1975’de çıkan Gölge dönemini yaşadınız ve daha sonra 1986'da Tavır Dergisi'ni çıkardınız. Hâtıra ve intibalarınız üzerinden mücadele tarihimize not düşmek açısından sizinle bir mülakat gerçekleştirmek istiyoruz. İlk sorum şu olacak: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile tanışmanız nasıl oldu ve onda ne buldunuz?

Kumandan’la fizikî olmaktan ziyade ilk tanışmam Gölge Dergisi vasıtasıyla oldu. Gölge'nin ilk sayısı elimize geçtiğinde, 70'li yılların ortalarıydı. 69-70 eğitim döneminde İstanbul İmam Hatip’te ortaokula başladım. Orada ortaokula başlamak demek, bizim siyasetle tanışmamız demek aynı zamanda. Ama siyasetle tanışmamız nasıl oldu? Bu tanışma daha çok hislerden müteşekkildi. Müslüman bir aileden geliyoruz, İmam Hatip camiasına giriyoruz. Bir taraftarlık şeklinde oldu. Bu mensubiyeti güçlendirecek, destekleyecek ve bir ana caddeye oturtacak kaynaklardan mahrumduk. Elimizde o günlerden hatırladığım Bugün Gazetesi, Tohum Dergisi vardı, literatür olarak bunlardan ibaretti. Bir de 1970 senesinde Şule Yüksel Şenler'in yazdığı Huzur Sokağı. Biz bu malzemeyle yolumuza devam ederken, tabii inişler çıkışlar, Milli Nizam Partisi'nin kurulması... Ama İslâm, adı tam konulmamış olsa da hem cemiyet planında hem siyasi anlamda, siyasi literatüre girmiş durumdaydı. Rahmetli Üstad'ın verdiği mücadele bizim 70'li yılların başlarında belki erişebileceğimiz yerlerin de sınırlılığından dolayı bize ulaşmış değildi. Yani şahsen ben haberdar değildim.

Büyük Doğu'nun İslâmcı mücadeleyi başlatıcı bir yönü var. Öyle ki bütün entelektüel ve Müslüman kesim Büyük Doğu’dan beslenmiş.  70 döneminde sizin çevreye ulaşmaması belki Büyük Doğu'nun yayına ara verdiği döneme denk gelmesindendir.

Muhakkak. Yani cemiyetin umumî hâlini tahlilden ziyade kişisel kısmıyla veriyorum bunu. İşte ne yaptık? İmam Hatip'e başladık. Bir alâka içindeyiz, literatür bakıyoruz, sınırlı. Ne var? Bugün Gazetesi var, Tohum Dergisi var, Huzur Sokağı var. Etrafımızdaki malzeme bu. Tam o dönemde Milli Türk Talebe Birliği'yle tanışıyoruz. Orada tabii ufkumuz biraz daha genişlemeye başladı, ulaştığımız kitaplarla. Fakat, Gölge Dergisi’nin çıkışı ve bizim önümüze gelişiyle birdenbire “olması gerekeni” gösterdi bize. Küçüksemek adına söylemiyorum ama Tohum Dergisi'nin standart mevzuları vardı. Ahlâklı genç, terbiyeli bir muhatap, hocalarına saygılı bir muhatap vesaire…Meselenin bu olmadığını bize ilk farkettiren ceride, Gölge mecmuası oldu.

70’lerin başında bazı gizli Kemalist mahfil-tarikatlerin oyununa getirilen eylemci sol gençlik ciddi kayıplar verdi. İntikam içgüdüsü ve diğer sâikler onları sokağa itti. Ciddi örgütlenmeler oluşturdular 27 Mayıs Anayasasının sağladığı özgürlük alanını çok iyi kullandılar…Her yerde onlar vardı…Tütün ekicisiyle tarlada tekstil işçisiyle fabrikada grevde, halk evleri, siyasî partiler her yerde onlar vardı. Müslüman genç namzetleri olarak, gıptayla, üzüntüyle onları izliyorduk. Onlara yönelik bir temayülümüz var mı? Yoktu. Yani çok cazip hareketleri vardı. Genç insanları etkiliyorlardı. Ama demek ki biz ayağımızı sağlam basmışız. Belki sadece his olarak, refleks olarak, ama sağlam basmışız. İşte bu refleksin içini doldurmaya, kendimizi bilgi ve bilinçle teçhiz etmeye Gölge ile başladık.

Gölge ilk elinize geçtiği zaman nasıl bir intibaınız oldu?

Gölge elimize geçtiğinde spontane olarak tepkimiz şuydu: İşte bizim dergimiz! Solda da olmayan, solun da yapamayacağı güzellikte bir dergi. Solun da yapamayacağı derken kastettiğimiz, Türk Sol’unun pek umurunda olmayan, değişik coğrafyalardaki mazlum Müslümanların sınırlı imkânlarla verdikleri varolmak kavgasını gündeme taşıması idi. Bunu yaparken kullandığı dil ve görseller o günün şartlarını düşünürsek tam bir gazetecilik hârikasıydı. Hep etrafımızda sol dergiler var, her yerdeler. Çünkü onlar köşelerde satıyorlar, kahvelerde satıyorlar, otobüslerde satıyorlar. Biz dergimizi alınca önce maddî gurur duyduk. Dört dörtlük maddî gurur. Ondan sonra muhtevasına geçince ki yani o yıllarda benim için de başlangıç yıllarıydı. İleriye doğru ben sol literatürü takip etmeye başladım. Sol günlük gazeteler, sol mecmualar. Şunu gördüm, bize sadece kapağıyla, ele aldığı mevzularla değil, gösterdiği ufukla da herkesten ve özellikle de soldan farklı ama bu farklılık müsbet anlamda. Bizi fikirle tanıştıran, fikirsiz eylemin değersizliğini gösteren ve gerçek fikrin kaynağını işaret eden bir rehber gördük Gölge’de.

Gölge’de aktif göreviniz var mıydı? Neler yaptınız o dönemde? Salih Mirzabeyoğlu'nu ve Gölge kadrosuyla buluştunuz mu? Nasıl oldu?

Yok, benim Gölge ile fizikî temasım olmadı. Yazıhaneye gidip, geliyordum. Salih Mirzabeyoğlu’yla ve Yalçın Turgut'la bir iki mitingde karşılaştık. Yan yan olduk Sultanahmet'te. Oradan hatırlıyorum ama bir diyaloğumuz ya da bir sohbetimiz olmadı. Kumandan zaten umumiyetle geri planlı kalırdı. Ben Gölge'ye gittiğimde orada Yalçın Turgut Ağabey ile İlhan Güryüz ile karşılaştım. Daha ziyade diyaloğum Rahmetli Yalçın Turgut Ağabey ve rahmetli kardeşi Kaya ile olurdu. Kumandan ile benim fiziken tanışmam ta 1983 senesine gider. Yani aynı odada, aynı masada oturmamız, sohbet etmemiz, onu dinlememiz o şerefe nail olmamız o yıllardadır. Onun dışında da yan yana bulunduk, uzaktan selâmlaştık ama kayda değer bir diyaloğum olmadı. Diyaloğum Gölge ile, Akıncı Güç ile, raporlardaki yazıları ile kısaca eserleri ile oldu. Mesela o dönem kütüphaneme giren Müjdelerin Müjdesi ve Yaşamayı Deneme, o nüshaları hâlâ durur ve benim için ikisi de başyapıt niteliğindedir. Çokça beslendiğim hem edebî anlamda hem de mücadele anlamında iki eseridir Kumandan’ın.

Nedir intibalarınız?

Benim bir yanım edebiyatla da alâkalıdır. Mesela dünya edebiyatının namlı yazarları vardır. Büyük şöhretlerdir bunlar. Onlar tabii bu şöhreti kazanmakta haklılar. Çünkü onların meseleleri insan, özellikle varoluşçu yazarlar. Kumandan bu topraklardan çıkmış ve bu toprakların genç insanının varoluş meselesini en güzel anlatmış bir edebiyatçıdır aynı zamanda. Bu iki kitaba olan alâkam, hassasiyetim, bir yanıyla onu görmüş olmanın, tanımış olmanın mutluluğu. Bir yanıyla da bu iki kitabın Türk okuryazar kamuoyunun gündemine hiçbir zaman düşmemiş olması. Çok büyük bir ayıptır ve kayıptır bu. Bizim Türk edebiyatının kaybıdır.

Yani varoluş ızdırabımızı ifade eden eserler bunlar.

Evet; Necip Fazıl gibi bir şahsiyet var. Fikirde sanatta aksiyonda bir zirve. Salih Mirzabeyoğlu onu anlamak ve anladığını göstermek için çok genç yaşından itibaren hayatını koydu ortaya. Üstad’ı çok iyi anladı ve anlattı. Necip Fazıl’a ve eserlerine nasıl yaklaşılmak gerektiğini her anlamıyla o gösterdi. Bence kendisi de devler zincirine eklenmiş bir halka oldu. Büyük Doğu’dan Mirzabeyoğlu ve İbda doğdu. Ama İbda’dan onu ileriye taşıyacak bir sanat yolu, edebiyat tarzı şeklinde bir zuhur var mıdır, henüz tecessüm etmiş olmadığı kanaatindeyim.

Kumandan Büyük Doğu halkasına eklendi aslında.

Evet! Devler zincirinde bir halka!

İslâmcı camianın ayakları sağlam yere basan, varoluş ızdırabını terennüm eden eserler ortaya koyamamasının sebeplerinin başında İbda Mimarı Mirzabeyoğlu’na eklenememesi vardır, diyebiliriz. Yani gül, bülbül edebiyatı ve sade suya tirit işler yapılmıştır. Arada istisna güzel eserler var, yok demiyorum. BD-İbda halkasına eklenerek gidilmemesi, bununbir gelenek halini almaması, hem de gençlik yoğurmak açısından, istikrar açısından, istikamet açısından çok önemli kayıptır. Bu hususta neler söylersiniz?

Kesinlikle, kesinlikle… Zaten dikkat ederseniz, şimdi edebiyat diye ayırdık. Mesela çok kıymetli isimler vardır edebiyatımızda, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, öztürkçe kullanma konusundaki ısrarına rağmen Nuri Pakdil. Allah rahmet eylesin. Bunlar bizim edebiyatımızın koçbaşlarıdır. Fakat burada seçici olmamızın sebebi fikrî, edebî, siyasî tüm alanların hem kendi başlarına bir bütün oluşturması, günü geldiğinde de bir ordu bütünlüğü ve nizamı içinde müşterek hedefe yürümesidir. Yani fikrî, edebî bir yürüyüş. Geniş cepheler olan bir yürüyüş.

Üstad’ın vasiyeti var, “Estetik planı başa alın!” diyor. “Zira hesap kitap sordurmadan yakalayıcı, zapt ve fethedicidir” diyor. Kumandan da bunu yapmış zaten. Sanat ve estetik bahsi o kadar mühim. Çünkü estetik aynı zamanda tavır, eda, duruş, söyleyiş biçimi, tarz ve zarafet demektir. İnsanlar bundan etkilenir. İslâm'ın zaten temel vasfı da budur. İslâm temizlik, zarafet, insana karşı duyarlılıkla kendisini göstermiştir, ortaya koymuştur. Şunu sormak istiyorum: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu neyi eksik gördü ve bunu gidermek için ne yaptı?

İmam Hatip'teyiz, bu davanın içindeyiz, bizi ele geçirmiş. Ne yapacaksın? İşte “abdest alırken şuna dikkat edeceksin, yürürken buna dikkat edeceksin”. Tam olmayan cevaplar sürekli. Böyle bir yürüyüş içinde biz can sıkıntısıyla kendi kendimize yolumuzu arıyoruz. O vasatta şimdi nereye baksak, neyi tutsak elimizde kalıyor. Nereye baksak bir duvar. Yol yok. Bir insanın bir davaya sahip olması, bir prensibin peşinden gitmesi, gitmek istemesi bir muhtevası olması lazım. Bu muhteva yok. Sadece sloganlar var. İşte bir takım ajitasyon kelimesinin bile içini dolduramayacak gaza getirmeler var. Ucuz, basit. Ve bütün bunlar da aslında davaya değil de bir siyasî partiye hamal toplama operasyonuymuş. Eğer birilerine haksızlık ediyorsam haklarını helal etsinler. Ama son tahlilde bugünkü manzaramıza bakarsak bunun doğru bir tespit olduğunu görüyoruz. İşte bu ortamda Kumandan dışımızdakileri ve kendi camiamızı tahlil etmeye başlıyor. Bunun neticesinde “Nasıl yapmalı?” sorusuna geliyor “nasıl yapmalı, nasıl yürümeli?” Ondan sonra da bunun cevabını verecek eserler, bunun cevabını vermeye yönelik çırpınışlar başlıyor. Ve bunları mesela Üstad’ın dergi-kitap formatında çıkardığı Raporlar’da fark ediyoruz, Raporlar’ın çerçevesini zorluyor. Orada bir dalgalanma var raporlarda. Raporlar’da Üstad’ın, oluşturmaya çalıştığı, gözetmeye çalıştığı, onu belki biraz daha tedbirli yapıyor ama Kumandan sığmıyor Raporlar’a.

Mirzabeyoğlu’nun Raporlar’daki yazıları İdeolocya ve İhtilal eserinde de var. Kumandan, durum çözümlemesi yapıyor Raporlar’da, camiamızın ve İslâmcı hareketin muhasebesini yapıyor. Yani inkılapçı bir dünya görüşünün hayata tatbiki için gerekenleri yapıyor.

Yapmaya uğraşıyor ve bunu da elindeki bütün imkanlarla muhatabı olan gençliğe, ki onları göremiyor henüz, etrafında birileri var ama gene de onun hedefi etrafındaki o birkaç kişi değil, muhatap gençliği bulmak, oralara mektuplar gönderiyor. Yaşamayı Deneme’de de öyle mesela. Orada kendinden yola çıkarak aslında dostlarını arıyor. Dostu yani oturup çay içeceği, sigara içeceği, sohbet edebileceği bir kişi değil orada simgelediği. Fikir dostları. Yani bir ordunun temeli.

Sizce İdeolocya ve İhtilâl eserinde Kumandan ne yapmak istiyordu?

İdeolocya ve İhtilâl’de, çok ucuz olmayan bir yol takip ediyor. Önce bütün eserlerinde olduğu gibi. Her şey çok girift. Her şeyi zihni bir emek sonucu anlaşılacak şekilde tasarlıyor, yazıyor. Yani biz Kumandan’ın yazdıklarından bir şeyler öğrenebilmek ve bunları yürüyüşümüze tatbik edebilmek için tırnaklarımızla kazımak zorundaydık.

Camiamızın durum tesbitini yapınca, temel eksiği gördü ve bunu da hem ideoloji planında hem hareketi sistemleştirerek yaptı. İslâmcı gençliğin mecrasını ortaya koymuş oldu. Böyle de ifade edebilir miyiz?

Tabii yani mitinglere gidip bağırmak, heyecanlanmak, coşku… Bunlar hepsi güzel şeylerdi o günlerde. Bizleri de heyecanlandırıyordu, ama bunun içini doldurmak iktiza ediyordu. Ve bunu yapacak tek ses de Salih Mirzabeyoğlu'nun sesiydi. Çünkü bu topluluk rahmetli Üstad’a Salih Mirzabeyoğlu'nun yaptığı gibi ne demek istediği, her kelimesine, her cümlesine sahip çıkacak bir tarz benimsemedi. Niye? Bunun bir sebebi de nedir? Üstad’ın o akan giden üslubu. Şiir gibi okudu insanlar sonra eve gitti, bitti. Kumandan’la Üstad’ın arasındaki fark budur. Kumandan gerçekten çivi çaktı. Kumandan fikri bir çivi gibi beyinlere nakşetmeye gayret etti. Üstad ehline çivi çaktı. Yani Üstad’ın kendisini anlayacak olan örnek Salih Mirzabeyoğlu’dur. Benim bildiğim, tanıdığım, Üstad’ı anlamış, kavramış olan o vardır. Üstad çiviyi bir tek Salih Mirzabeyoğlu'na çakabildi. Salih Mirzabeyoğlu ise ulaşmak istediği alanı daha geniş tuttu. Aşağı indi aynı zamanda. Çok zor, çok çetrefil görünür ama Salih Mirzabeyoğlu caddeye indi, sokağa indi.

Üstad, umuma yönelik ve musiki tadında şiir diliyle hitap etti, ehlini yakalamak için. Orada avladığı da Salih Mirzabeyoğluy'du; Büyük Doğu’nun hakikatine nüfuz eden olarak. Zaten Üstad’ın Akıncı Güç dergisini övgülerinden de bunu anlıyoruz. Üstad, “Onlar benim adımdan gelmeyecek, ben onların ardından koşacağım!” demişti. Üstad’ı da Büyük Doğu’yu da anlayan Salih Mirzabeyoğlu.

Sadece anlamak değil, bir de emek vermek. Bu emek, bir kitabı okumak, bir sayfayı okuyup kalkıp dolanmak, dışarılara çıkmak, arkasına gelip tekrar aynı yeri okumak. Kumandan Üstad'ı böyle okumuş, onu görüyoruz yani. Eserlerini nasıl okuduğunun ipuçları da bize veriyor. Okumak öyle olursa bereketli oluyor demek ki.

Gölge Dergisi'nde diğer İslâm ülkelerinden akıncıların haberleri var. Dünyadaki akıncı örgütler listelenmiş. Enternasyonal bir hava var Gölge Dergisi'nde.

O da çok muhteşem bir şeydi. O ana kadar bizim haberdar olmadığımız şeylerdi. Başka yerlerde Müslümanlar var ama bunlar ne haldedirler? Ne gibi sıkıntıları vardır? İşgal altında olan Müslüman ülkeleri, kendisinden gibi görünen diktatörlerin ezdiği, Batı ülkeleriyle birlikte olup sömürdüğü Müslüman ülkeleri, hepsini biz Gölge'yle öğrendik. Aslında bütün Türkiye Müslümanları Gölge'yle öğrendi. Pek çok insan bunu itiraf etmedi. Biz buna bahtsızlık mı diyelim yoksa muhataplarının bahtsızlığı mı diyelim? Oradan gördüklerini, oradan aldıklarını hayata geçirmek gayretinde olmadılar. Karşına yıllar sonra çıkmıştı isim vermeden Salih Mirzabeyoğlu'nun şiirini yahut bir sözünü serdeden insanlar var. Buna tenezzül ettiler yani. Onun için pek bereketli olamadı yürüyüşleri bizimkilerin. İslâmî camiadan bahsediyorum.

Salih Mirzabeyoğlu ile fizikî tanışmanızdan doğan intibalarınız nelerdir?

Şimdi ilk Üsküdar'da, buralarda, küçücük bir pasajda bir elektrikçi dükkânı vardı. Hayri Adalı'yla geldik. Hayri beni tanıştırdı. Yıl 82 ya da 83 olabilir. Fakat Tavır’dan önceydi ve biz İBDA İstanbul oluşumunu başlatmıştık, legal olmayan İstanbul örgütlenmesi diyelim. Arkadaşlar da beni onun başına münasip görmüşlerdi. Kumandanla görüşmeye gittiğimizde de kendi adıma biraz da utanmıştım aslında. Yani biz böyle bir şeyin içindeyiz, bunun için geliyoruz. Zaten bunu hiç zikretmedik, gündeme getirmedik. Sadece kısa bir sohbetteydik ama ben kendimi tanıttıktan sonra Kumandan başladı konuşmaya ve uzun bir sohbet oldu. Daha doğrusu o konuştu, biz dinledik. İntibam çok farklı bir insandı. Aslında benim uzaktan gördüğüm yahut kitaplarından, dergiden, yazılarından kafamda oluşmuş bir imaj vardı. Ama orada daha da farklı birisi çıktı. Yani o ana kadar hemen hemen bizim camia olsun, bizim dışımızdakiler olsun hepsinden farklıydı. Hem fikirle mücehhez hem hayatın içinde hem hayatın tamamen dışında. Çok enteresan bir intibadır bu. Yani hayatın içinde her şeyden haberdar. Sohbetimizden önce bizim camiada, iman öfkesini yitirmiş, İslâm’ı bazı ritüellerden ibaret görenler için o zamanlar söylenen “ecmain takımı” ifadesini kullandınız. Kumandan ise bizi yoran, sıkıntıya sokan o tiplemelerin fersah fersah uzağında, hiç alakasız bir İslâmî hareket önderi, fikir önderi. Her şeyden haberdar, her şeyi takip ediyor ve dünya ile alakası sigara paketinden sigarasını çıkarıp yakmak. Dünya ile alâkası aynı zamanda bu. Böyle bir fotoğraf.

Bir Allah dostu-Allah adamını tarif ediyorsunuz intibaı geldi bana.

Ben o ismi vermedim. O tabii muhakkak öyledir veya inşallah öyledir. Ama ben daha ziyade fikrî anlamda, edebî anlamda o yolun büyükleriyle bir irtibat kurdum. Belki benim o yıllardaki mesafeleri görebilme yetim o kadardı.

Dünyaya kıymet vermiyor. Ancak dünyadaki bütün aksiyona, her şeyine kıymet veriyor. Hayata tatbik için, nakşetmek için her şeye kıymet veriyor. Dünyada ama dünyada değil. Öyle bir insandı.

Evet, yani dediğim gibi benim o yıllardaki edebiyatla yakın alâkam dolayısıyla o edebiyat yolunun büyükleriyle bir irtibat kurdurdu bana. Kumandan bir gün şöyle bir örnek verdi, dedi ki mesela bugün cemiyette bir Müslüman fuhuştan şikâyet edebilir mi? Eğer bu toplumda fuhuş varsa, fahişeler varsa bizim makamımız şikâyet etme makamı değil. Onu çözme makamı. “Bu toplumda bir tane fahişe varsa bunun sorumlusu biziz”. Bu çok etkilemişti beni. Şimdi çok basit görünüyor ama aslında bütün mükellefiyetimizi açan bir şey değil mi sosyal anlamda? Onda mesuliyet ve vicdan duygusu ne kadar yüksek. Toplumdaki bir fahişenin, bunu başka meselelerde de misallendirebiliriz, bir fakirin dahi bir mazlumun dahi en ufak bir şekilde bir burnu kanayan bir insanın dahi mesulü biziz. O kadar. “Müslüman çağında mesuldür” esprisi var ya bunun çok canlı bir misalidir aslında Salih Mirzabeyoğlu. Bunun arkasından gelen asıl tamamlayıcı olan yani bunlara bakıp da efendim “Fuhuş yükseliyor, fukaralık almış başını gidiyor”, sızlanmak değil, harekete geçmek. Demin dedik ne yapmalı?

Harekete geçmek deyince aklımdak şu açıklamayı yapmak istiyorum. Biraz önce “illegal” dediniz. Bunu şöyle tafsil edebiliriz. İslâmî bir rejim olmadığına göre Müslümanın bazı talepleri mevcut rejimin kanunlarına uymayacağı noktada illegal olmaktadır. Yani kanun dışı. Yoksa onların tamamladığı gibi, mevcut kanunların veya Kemalist rejimin tanımladığı gibi illegal değil. Orada kanunlara uymadığı noktasında biz kendi kanunlarımızı, kendi ilkelerimizi, kendi inanç sistemimizi tanırız manasında illegal kelimesini kullandığınızı da ben düşünüyorum. Bilmiyorum bu açıklama yerinde oldu mu?

Evet, bir yanıyla öyle teknik bir veçheye bürünmüş oldu. Diğer yanıyla şu, bizim o günlerdeki ekonomik koşullarımız dernekleşmek, büyük bir yayınevi açmak, insanları toplayabileceğimiz alanlara sahip olmak, bunu tabela altında yapmak gibi şeylere gücümüz yetmiyordu. Aslında iyi olanları, iş yapabilecek olanları, bizimle yürümeyi kabul edecek olanları kendi safımızda toplama faaliyeti diyelim. Kötünün karşısına dikilmek için, sayımızı arttırma faaliyeti. Yoksa illegal derken oraya bomba koy buraya, o tür bir şeyimiz hiçbir zaman olmadı bizim başlangıçta. Kendi adıma söylüyorum. Buna gerek de yoktu zaten. Güzel ifade ettiniz.

Tavır dergisini çıkarma sebebiniz neydi, nasıl oldu? Biraz anlatır mısınız? Hem tavır dönemindeki faaliyetleri de. İBDA'nın bir cephesi olarak görebileceğimiz Tavır dergisi yayın organı, legal bir cephe. Onun da güzel faaliyetleri oldu. İBDA mücadele tarihimizde güzel bir yeri var. Bunu da hem güdücü olarak sizi bulmuşken sormamız gerekir.

Evet, Tavır dergisi hayatımızın, benim kişisel tarihimin önemli bir safhasıydı. İçinde bulunduğum hareketin bir anda ete kemiğe bürünmüş bir mücadele aparatını hayata geçirme olayı. Ona nasıl karar verdik? İstanbul örgütlenmesi, İstanbul sorumluluğu derken o zaman Hüsnü Kılıç ile yakın diyalog içindeydik. Hüsnü'yü yoracak kadar baskılar yaptım ben, “Yayın organı mutlaka almalı, yayın organsız örgütlenme olmaz”. O da sağ olsun maddî yanına destekleme sözü verdi. Biz de arkadaşlarla, o zaman etrafımızda olan arkadaşlar, Yaşar Şadoğlu askere gitmişti, bilahare askerliği bitince bize katıldı. Hayri Adalı, rahmetli Nusret Özcan, Hüseyin Karataş, Sıtkı Doğan… Dar anlamda bu arkadaşlarla başladık. Aramıza sonradan katılan genç arkadaşlardan Suat Ak ve Mustafa Saka’yı da gayret ve istidatlarıyla anmak isterim. Dergiyi çıkardık. Allah razı olsun Yalçın Turgut Ağabey muhteşem sanatını konuşturdu ve birinci sayı kapağımız hakikaten herkesin çok beğendiği bir kapak oldu. Kumandan da birinci sayıyı kendisine takdim ettiğimizde iltifat etti. Tabii onun iltifatı çok mühim idi. Fakat mesele onu sürdürebilmekte. Aynı zamanda beni çok mahcup eden kısımlardır bunlar da. Yani bu iltifatın içini dolduramazsak gelecek olan mahcubiyet, benim o iltifatın tadına varmamı engellemiştir. Şahsî psikolojim olarak. Dergiyi ona verip odasından çıktıktan sonra. Benim hiç beklemediğim bir iltifatta bulundu Kumandan. O benim omuzlarıma çok büyük bir yüktü. Yani bunu bir ömür sürdürmek çok büyük bir sorumluluk.

Kumandan iltifatını sık kullanmayan biri. Size ne dedi?

Evet. Tabii Kumandan kolay beğenmeyen bir insan. Dergiyi okumuş. Öyle çağırdı beni. “Seni ve arkadaşlarını tebrik ederim. Çok güzel bir dergi olmuş, umduğumdan da güzel.” Sonra devam etti: “Ancak sorumluluğunuzun şuuruyla olarak böyle devam edeceksiniz.”

Tavır niye yayınını sürdüremedi şeklinde bir soru sorsam?

Şimdi Tavır’ın şöyle bir bahtsızlığı oldu. İçimizdeki bazı arkadaşların sırtlarında yumurta küfesi olmadığını gördüm ben. Yani en ufak bir şeyde bırakıp gidebilme rahatlığına sahip oldular. Ama varlıklarıyla da itiraf edeyim bizi çok yordular, çok üzdüler o zaman. Hatta yapılacak daha güzel şeyler önüne de engel oldular. Şimdi tabii aradan bunca zaman geçti, yani onların isimlerini zikretmek istemiyorum. Üzerine de fazla konuşmak istemiyorum, ama demek ki daha sağlam yürüyebilmek için daha güvenilir, kendisine taktığı ismin içini doldurabilecek kişilerle yola çıkmak gerekliliğini gördüm ben. Çünkü 84'ün sonunda başladık, 87 senesinde askere gidene kadar hemen hemen beraberdik. 2-3 yıllık yoğun bir süreç ve çok rahat bırakıp çekilebildiler. Dergiyle yapmak istediklerimiz de aslında benim Kumandan’ın eserlerinde ve sohbetlerimizde ondan aldıklarım çerçevesinde bir muhteva oluşturma peşindeydim. Yani bir yanıyla toplumu didik didik ederken, bir yanıyla muhataplarımızın dikkatini çekecek. Yani bizim dışımızda bir takım kabadayı örgütlenmeler vardı. Kabadayı derken fikir kabadayılığından söz ediyorum solda, İslâmcılar arasında gürültü çıkaran unsurlardı bunlar. Biz bunlara çıkardıklarının boş gürültü olduğunu gösterme yolunu seçtik yöntem olarak. Birincisi buydu ve bunu içini doldurarak gerçekten güzel işler yaptık. Röportajlarımızla, dergideki makalelerle yürüyebildiğimiz kadar güzel yürüdük. Ve şuna eminim eğer kalabilseydik, bugünlere kadar gelmek nasip olsaydı, iyi bir dergimiz olurdu. Yani buna iddialı konuşma demeyelim de yapabilirdik.

Aslında bu bir bayrak yarışıdır. Siz taşıyamaz iseniz başkaları taşır. Yani siz de bıraktınız demiyorum, bu mânada demiyorum. Daha yükseklere mânasında söylüyorum. Daha sonra bu bayrağı Karar dergisi taşıdı. Sonra Akdoğuş dergisi taşıdı. Sonra Taraf dergisi. Ondan sonra da bu bayrağı taşıyanlar oldu. Bizim de bunu hep istikametle sürdürmek, tabii hedefimiz olması lazım. Bu bayrağı taşıyanlar hep olmuştur. Dolayısıyla dava bu şekilde yürüyor. Şahıslar biraz yavaşlasa bile bayrağı arkadan alanlar yürütüyor. Bunu da davanın belki de bir taktiği olarak da görmek lazım, manevrası olarak da görmek lazım. Kumandan’ın cepheleşme modeline gelelim buradan. Cepheleşme Tavır döneminde daha başlamamış, peşinden mi çıkmıştı?

Evet. Tavır dergisinin sonlarına doğru giderken, 1987 ortaları veya sonu, o dönemde çıktı cepheleşme. Bizim cephelerimiz vardı, cephe taksimatı yapıldı. 7 kişiydik genel yönetim kurulunda. Oradaki bir şeyde bu cepheleşme kararı lanse edildi, öyle hatırlıyorum ben. Benim cephenin adı ASAR'dı mesela, araştırma, soruşturma şeklinde.

Tavır çıkıyor muydu?

Tavır’ın sanıyorum sonuydu. Tavır yoktu. Yani 87'nin sonu.

Peki bu cepheleşme hangi ihtiyaçtan oldu, nasıl oldu? Bir de ilkeleri neydi? Nasıl bir faaliyetti? Usulü neydi?

Şimdi bundan sonrası benim açımdan ne diyelim, belki seninbasılmak üzere olan kitabında yer almayacak nitelikte olabilir. Bunun için tercih senin. Yani o cepheleşme dönemi bizim Tavır’dan ayrılmamız dönemi şahsım adına konuşuyorum gene. Az önce güzel bir şey çizdiniz, yani bayrak teslimidir bu. O devam etmiştir. Fakat benim o dönemdeki o yükü kişisel olarak o gelişmeleri karşılayabilmem zor oldu. Zor olduğu için bendeki kişilere değil de hadisenin gidişatına. Gene bu gidişatta Kumandanın yeri her zaman ayrı olmuştur ve yine Kâzım Albay’ın yeri her zaman ayrı olmuştur. Çünkü benim dikkatle ve saygıyla takip ettiğim kişilerden birisidir. Burada hazır bir röportaj da yapıyorken ifade edeyim. En ufak bir kırıklığım, kırgınlığımın olmadığı kişilerdensindir. Kumandan da hakikaten oradadır. Ama onun dışında fazla yakın olmanın getirdiği bir de şöyle diyeyim. Bazı gözler iyi görür. Belki ben görmemem gereken bazı şeyleri gördüm. Bunlar toplanınca benim kırgınlığımın ve ümitsizliğimin dozajı arttı. Belki daha ilerilerde beni yanınızda görememenizin bir sebebi de budur. Mesela Kumandan’la irtibat kelimesi yanlış olur ama diyaloğumuz hep devam etti. Bu son büyük yakalanmadan önce 98 senesi sonuydu değil mi? 1998 yazında Tuzla'da evindeydik. Ben İbda'yı dışarıdan takip ediyordum. Almanya'daydım o zaman. Askerden geldim Almanya'ya gittim zaten. Tam yılbaşı gecesi Almanya'da takside çalışıyorum. Gece bir haberlerinde “İbda-C Örgütü lideri Salih Mirzabeyoğlu yakalandı.” diye geçmişti. Orada “Kiliselere bomba atacak” dediler hatta.

Avrupa'da da yankı buldu yani.

Evet, tabii zaten özel dizayn edilmiş bir haber. İşte bu yakalanma olayı. Salih Mirzabeyoğlu 'nun yakalanması Avrupa'da da mutlu bir haber gibi verildi. Kesinlikle, çünkü çizdikleri fotoğraf onlara mutlu edecek bir fotoğraf. Kilise bombalayacak bir adam, değil mi? Onun yakalanmasından 6 ay önce yazın İstanbul'daydım. Bana haber gönderdi. Beni evine davet etti. Görüştük, çok da güzel bir sohbet oldu. Yani zaten benim Kumandan’ın yanında her oluşum benim için müthiş bir zenginliktir. Müthiş bir ziyafettir. Bizim söyleyecek bir şeyimiz yok. Arada bir sorduğunda bir iki cümle ile cevap veririz. Umumiyetle onu dinlemektir. Ziyafetin sebebi odur. Ondan gelen bir şeydir. Orada da Hayran Hanım ile evlenmişlerdi. Allah uzun ömürler versin. Hayran Hanım da çok iyi çok kıymetli bir insan. Çocukları küçüktü. Ben Ömer Salih’i götürmüştüm yanımda. Kızlarımla oynamışlardı. Güzel bir hatıradır benim için. Küçük bir köpekleri vardı. Tuzla'daki o evde çok huzurlu gördüm, Kumandan’ı. Hangi anlamda? Üretim anlamında. Yani bir fikir adamı olarak. Çok huzurluydu. Çok mutluydu. Dışarıda olan bazı şeylere de kırgındı. Ben bunları dediğim gibi senin mahremiyetine emanet etmek için anlatıyorum aynı zamanda. Senin bana itimadın ne kadardır? Açıkçası bilemem. Ama benim.

Kalp kalbe karşıdır.

Bunları böyle bir ocakta zikredemezsek başka hiçbir yerlere bir mânası olmaz zaten. Çok iyi. Orada mesela şey. Akademya dergisi vardı. Yaşar başlattı sonradan el değiştirdi. Hatırlarsın Akademya’yı. Akademya dergisi kitapçıklar çıkarıyordu. Küçük kitaplar vardı. Bu kitaplara çok kızmıştı mesela Kumandan. Neden? Nedeni şu. Yani benim bir cümlemi başa alıp onu tersine çevirerek, yukarı aşağıya yazarak böyle sayfalar doldu, böyle olmaz, demişti. Orijinal bir çalışma değil mânasında.

Kumandan’ın ismini satmak gibi bir şey. Kendi orijinal emeği olmadan bunu yapmak.

Bir de ona nisbetini göstermeden. Onlarda o da yoktu. Şimdi “mîrî mal”ı mevzuu. Kumandan diyor ya kendisi için. Çaldıysam mîrî malı çaldım. Ama bunu yerli yerinde yapıyor... Çünkü hakikaten ben de olumsuz bakıyordum, baktım. Haklıydı yani orada o siteminde, o öfkesinde. Çünkü onun istediği fikirde ve eylemde orijinalliktir.

İbda fikriyatını meta olarak görüp bunun pazarını yapmak, parsasının derdinde olmak gibi bazı cephelerde böyle bir araz var, bir hastalık var. Bu samimi bir tavır değil. Bu tekâmüle de mânidir. Bunu yapanlar da edepsizlik yapıyor.

Aynen. “Orijinal bir şey yok” dedi, yani maddî parsadan ziyade mânevî parsacılık tabii. Ve orada yani bunun da kişisel bir şey, ama söylemekten sakınca görmüyorum. Rahmetli Metin Arslantürk’e dedi ki... Önce bana dedi. “Bütün” dedi “ne kadar yazın, şiirin varsa göndereceksin. Onu yayınlayacaklar kitap olarak ve ondan sonra Akadamya yayınları kapatılacak.” dedi. Ve bu emri de Metin'e verdi. Yani ben şiirlerimi yazdım. Dedim “Efendim benim de fazla yazım yok yani tavırda yazdıklarım falan.” O da bana dedi ki “Ben Tavır’da gördüm senin şiirlerini. Senin orijinal bir sesin var. En azından teşvik için daha iyi yürüyebilmen için bir şey olur mu? Yayınlanacak.” dedi.

Peki sizin şiirleriniz yayınlandı mı?

Hepsini elden geçirdim. Daktilo ile yazdım, zarfladım, gönderdim. Yayınlanmadı. Kimseye de sormadım niçin yayınlanmadığını. Zaten ondan sonra da Türkiye'ye geldiğimde Kumandanı Metris’te ziyaret ettim. Öyle bir şey ne gündeme getirebilirdim ne sorabilirdim. Ama benim başından beri gördüğüm için de şöyle bir şey var. Bazıları vardır, hep eksikleri görür. Bazıları eksikleri görür tamir ederek yürür. Bazıları eksikleri görmez, ama bir adım sonra köprünün çürük tahtasından düşer. Hepimizin üslubu, tarzı değişiktir. Ben nefsim adına değil, ama davamız adına eksikleri görüp bunu da açık kalplilikle her zaman gündeme getirmiş, dile getirmeye uğraşan bir kişiliğe sahip idim o yıllarda. Hâlâ da yeri geldiğinde öyleyim.

Şimdi cepheler dönemine geleceğim. Belki bu söylediğiniz bazı olumsuzluklardan dolayı Kumandan cepheleşmeyi herkesin bağımsız faaliyet yapacağı bir teşkilatlanma modeli olarak ortaya koydu. Aslında kendi de cepheleşmenin ilkelerini bilhassa Üç Işık ve Adımlar eserlerinde söylüyor.

Aslında cepheleşmeyi yöntem olarak uygulamasının önemli bir sebebi, bizim aramızdaki kırgınlıkları gördüğü içindir. Çok önemli bir şey var. Şimdi yanına gittim. Şöyle bir şey söyledi bana. Dedi ki “Gel, hoş geldin otur”. Çay, sigara sohbet. “Herkes konuşuyor, tek sen konuşmuyorsun” dedi. Şimdi ben bunun açılımın ne olduğunu o anda tam anlayamadım. Fazla şey de yapmadım, üzerinde durmadım. Dedim ki “Bizi layık gördüğünüz noktada o yürüyüşü sürdüremedik.” dedim. Benim konuşmamam bundan. Eğer bir şeyler yapabilseydim bana ettiğiniz iltifatın devamını getirebilseydim, belki konuşacak bir halim olurdu, ama şu anda konuşamıyor isem bir şey yapamadım. Söyleyecek fazla bir şeyim yok dedim. O da artık buradan ben onun ne demek istediğini anladım, ama bunu söyleyerek daha fazla o konuda kendisini yormasın. Aslında benim değil de kendisini yormasın diye bu cümleyi söyledim. Dedi ki bir hadisti herhalde. Bir olay oluyor herkesin üzülmesi gereken bir olay. Peygamberimiz etrafındakileri diyor ki yani “Ağlayamayan da ağlar gibi yapsın.” Yani bu hadisenin hakkı üzülmektir, ağlamaktır. Hani içinizde katı kalpler dönüyor da hani ağlayamayan ağlar gibi yapsın. Hz. Ebubekir’in sözü de olabilir.

Peki bunu ne için söyledi Kumandan?

Bizim içimizdeki şeylerle ilgili söyledi, anlaşmazlıklarla ilgili söyledi. Yani beceremediğiniz noktada tabi olun. Yani o meseleleri çözümleme bağlamında konuşurken bu örneği verdi. Bizim cephelere geçmeden önceki özellikle Tavır merkezli ne diyelim o itiş kakış esnasında. Oradaki halimize yönelik olarak söyledi. Yani belki bu hareketin içinde dolduracak bir kapasiten yok ama öyle dur. Her şeyi bozma, ben öyle anladım yani. Artık hangimize söylüyorsa onu tabi o genel konuşuyor. Ben kendi payımı aldım. Ve Kumandan çok heyecanlıydı cepheleşmeye. Yani cephelerle mücadeleyi sürdürme yönteminde. Ama dediğim gibi ben oradan askere gittim. 87'nin başı veya ortaları olması lazım. Çünkü dediğim gibi 87 Aralık ayında ben İstanbul'dan ayrıldım.

87 yılı, siz de zaten cephenizi kurmuşsunuz.

Evet kurduk, ama bize belki öyle tercih etti. Daha ne diyelim kültürel anlamda bir cephe. Yani soruşturmalar, araştırmalar, röportajlar yapıp bunları derleyip kitap olarak olabilir, dergilerde olabilir. Öyle bir şey çizmişti.

Cephelerin ilk örneklerin oluşmasında da öncü oldu, diyebiliriz. Böyle şöyle olabilir, sen şunu yapabilirsin gibi. Ama ondan sonra faaliyetler birbirinden bağımsız cepheler eliyle “kendinden zuhur” esprisiyle yürüdü. Cepheleşme, bürolaşma, branşlaşma demektir. Cepheleşme, doğrudan illegal mânası taşımaz. Sadece hayatın her şubesinde branşlaşmak mânasına gelir. Bu arada birbirinden bağımsız cephelerden herhangi birinin faaliyeti kanun duvarına çarpabilir de çarpmayabilir de. Onu karşı tarafla ilişkiler belirler. Yoksa cepheleşme, bütün topluma, hayatın bütün şubelerine sirayet edici bir teşkilâtlanma demektir.

Kesinlikle tabii. Çok üzerinde durdu cepheleşmenin. Yani toplumun hiçbir alanını boş bırakmamak bizim vazifemiz. Hani ilk başta anlattım ya, bir fahişe varsa bu toplumda. Bu niye fahişelik yapıyor? Soru bu şekilde değil! Niye fahişelik meselesi var? Biz varken niye böyle bir şey var? Bir Müslüman'ın vazifesi bu şartları ortadan kaldırmak. Onun için yani cepheleşme ile bunun arasında aslında bir uzaklık yok. Aynı noktaya gidiyoruz. Cepheleşme hepimize, mizacımıza göre. Mesela senin cephe anlayışın, cephe yürütme tarzın A yolunda olabilir. Bir başkasının B yolunda olabilir, değil mi? Hepimizi az çok tanırdı, yani Kumandan’ın insan tanıma yanı da güçlüydü. Yani benim o cepheleşmedeki taksimattan da anladığım kadarıyla bizleri mizaçlarımızla, iş yapma yeteneklerimizle tanımış, kavramış bir insandı. Aslında tabii bir şeyden sonra, kendisine bir şeyin de geçer ya. Öldükten sonra anlayacaksınız kim olduğumu, derdi. O kadar büyük bir boşluk bıraktı ki. Yani çok da âni oldu. Benim için çok âni oldu. Orada arkadaşlarımızdan bir cenaze haberini bile düzgün alamadık.

Mülâkatımızın sonuna doğru geldik. Toparlayıcı olarak sonu başa, başı sona bağlamak açısından neler söylemek istersiniz?

Şimdi tabii, Kumandan gibi bir tohum saçıcıya cevap olacak münbitlikte değil bu topraklar. Dolayısıyla Kumandan’ın o gördükleri, düşündükleri, düşündükleri… Bu çerçevede yapmak istediklerine muhatap olanlar kim? Bizleriz. Bizler de bu çorak toprakta yetiştik.

Ancak, “Tohum saç bitmezse toprak utansın” diyor Üstad.

Evet. Fikir konuşurken yahut bir şiirin mısralarında her şey yolunda. Ama harekete geçince bu eksiklikleri çok daha fazla görüyoruz. Bizim insanımıza has. Bu topraklara has eksikler.

Bu topraklarda 15 Temmuz gibi bir aksiyon zuhur etti. Bu hâdise üzerine Kumandan, “Emeklerimizin boşa gitmediğinden memnunum.” dedi. Olumsuzlukları ben de kabul ediyorum. Senin dediğini anlıyorum. Ama olayın da bu tarafına bakmamız daha yapıcı ve ümitle aksiyonu mezcedici bir tavır olarak görmemiz gerekiyor.

Benim söylediğim de yapıcı. Bu gerçeği damarlarımıza kadar kabul ettikten sonra çok daha büyük çabayla toprağa bağlı kalmak lazım. Toprağın çorak olmasının sebepleri var. En büyük sebep her şeyimizi elimizden aldılar. Şöyle bir bakalım. Bugünkü okuyan yazan kesimler 50 sene önce, 70 sene önce, 80 sene önce gerilere doğru gidelim. Bir milletin en büyük varlığı nedir? En büyük sermayesi nedir? Dilidir, kültürüdür. Bütün bunlar elimizden gitti ve gittikçe bugün Büyük Doğu'nun ve İbda'nın eser bazında getirdikleri olmasa bir sürü anlaşılmaz şeyler. Şimdi isimlerini zikretmeyelim. Onlarla vakti zamanında çok cedelleştik o arkadaşlarımızla. O zaman anlamadılar. Bugün de anlamıyorlar. Edebiyat yaptıklarını, siyaset yaptıklarını zannedenlerin eseri ortada, konuştuğu anlaşılmayan bir sürü insan var. Biz bunları görenler olarak, İbda'nın bize verdiği mükellefiyet bu. Biz, aynı zamanda gerçeği bütün çıplaklığıyla, bütün boyutlarıyla görmemiz bizi 24 saat uyanık tutmaya yarıyor. Bu olumsuz olmak değil! Ve de kıymet bilmek açısından. Hep genel konuşarak görürsek ondan hiç şüphemiz yok. Hepimiz kardeşiz. Ama bazılarımız daha bir kardeşiz.

O zaman böyle bir topraklarda, böyle bir vasatta bunların yaptıkları işin büyüklüğü görülüyor, Üstad ve Kumandan’ın yaptıkları...

Onların yaptıkları işin büyüklüğü görülüyor ve bu büyüklüğü kaldıracak, kucaklayacak olanları da biz görebiliyoruz. Kaldıranı ve kaldıramayanı görebiliyoruz. Bunları paylaşmanın, konuşmanın hiç mahsuru yok bence. Yani umut vermek, zaten umudu Üstad veriyor. Üstad'ın şiirlerini okuyunca gecenin gündüzün ehemmiyeti yoktur. O saatte dışarı çıkarsın, sokağa çıkarsın, duvarlara yazı yazarsın, Kumandan’ı okuyunca yerinde duramazsın. Bizim ihtiyacımız bu yürüyüşteki eksikleri, bence açık sözlülükle belirtmek, ifade etmek hiçbir mahsuru yoktur. O yanlış anlaşılmayı da, yani geçmişimize yönelik olarak da, şimdi sol böyle bir şeyden mustariptir, hastalığıdır onun. Bölünecek, birbirinin yüzüne bakmayacak şekilde kavgalar ederler. Onu kastetmiyorum ben. Ama nerelerde, neler yanlış yapıldı, bunları konuşmadan hiçbir sakıncası yok.

Tabii ki. Bu güzel mülâkat için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 19. Sayı Eylül 2023