yayılacaktır.

Bu dirilişin itici gücü ise, İBDA fikriyatında vücut bulan aksiyon ve sistem temelli hakikat iddiasıdır. Taklit ve teslimiyetten uzak, küresel ölçekte bir meydan okuyuşun adıdır İBDA. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun fikir mimarisi yalnızca bir düşünce önerisi değil; insanı, toplumu ve devleti yeniden inşa etmeye yönelik derinlikli bir hamledir.

* * *

Huntington’un “medeniyetler çatışması” dediği süreç, aslında hakikatle yüzleşmekten korkan Batı’nın içine düştüğü bir panik halidir. Modernleşme adı altında kendi özünden kopmuş bir dünyanın, ruh taşıyan bir medeniyet karşısındaki acizliğidir. Bu çaresizlik, Huntington’un metninde kimi zaman itiraf, kimi zaman da saldırganlık olarak kendini gösterir.

Ama unutulmamalıdır ki, bu yalnızca medeniyetlerin değil, Hak ile bâtılın büyük hesaplaşmasıdır. Ve bu hesaplaşmadan galip çıkacak olan, dünyayı yeniden ruh ve fikirle yoğuracak olan İslâm Medeniyeti ve onun temsilcisi olan Büyük Doğu - İBDA ruhudur.