Geçtiğimiz günlerde sona eren ‘Squid Game’ dizisi ilk bakışta bir Güney Kore yapımı olmasıyla çelişkili gibi görünse de, aslında Batı medeniyetinin içine düştüğü can çekişmenin ve ruh buhranının en bariz teşhirlerinden biri olarak okunabilir. Zira, “Batı hayat tarzının ulaştığı her yer Batı’dır.” Bu sebeple, dizinin coğrafî menşei Doğu olsa da, ruhu ve mevzu edindiği senaryo Batı paradigmasının içinde anlam bulur

Dizi, borç batağında çırpınan yüzlerce insanın, devasa bir para ödülü için çocuk oyunlarını ölümcül bir rekabet arenasında oynamasını konu alırken, aslında kökü Batı’da olan küresel kapitalist nizamın, kendi coğrafyası dışındaki toplumları nasıl dönüştürdüğünün ve mânevi olarak nasıl çürüttüğünün dehşetli bir vesikasını sunar. Bu kurgu, bir fanteziden öte, modern insanın küresel nizam/sızlık altındaki varoluşunun çıplak bir alegorisidir. Dizinin dünya çapında gördüğü muazzam ilgi, bu alegorinin, Batılı yaşam tarzını benimsemiş tüm toplumların ruhunda bulduğu derin karşılığın ispatıdır; sistemin çarkları arasında ezilen insanlığın kolektif ve bilinçdışı feryadı!..

Dizinin temel katmanları, Büyük Doğu-İbda fikriyatının Batı’ya ve onun sistemlerine dair yıllardır ortaya koyduğu teşhisleri doğrular niteliktedir. Bir yanda, hayatlarını bir hiç uğruna tüketen, borç ve çaresizlik içinde kıvranan oyuncular; diğer yanda onların ölüm kalım mücadelesini bir zevk nesnesine, bir gösteriye dönüştüren maskeli ve ruhsuz ‘VIP’ler... Bu tablo, Batı’nın “maddî ve manevî sömürgecilik siyasetinin” artık sadece dışarıdan bir dayatmayla değil, bizzat o hayat tarzını benimseyen toplumların kendi içlerinde yeniden üretilen bir sömürü düzeninin ta kendisidir. Oyuncuların oyuna kendi “özgür iradeleriyle” katıldıkları iddiası, liberalizmin en büyük yalanı olan “özgürlük” mefhumunun içyüzünü ortaya serer. Zira dışarıdaki dünyanın oyun alanından daha acımasız olduğunu görerek geri dönmeleri, bu iradenin aslında sistem çapında bir çaresizliğin dayatması olduğunu kanıtlar. En çarpıcı nokta ise masumiyeti simgeleyen çocuk oyunlarının birer katliam aracına dönüştürülmesidir.

Bu metafor; Mutlak Fikir’i hayatının merkezinden kovmuş ve “ruh frengisine” tutulmuş Batı medeniyetinin, bu manevi illeti küreselleştirerek en masum olanı bile nasıl bir vahşet metasına çevirdiğinin ve yozlaştırdığının iyi bir temsilidir.

Bu ‘küresel arena’nın temelinde yatan felsefî kod, Batı düşüncesinin insan tasavvurunu özetleyen Thomas Hobbes’un o meşhur sözüdür: Homo homini lupus – “İnsan insanın kurdudur”. Aslında bu sıradan bir tespit değil, modern Batı medeniyetini inşa eden anlayışın temel kaynaklarındandır... Siyasetini, iktisadını ve toplum nizamını bu güvensizlik, rekabet ve çatışma esası üzerine kuran Batı, insanı ‘kurt’ (canavar) olmaya zorlayan bir sistem inşa etmiştir. Dizi, bu Hobbesçu “doğa durumu”nun mükemmel bir laboratuvarıdır. Orada ahlâk, vefa, dostluk gibi tüm insani değerler, hayvanî bir hayatta kalma içgüdüsü karşısında buharlaşır. İhanet en rasyonel stratejiye dönüşürken, bu lanetli sistem insanı öyle bir noktaya getirir ki, son perdede bir karakter oyunu kazanmak için kendi bebeğini öldürmeye kalkışır! Bu, “insanın kurdu” olmanın vardığı son merhaledir: Kendi evladını yemek! Buna karşı duran ana karakterin bulabildiği tek yol ise intihar olmuştur. Kendini -oyun platformu olan- uçurumdan aşağıya atmadan önce şöyle der: “Bizler yarış atı değiliz: İnsanız. İnsanlar!” Karakter, insan kalmanın tek yolunu, insan olarak ölmekte bulmuştur…

Bir başka açıdan ise, sistemin sunduğu bu iki seçenek –başkası için canavarlaşmak ya da kendi varlığını yok etmek– ruhun nasıl bir çıkmaza sürüklendiğini, umudun nasıl tükendiğini ve intiharın nasıl bir “kurtuluş” olarak pazarlandığını da ortaya çıkarır. VIP’lerin bu vahşeti zevkle izlemesi ise manzaraya tüy diker: İnsanın ‘başkası’na olan kayıtsızlığı ve onu bir nesne olarak görmesi!.. Batı, insanı bir kurt olarak tanımlamış ve onu bu tanıma uygun davranmaya mecbur bırakan küresel bir kafes inşa etmiştir. Dizi, aslında bu kafesin üzerindeki medeniyet cilasını kazımaktan başka bir şey yapmamaktadır.

Bu karanlık ve kanlı trajedinin karşısında ise bir kurtuluş ufku olarak Mutlak Fikir’in ‘insan’ ve ‘cemiyet’ tasavvuru durmaktadır: “İnsan insanın yurdudur”. Bu deyiş, romantik bir temenni değil, esasında Mutlak bir kaynağa dayanan, bütüncül bir dünya görüşünün ve toplum projesinin temellerinden biridir. Batı’nın “birey” putuna karşı İslâm, “şahsiyet”i ve “cemiyet”i ikame eder. Dizideki oyuncular, birer ‘birey’ olarak yalnız, çaresiz ve birbirine düşman bir “güruh”tur. ‘Topluluk Hakikati’ ise, “tek bir vücudun azaları gibi” olan gönüldaşlar topluluğudur.

Batı’nın kendi içinden üreteceği pansuman tedbirler, ruhunu kaybetmiş bir medeniyeti diriltmeye yetmeyecektir. Zira sorunun kaynağı, doğrudan doğruya “Mutlak Fikir”i reddeden laik/seküler sistemin kendisidir.

Bu çöküş tablosu karşısında, topyekûn bir dünya görüşü arayışı kendini dayatır. Bu arayış, çağımızın insan ve toplum meselelerine çözüm bulma cehdinde, onu donmuş bir ‘gelenek’ olmaktan çıkarıp bir “fikir ve aksiyon” nizamı olarak sunan Büyük Doğu-İbda fikriyatında yankı bulur.

Dizinin teşhir ettiği şey Batı’nın insanlığa vaat ettiği cennetin aslında küresel bir cehennem olduğudur. Bu ölüm oyunundan tek çıkış imkânı, Batı’nın insanı canavarlaştıran paradigmasından sıyrılıp, bir sistem çapında ‘yaşanmaya değer hayat’ı teklif eden yegâne kaynağa yönelmektir…