Evrenin en küçük zerresi bile kendi içine doğru genişleyerek, daha doğrusu ilerleyerek bütüne katkı sunabiliyorsa ben neden ruhumun derinliklerinde saklı olan enerjiyi ihmal edeyim? Herkes bütün olamaz, bunu biliyorum ama herkes kendi renginde yoğunlaştığında bütünle birleşebilir, bütünün omurgası olabilir...
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile tahliye gecesi, birkaç dakikalık görüşmemizde “Asıl mesele ruhundaki rengi ortaya çıkarmakta... O renk ya da bu renk demiyorum. Renk derken ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?” demişti. O gün bunu tam olarak idrak edememiştim. İçimde bir çağrı oluşmuş ama kavrayışım sezgi düzeyinde kalmıştı. Zamanla bu sözün üzerine çok düşündüm. Renk üzerine… Ruhun dokusu üzerine… Pek bir yol kat edememiştim. Onun mücerred fikirlerini tam kavrayamayacağıma olan inancım, “bir hikmeti var ama sen ona ulaşacak seviyede değilsin” uyuşukluğuyla düşünmem üzerine bir perde çekmişti. Tâ ki bugün atom altı parçacıklardan Berzah âlemine uzanan yolculuğa dair yazısını okuyana kadar... Hiçbir bağlam aramadan sayfaları karıştırırken “renk” bahsine rastladım. Sanki zihnimin görünmeyen dişlileri bir anda çalışmaya başladı. Onun yazısında geçen fikirler, yıllar önce bana söylediği sözün yankısıyla birleşti. Renk bu kez sembolik ya da mecazî bir anlamda görünmedi; maddî, ruhî ve varoluşsal bütünlüğünü fark ettim.
Fizikte “renk” denince akla ilk gelen gözle algılanan renkler olur. Ama atom altı parçacık fiziği bize başka bir şey söylüyor: Kuarklar, yani maddenin en küçük yapıtaşları, birbirlerine görünmeyen ama son derece güçlü bir enerji ile bağlılardır. Bu aralarındaki enerjiye “renk yükü” deniliyor. Buradaki renk gözle görülen bir renk değil; parçacıkların varlıklarını sürdürebilmek için taşıdığı, birbirlerini tamamlayan bir tür enerji... Kuarklar doğrudan maddeyi oluşturmaz ama taşıdıkları bu renk yüküyle birlikte çekirdeği bir arada tutan kuvvetin kaynağı haline gelirler. Yani bütünü doğrudan inşa edemiyor olsalar da bütünün dağılmasını engelleyen temel omurgayı kurarlar. Bütüne doğrudan şekil veremeyen parçalar kendi renk yükünde derinleştikleri için çekirdeği bir arada tutabiliyor. En küçük olanın, görünmeyenin, var olmasından ziyade enerjisinde genişlemesi, bütünün mümkün oluşunun sırrı hâline geliyor.
Bütün bunları düşünürken hadis-i şeriflerde toprak meselesi nasıl işleniyor diye merak edip bir makale okumaya başladım. Makaleyi okurken denk geldiğim; “Kim bir ölü toprağı ihya ederse, o toprak onun olur.” hadis-i şerifi bana başka bir hakikatin kapısını daha araladı... Bu hüküm Osmanlı döneminde hukukî karşılık bile bulmuştu. Ama bu söz sadece maddî bir anlam mı ifade ediyordu? Terk edilmiş yahut ölü bir kalp, bir ruh, bir fikir mi? Onları da işleyip canlandıran kişi, onları ihya etmiş olmaz mı? Pek tabii toprağı ihya edenin onu sahiplenmesi gibi, bir insan başka bir insanı ihya ettiğinde, onunla bağ kurar, bütünden hisse sahibi olur… Hatta biraz evvel bahsettiğim kuarkların birbiri ile olan bağı gibi, yani kendi renginde derinleşmek ve çekirdekle bütünleşmek için bu şarttır... Çünkü “renk yükü” birbiriyle etkileşim içerisinde olan parçacıklar için mümkün. Yalnızlık ve kendinelik bu enerjiyi kesip bütünden koparır. Çekirdeğe katkı sunmak için kendi renginde derinleşmeyle beraber, renk yükünün etkileşim ağına da girmek gerekir.
Devletler, toplumlar, fikirler… Hepsi bu hakikat üzerinden yeniden düşünülmeli. Bir ruhun çekirdeğine katkı sunan, onun bütününde yankılanır.
Ruhumdaki renk üzerine bu denli yoğun düşünmemi sağlayan şey parçanın hakikate katkısını düşünürken düştüğüm anlık bir ümitsizlik oldu. Evrenin en küçük zerresi bile kendi içine doğru genişleyerek, daha doğrusu ilerleyerek bütüne katkı sunabiliyorsa ben neden ruhumun derinliklerinde saklı olan enerjiyi ihmal edeyim? Herkes bütün olamaz, bunu biliyorum ama herkes kendi renginde yoğunlaştığında bütünle birleşebilir, bütünün omurgası olabilir...
Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025