7 Ekim'de İsrail kaybetmiştir. İsrail için zafer çağı sona ermiştir. İsrail Gazze'yi belki silebilir fakat bundan sonra kazanabileceği bir zafer yoktur.

Geçmiş yıllarda Bosna, Keşmir, Pakistan, Afganistan gibi bölgelerde bulundunuz. Hatta bunları da kitaplaştırdınız. Kısaca bu serüveninizden bahsedebilir misiniz?

Dindar sayılabilecek bir aileye mensuptum zaten. Dedem mollaydı ve güçlü bir İslâmî söylemi vardı, bunların tesiriyle fıtri olarak yatkındım fakat 80’li yılara hassaten darbeden sonra sağın ve solun tırpanlanması hasebiyle İslâmî yapılanmalara daha fazla alanın tanındığı, bu anlamda İslâmî tandanslı yapılardan birini seçmek üzere tercih skalasının sunulduğu bir sosyoloji söz konusuydu. Özellikle doğuda, taşrada. Başka bir sosyolojide daha devrimci, sosyalist, komünist bir yön tutmam ihtimalim çok yüksekti. Dolayısıyla İslam’ı da İslamcılığı da kendi mizacımla bu bağlamda anlamaya çalıştım.

Şöyle söyleyebilirim, sizin de tanıklık ettiğiniz o metinler, büyük oranda, tutmuş olduğum bu yolda yaşamış olduğum bir hüsranın neticesi, ürünleriydi. 90’lı yıllarda Türkiye’deki radikal İslamcı tecrübe, 2000’li yıllarda El Kaide’nin öncülük ettiği cihadi tecrübe, benim nazarımda büyük bir hüsran ve fiyaskoyla neticelenmiştir.

Hüsran ve fiyaskodan kastınız nedir?

Büyük ümit bağladığım El Kaide mücadelesi çok kısa sürede teröre ve Hariciliğe dönüştü. El-Kaide’nin bütün cihadi yapılanmasını, terör odaklı bir eylemlilik çizgisine çekilişini Pakistan’da gözlemledim. Daha DAİŞ çıkmadan El-Kaide’nin baskın karakterinin Harici bir ideoloji haline geldiğini bizatihi gözlemledim. Burada şöylesi çok kritik, stratejik bir nüans var: El-Kaide'nin lider kadrosu neredeyse tastamam Harici ideolojiye karşıydı. O lider kadro tamamen tasfiye edildi. Kalan orta ve alt düzey emirler, büyük oranda zaten El-Cezire'den, Arap Yarımadası'ndan gelmişlerdi ve büsbütün Vehhabi kafa yapısına sahiplerdi. Başka coğrafyalardan gelenler de doğrusu aşırılıkta onları sollamışlardı. Bu yeni kuşak, stratejik olarak da El-Kaide liderliğine değil, Irak El-Kaide'sinin, Zerkavi'nin çizgisine yakındı. Dolayısıyla DAİŞ'ten çok evvel El-Kaide içinde Harici ideolojinin teşekkülüne tanık oldum. DAİŞ'in Suriye'de ilanından evvel El-Kaide yapılanması Harici çizgide, bence bir sapma ile, bir başka bakış açısına göre aslına rücu ederek, tahakkuk etti. Orada böylesi bir tezahür yaşandı. Bu benim için hüsrandı. Yani ben İslamcı olurken, cihada gönül verirken, beklentim sivil kitleleri hedef alan katliam eksenli bir eylemlilik, bir strateji değildi. El-Kaide, Pakistan'da neredeyse bütünüyle böyle bir stratejiye indirgendi. Bu stratejiyi takip eden, Pakistani Taliban unsurlarıyla ya da mesela kısmen Leşkeri Cengvi'nin uzantılarıyla ittifaklar kurdu. Burada beni isyan ettiren, yazmaya sevk eden amillerden biri, bu eylemlerin arkasında bizatihi ya da dolaylı olarak kendileri olmalarına rağmen kameralar önünde bunu inkâr etmeleri, kendilerini teberri etmeleriydi. Bundan berî görmeye çalışmalarıydı. Sonrasında teşekkül eden DAİŞ ise baştan sona formatlanmış, ümmete karşı bir kurguydu. DAİŞ'in Suriye'deki eylemleri ve bunların takdimi çok büyük bir prodüksiyon başarısıydı. Ve bu prodüksiyon başarısı, doğrusu bu ümmetin de kapasitesinin epeyce üstünde bir seviyedeydi. Yani o zaman hatırlıyorum böyle HD videolar şeklinde muazzam kurgularla, çok muhteşem geçişlerle bir anlatım dili oluşturmuşlardı. Bunlar Batı zekasının, Batı tecrübe ve birikiminin müdahalesi olduğunu düşündürten şeylerdi.  

PEŞTUNLAR İŞGALLERE KARŞI DİRENİŞİN DİNAMİK UNSURU OLMUŞLARDIR

Sizin eserlerinizden de anlaşılacağı üzere, Peştunları tanımadan Afganistan hakkında bilgi sahibi olamayız. Kimdir Peştunlar? Afganistan’ın sosyolojik, toplumsal ve kültürel durumu nasıl?

Afgan dediklerimiz asli olarak Peştundur. Geçen bir araştırma kurumunun paneline katılmıştım. Orada “Peştunlar Afganistan'ın asli unsurudur” sözüm, katılımcılarda büyük bir infiale sebep oldu. Hepsi kuzeyliydi, Tacik, Özbek vs. unsurlardı ve Peştun karşıtlığı çok barizdi onlarda. Ben onlara şu kıstası önerdim, dedim ki: “Asli unsurudur çünkü nüfusun ekseriyeti onlardır. Yani en az yarısı. İstatistiklerle çok oynuyorlar, yüzde 40'lar seviyesinde gösteriyorlar fakat aslında hali hazırdaki Afganistan sınırları dahilindeki nüfusun yarısıdır. Şimdi biz kadim Afganistan'ın, aslında Pakistan'ın bu kabileler yöresinin de dahil olduğu, yani şöyle düşünün, Peştun nüfusunun yarısından çoğu da Pakistan tarafında yaşıyor, bunları da tabloya dahil ettiğimizde, Afganistan'ın baskın unsurunun Peştunlar olduğu su götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Yani Peştunların yarısının Pakistan tarafında kalması yeni bir olgudur. İngiliz işgalinin yol açtığı bir anomalidir. Dolayısıyla klasik Afganistan büyük oranda Peştun coğrafyasıdır, Peştun unsurlarıdır. Benim ikinci delilim şu kıstasa binaendir: Bir belde, bir ülke işgale maruz kaldığında, direnişin öncülüğünü, ana gücünü, motor gücünü kim teşkil ediyorsa, onlar o ülkenin asli unsurudur... Peştunlar da bütün işgal girişimlerinde, İskender'den başlamak üzere, bütün işgal teşebbüslerinde direnişin motor gücü, en dinamik unsuru olmuşlardır. Diğerleri şayet iştirak etmişlerse, tali olarak ve lokal bir pozisyonda katılmışlardır. Ve ekserisi de işgalciyle işbirliği geliştirmişlerdir. Dolayısıyla biz Afgan derken ana hatlarıyla Peştunları kastetmekte bir sakınca görmüyoruz.

Afgan Halkı 777

Afganistan’ın sosyolojik durumu nasıl? Mesela Teoman Duralı'ya bir röportajında ikinci olarak bir ülkede yaşamak isteseydiniz nerede yaşardınız diyorlar. Afganistan diyor. Neden Teoman Duralı Afganistan'ı seçiyor?

Ben bunu kitaplarımdan birinde naklettim. Çok önemli bir referans Teoman Duralı gibi felsefe okumuş, dünyayı dolaşmış, şunca dil bilen birinin insanların ekserisinin kerih gördüğü, çok geri buldukları, katlanılmaz buldukları bir kültürel iklimde yaşamak istemesi ibretamiz bir durumdu. Gerçekten daha derinlikli bakmam gerektiğine dair ilham verici bir tespit oldu bu. Ben şunu gözlemledim: Sadece Peştunlar kendi törelerini temsil etmiyorlar ya da bölgesel bir kadim realiteyi yaşamıyorlar; bence insanlığın çok kadim değerlerinin imbikten geçmiş şekilde aktarıldığı bir havzada yaşamayı sürdürüyorlar. Yani ben Peştunların kabile hayatı ekseninde geliştirdikleri kültürel kıvamda Türklerin, Arapların kadim değerlerinin canlı bir biçimde yaşamaya devam ettiğini gözlemledim.

Temelde Peştunvali olarak tanımlanan birtakım değerler var. Mesela misafirperverlik, cömertlik, cesaret, izzet, adalet, sadakat, nezaket, intikam, sığınanı düşmana teslim etmemek… Şimdi bunlar Arap kabile hayatının da yani mesela Kureyş'in de, ondan önceki ya da bölgedeki diğer Arap kabilelerinin de ahlaki dünya görüşlerini teşkil eden başlıca umdeler, ilkeler. Peştunlarda bunun yaşayan haline tanıklık ediyoruz biz. Mesela 80'li yıllara yetişmiş biri olarak, kırsal yörelerde çok dolaşırdım, babamın işi sebebiyle köylerde, ilçelerde çok fazla cevelan ederdim ve Anadolu insanının billurlaştırdığı pek çok değerin, ahlakî duruşun aynıyla Afganistan'da, Peştunlarda muhafaza edildiğini, diri bir biçimde korunduğunu gözlemledim. Yüzlerce Peştun köyünde dolaştım, birkaç istisnai durum haricinde annemiz babamızdan göremeyeceğimiz misafirperverliği gördüm onlarda. Gecenin bir yarısında onlarca insanı evlerine alan insanlar bunlar.

Burada en ciddi mesele, kadına bakışlarındaki sertlikti. Aynı tutumu Araplarda, Yahudilerde, genel anlamda Samilerde görebiliyoruz. Kadını aşırı derecede baskılayan, toplumdan dışlayan, söz hakkından mahrum eden tutumlar. Bu tarihi doku doğal olarak güncel tutumları da belirleyen bir işlev görüyor; açık söylemek gerekirse Taliban’ın mesela kızların eğitim hakkını iptali şeriattan çok bu kabilevi dünya görüşünden kaynaklanıyor. Daha doğrusu şeriat anlayışları kabilevi geleneklerce belirlendiğinden kadına bakış da şer’i bir mahiyet kazanıyor.

Bülent Tokgöz Baran Dergisi

Afgan halkının kendi hayat tarzlarının sabitliği, Batılı normların çok fazla bulaşmamasından mı kaynaklanıyor?

Kesinlikle. Ben bunu pre-kapitalist, pre-modernist dönem olarak tanımlıyorum. Yani Peştunlar Anadolu insanının 80'lerden önceki hali gibi. Henüz kapitalizm gelmeden, henüz modernizm istilasına başlamadan önceki tabii ve fıtri hallerinin çok benzeri, dokunulmamış hali gibi gözlemledim. Burada temel meselemiz bizim Peştunlarda göreceğimiz, Taliban'ı da şekillendiren temel mesele kadına bakıştaki menfilik.

İngiliz işgali oldu, Sovyet işgali oldu, Amerikan işgali oldu fakat bu bir asrı geçen süreçte Afganistan halkı değişmedi. Mesela Emrullah Han, Batılaşma çabasına giriyor. Zahir Şah, modernleşme çabasına giriyor. Davut Han yine Cumhuriyeti kuruyor vs. fakat tutmuyor, halkın yüksek tepkisiyle karşılanıyor. Hemen darbe yapılıyor, iş tekrardan eski haline dönüyor. Yani halk da istemiyor. Batılının mayası burada neden tutmuyor?

Tabii böyle net bir tablo koyuyoruz, bir denklem, bir cephe hattı oluşturuyoruz fakat son okumalarımdan dolayı bundan şüphe duymaya başladım ben. Batı’nın şöyle bir yöntem takip ettiğini gözlemledim: İslam ülkelerinde modernist, Batıcı elitleri sosyolojiyi dönüştürmeleri yönünde tahrik ve teşvik ediyorlar. Bu çabalarında, bu reformasyon, modernizasyon süreçlerinde mümkün olduğunca onları aşırı çizgilere çekiyorlar. Öte yandan bir başka elleriyle de toplumsal katmanları, taşrayı, feodal unsurları ya da şehirli din adamları sınıfını bu oluşumlara karşı tahrik edip silahlı mücadeleyi, isyanı kışkırtıyorlar. Bu isyanların birçoğu, söylediğim üzere modernizasyon ve reformasyon hareketlerinin bilinçli, iradi bir biçimde çarpıtılarak aşırılaştırılması, öte yandan bir Batı marifetiyle manipüle edilmesi şeklinde tezahür ediyor.

Afganistan'da da olan şeyin, İslam beldelerinin kendi iç kaosuyla cebelleşen, herhangi bir insani potansiyelin neşvünema bulması ümidinin kalmadığı birer bataklık haline gelmesi projesinin izdüşümlerinden biri oluyor.

İşgallerin uzama sebebi de bununla mı alakalı? Yoksa işgalin başka dinamikleri de var mı?

Bu işgal dinamikleriyle ilgili bizim Afganistan tarihini anlamamız bakımından, sadece bir vurgu olarak yapıp geçmeyi umduğum bir şey var. Şudur: Mesela 1840'larda başlayan, İngiliz işgali temelde Rus korkusuna dayanır. Yani Çarlık'ın Kafkasya'yı zapt ettikten sonra, Orta Asya'da ilerlemesine binaen, o meşhur sıcak denizlere inme stratejisinin, Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na olacağını fark ettiklerinde, Afganistan'ı bir duvar olarak kullanmak üzere işgal etmek zarureti duydular. Böyle bir akıbet, böylesi bir mukavemet beklemiyorlardı. Bunu bilerek yapacak değillerdi. Yani koca Hindistan'ı, o kadar büyük bir coğrafyayı ve nüfusu, neredeyse masrafsız, yerli unsurlara bekçilik yaptırarak başarmış bir imparatorluk, Afganistan gibi küçük ve silik bir ülkeden, böylesi bir mukavemet beklemiyordu. Şimdi, İngiltere'nin Afganistan işgali büyük oranda stratejik körlüğe dayalı bir şey. Benzer bir körleşmeyi ABD işgalinde de görüyoruz. Sovyetlerin 1979'daki işgali ise tamamen CIA'nın tuzaklaması.

Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a Müdahalesi

Sovyetlerin işgali diğerlerine nazaran daha mı başarılı oldu? Çünkü bir ideolojiyle geldiler ve bunu enjekte etmek için çabaladılar. İçeriden işbirlikçileri de bununla kullandılar. Fazlasıyla katliam da cabası...

20 yıllık ABD-NATO işgali ile 9 küsur yıllık Rus işgali yan yana konulması fikri bence “iyi” bir çalışma konusu. Kullanılan yöntemler ve neticeler itibariyle iyi bir kıyas tablosu oluşturulabilir. Mesela Sovyetler ABD'ye göre işgal öncesindeki altyapıyı oluşturma noktasında daha titizdi. Mesela Sovyet işgali Afgan hükümetinin, davetiyesiyle gerçekleşti. Bu bakımdan “yasal bir müdahale”dir. Uluslararası sözleşmelere, hukuka, tırnak içinde, uygun bir müdahale.

AFGANİSTAN İŞGALİ OLMASAYDI SOVYETLER'İN ÖMRÜ UZAYABİLİRDİ

ABD işgali süreci nasıldı?

O zaman Taliban hükümet değildi ve Amerika'nın müttefik olduğu ilk unsur Raşit Dostum, Amerika'ya girişi yasaklı, savaş suçu işlemekle maruf, bununla damgalı bir adamdı. Bu anlamda ABD işgalini içeriden bir davetiye, bir hukukileştirme süreci olmaksızın gerçekleşti. Ama 11 Eylül gibi muazzam bir bahane ve meşruiyet zeminini istismar ederek bunu gerçekleştirdi ABD. Yani uluslararası konjonktürü değerlendirdi ama bu hukuka uygun olduğu manasına gelmiyordu. Nitekim Taliban, bu eylemlerden Usame bin Ladin sorumluysa, yargılanmasının bir üçüncü ülkede adilane gerçekleşmesini talep etmişti, müdahalenin önünü alma adına. ABD buna yanaşmamıştı. Yani hukuki bakımdan Sovyetlerin daha iyi hazırlandığı, daha temkinli olduğu söylenebilir. Askeri bakımdan da yani kara ordusu itibariyle de Sovyetler her zaman daha fazla yüklenmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda gördüğümüz Kızıl Ordu görkemine tanıklık edemesek de. Böylesi bir haşmet yok. Fakat hala Kızıl Ordu kudretini oraya yığdıklarını, bu temsiliyeti sürdürmeye çalıştıklarını görüyoruz.  Mücahitler evet Kızıl Ordu'yu yenmiştir. Fakat bu İkinci Dünya Savaşı'nda gördüğümüz haşmetten nispeten uzak, zaten çözülme sürecine girmiş bir rejime ait orduydu. Afganistan'da nokta konulmuş oldu. Bu işgal olmasaydı Sovyetler'in ömrü şüphesiz ki uzayabilirdi. Kapitalist dünya karşısındaki direncini birkaç on yıl daha sürdürebilirdi.

Geçmişte İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı'na zayıf biçimde girmelerinde Afgan etkisi vardı. Rusların da iki kutuplu dünyadaki dirençsizliklerinde yine bir Afgan etkisinden söz edebiliriz.

Afganistan'daki Abd Birlikleri

Afganistan’da kültürel işgale yönelik bir çalışma yapsaydılar daha mı rahat işgal edebilirlerdi. Ve işgallerin başarısızlığı tamamen kaba kuvvetle alakalı olmasından mı? Sovyet işgali ile orada bir değişim söz konusu oldu mu?

Beni aslında şaşırtan Peştunların direncinin yüksekliği değil çözülmesinin de şiddeti. Mesela 70’li yıllarda kentli Peştunlardaki komünistleşme oranının yüksekliği beni çok şaşırttı. Burada bilmemiz gereken ve maalesef çok ıskaladığımız bir şey var. Şudur: 1952 senesine kadar Afganistan ordusunun modernizasyonunu Türkiye üstlenmiş durumdaydı. Biz Yurtta Sulh Cihanda Sulh söyleminin dış politika iddialarını çok zayıf buluruz fakat Afganistan'da kardeşin elinden tutma gibi bir yaklaşıma varan bir hüsnü niyet görebiliriz. Yani Kurtuluş Savaşı'nı desteklemelerine karşılık bir şükran olarak böyle bir yaklaşım içinde olduklarını düşünebiliriz. Burada kritik önemli olan kırılma şu: Türkiye NATO'ya dahil olunca bu desteğini hukuken kesme zaruretiyle karşı karşıya kalıyor. Afganistan yalnız düşünce bir hami arayışıyla Sovyetlere yöneliyor. Aslında stratejik konjonktür ABD'ye yönelmesini gerektirirken Peştun bölünmesini doğuran Durant Antlaşması ihtilafı hasebiyle Pakistan'la olan husumetinden ötürü, Pakistan'ın Amerikan tarafında yer alması, ABD yanlısı pozisyon almasına binaen kendisini destekleyebilecek alternatif bir odak olarak Sovyetlere yöneliyor. Bu şu bakımdan önemli. 1952’den sonra Sovyetlere bu yönelim 1960-70’li yıllarda bütün kurmay kadrosunun, subay kadrosunun üçte birinin Sovyet tezgahından geçmesi manasına geliyor. Yani Moskova'da Saint Petersburg'taki askeri akademilerde eğitim görmüş, bir şekilde ideolojik olarak ya da başka yöntemlerle devşirilmiş bir subay kadrosu. Ne oldu bunlar? Döndüler, darbe üstüne darbe yaptılar. Farklı fraksiyonların temsilcileri oldular ve bir başka biçimde iç savaşı Peştunların içine taşıdılar. Halkiler ve Perçemiler şeklinde fraksiyon savaşlarını Afganların içine taşıdılar. Burada bir başka boyut daha var: Bunlar darbeyi gerçekleştirip Sovyet işgaline davetiye çıkaran unsurlar olmanın ötesinde 1989’da Ruslar çekildikten itibaren üç yıl boyunca mücahitlere karşı da direniş gösterdiler. Bu da onların sanıldığı kadar tabansız olmadığının göstergesidir. Afgan solu, kendine özgü bir komünizmdir. Mesela Türk Solu bunu hiç etüt etmemiştir. “Ya bu ne menem bir solculuk, bir komünistlik idi ki dünyanın en muhafazakâr, en kabilevi, en dindar kaviminde bir sosyolojik taban edinebildi?” diye Türk Solu elbette ki buna bir oryantalist edayla bile yaklaşmamıştır.

Yanlış da olsa Marx’ın ortaya koymuş olduğu bir ideoloji var orada. Yani ister istemez bulaşacaktı. İster istemez oraya kanalize olması doğal değil miydi?

Lenin'in 1920’lerin başında Afganistan halkına bütün Sovyetler adına gönderdiği açık bir mektubu var. Orada Afgan halkının kaderiyle ilgili, istikbaliyle ilgili çok samimi, sıcak bir dil kullanıyor. Bence bir şekilde Sovyetler bu askeri yardımlar sürecinde, diplomatik misyonlar aracılığıyla, kültürel çalışmalarıyla böylesi bir iknaya muvaffak oldular. Yani “Sizin salahınızı, bekanızı düşünen bir yaklaşım içindeyiz” şeklinde ikna edici bir dil yakalamayı bildiler. Çok daha büyük imkanlara sahip olmasına rağmen bunu ABD başaramadı mesela. Ama ikisinin müdahalesi, mücadelesi şu bakımdan da mukayese edilebilir: Şimdi evvela Sovyetleri bu munis diline çok fazla da aldanmayalım. Muazzam ölçekte katliamlar yaptılar. ABD'nin Vietnam’daki katliamlarına denk, yer yer onu aşan, neredeyse aynı hava bombardımanı stratejilerini takip eden, birbirinin derslerinden ibretler alan yaklaşımlar ortaya koydular. Yani napalm kullanımından halı bombardımanına kadar aynı usulleri takip ettiler. Şimdi siz sorunca fark ettiğim, daha önce bir yerde dile getirmediğim bir şey var: Sovyetlerin büyük oranda köyleri haritadan silme yönündeki yaklaşımı aslında büyük sosyolojik dönüşümü gerçekleştirme adınaydı. Bu sebepten binlerce köyü Rus Hava Kuvvetleri yok etti. Çünkü kentleri zihni olarak kolay işgal edebiliyorlardı fakat köyleri işgal edemiyorlardı.

Zebihullah Mücahid Röpp

TALİBAN'IN SAVAŞI KAZANMASI ASKERİ BİR MUCİZEDİR

Peki, 20 yıllık işgal sürecinde ABD hâkim olabildi mi?

ABD bütün o insanlı-insansız hava uçakları teknolojisindeki devrime rağmen, ki gerilla mücadelesini radikal bir biçimde dönüştürmüştür bu, -ben gerilla harbinin bittiğini yazmıştım o dönemde- buna rağmen Taliban'ın savaşı kazanması askeri bir mucizedir. Amerika'nın tahammülünü kaybetmesiyle ilgili bir şey. Bütün bu teknolojik kudrete rağmen ABD hiçbir zaman Afgan taşrasına hâkim olamadı. Afgan kırsalı başından beri ya bağımsızdı ya Taliban yanlısıydı. Bu 20 yıl müddetince böyleydi ama hassaten 2011’den itibaren; Taliban taşradaki hakimiyetini adım adım, köylerden kasabalara, şehirlere yayarak tahkim etti. Yani ABD çekildiğinde zaten hazır bir gölge Taliban hükümeti, hükümranlığı vardı.

taliban-bayragi

Şu anki Taliban hükümetini nasıl görüyorsunuz?

Bloke edilmiş, ambargolara maruz, son derece kısıtlı imkanları olan, iç barışı son derece sancılı, sıkıntılı ve tahrike müsait. Etnik bakımdan, sınıfsal bakımdan çok ağır bir bilançoyu üstlenmek zorunda kalmış bir yapı. Kendi içinde klikleri, hizipleri olan ve bölünme potansiyeli taşıyabilen, bütün o tutkal unsurlarına rağmen büyük bir örgüt disiplinine, hareket kültürüne, adabına, terbiyesine sahip olmasına rağmen kendi içinde de fraksiyon gerilimleri yaşayabilen bir yapı. Böylesi bir devrimci savaş, gerilla savaşı, bunun bedeli yaşanan iç düşmanlıklar, yorgunluklar, ekonomik zafiyet parametreleriyle bakıldığında çok zor bir ülke olduğu aşikâr. İran gibi çok sinsi bir komşuyla muhataplar. Pakistan gibi çok derin tarihi rekabetlerin ve işbirliklerinin böylesi diyalektik biçimde birbirini takip ettiği bir ülkeyle muhatap olmak durumundalar. Ve bu iki ülke Afganistan'ın dünyaya açıldığı iki yegâne kapısı. Dolayısıyla bunlarla olan düşmanlığı da dostluğu da çok fazla paranteze alınmış durumda. Bir kara ülkesi ve denize açılan iki kapısı da aslında düşmanlarına açılan kapılar. Açılımı sadece Rusya'yla ve Çin'le yapabilir. Bunlar da elini verince kolunu kaptıracağı muhataplar. Dolayısıyla çok temkinli, tedbirli olmak zorunda Taliban. Ben Afganistan'daki ABD işgalinin sona ermesinin Afganistan'ın Çin'e peşkeş çekilmesi olduğu okumasını yapmıştım. Hala bu okumamda sabitkademim. Fakat Çin, kendisinin Afganistan içlerine çekilmesinin stratejik bir tuzak olabileceği endişesiyle son derece temkinli ilerliyor. Çin istihbaratının mühendisler, tüccarlar vs. üzerinden orada çok sağlam bir altyapı kurduğuna emin olabiliriz, çalışma yöntemlerini de göz önüne aldığımızda. Fakat burada Taliban'ın da bir fren uygulamasına yöneldiğini de görmeliyiz. Yani büsbütün Çin'in Afganistan'da madenler, ekonomiler üzerinden bir sulta inşa etmesine engel olan bir yaklaşımı var. Taliban şimdilik düşük vitesli ilerlemekten yana. ABD'yi bile davet ederek aslında Çin'in gücünü dengeleme çabası içinde olduğunu görüyoruz. Türkiye'yle dengelemeyi çok arzu ettiler. Türkiye bu riski göze alamadı. Finalde bir NATO ülkesi ve orada çıkabilecek Çin'i bile hedef alabilecek bir askeri gerilim ya da sıcak bir durumun üstesinden gelemeyeceği bir kaos durumu oluşturabilir. Bu tarafın yumuşak gücüne de çok güvenemedi Türkiye. Türkiye'den beklenmeyecek bir özgüvensizlik örneği olarak tarihe geçtiği kanaatindeyim.

kassam-tugaylari-nedir-kassam-tugaylari-kimdir-2

Bu cevapla bağlantılı olarak şunu soralım: Aksa Tufanı hadisesinden sonra Türkiye'nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk hükümetinin Gazze politikası, Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul'da düzenlediği Büyük Gazze Mitingi ile başladı ve bitti. Bir Cumhurbaşkanı miting tertiplemekle sürece müdahaleyi başlatıyorsa orada işkillenmek gerekirdi. Ben o işkillenenlerdendim. Mitingi görünce “Tamam” dedim, “bundan ibaret kalacak, söylemden ibaret kalacak.” Durduğu yeri gösterdi, “Gönlümüz buradan yana” dedi ama fiiliyattaki sınırlılıklarına da imada bulunmuş oldu açıkça. Bu barizdi fakat beklenti çok yüksekti. İslâm aleminde, Arap aleminde, ülke içinde açık söylemek gerekirse 7 Ekim sonrası Türkiye'nin yapıp etmeleri, Türk hükümeti bakımından Recep Tayyip Erdoğan efsanesi bakımından yakın tarihimizdeki en büyük hezimet oldu. Kesinlikle büyük bir fiyasko ve kırılma anı olarak kaydedilecektir.

STK’LAR RESMİ SÖYLEME ENDEKSLENMİŞ DURUMDA

STK’ların toplumu yönlendirme ve hükümeti bir yaptırım uygulatmaya yönelik gücü yok mu?

Ak Parti iktidarında bir İslâmî STK olgusunun da kalmadığı realitesini gördük. En önemli problemimiz bu ve hala bunun üzerine konuşabilmiş de değiliz. Yani aşırı derecede sivilliğini yitirmiş bir İslamcılıkla karşı karşıyayız. Ak Parti iktidarında Ak Parti'nin karşılaştığı düşmanca hamleler, Ergenekon darbe girişimleri gibi, FETÖ darbe girişimi gibi yani sivil toplumun iktidarı destekleme zarureti duyduğu kırılma dönemlerinin çokluğu ve sertliği sebebiyle bu kaynaşma, son derecede denetimsiz bir biçimde gerçekleşti. Sonra hükümetin İslâmî STK'lara yönelik bonkör ve ayartıcı tutumu bu ilişkiyi ilkesizleştirdi. Sürecin denetimsizliğini had safhaya taşıdı ve şimdi olan şey, bütünüyle resmi söyleme endekslenmiş, bütünüyle hükümetin yedeğine düşmüş, söyleyecek tek bir kelimesi olmayan, gerçekleştirecek tek bir muhalif eylemi olmayan, bütünüyle bağımlı, iradesini kaybetmiş ve süreçte hiçbir rolü, pozisyonu olmayan, kendi kendini silikleştirmiş bir İslamcılık realitesiyle karşı karşıyayız.

STK’lar nasıl bir tavır almalıydı?

Şunu konuşamıyoruz mesela. Müslüman bir iş adamı, İsrail’le ilişkiyi, ticareti nasıl tecviz edebilir, buna cevazı nasıl alabilir, camiada varlığını nasıl devam ettirebilir? Bu kadar İslam ülkesi İsrail'le normalleşmeden, onu tanımadan, onunla ticarete alışverişe girmeden, bölgede alternatif ticari ekonomik yapılanmalar gerçekleştiremez mi? Türkiye, İsrail'e mahkûm olmadan Akdeniz'de bir gaz arama, enerji kaynakları oluşturma sürecine giremez mi? Gerçekten bu kadar mı aciziz, bu kadar mı derin bir mahkûmiyet içindeyiz? Tek başına sadece anti-Siyonist bir söylem oluşturmak yerine, çok somut bir biçimde kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi nasıl geliştirebiliriz? İsrail'le ticarete alternatif neler yapabiliriz? Gerek enerji hatları oluşturma, gerek bunların çıkartılması noktasında İsrail'le ittifaka girmeden, onunla temas kurmadan ne tür stratejiler geliştirebiliriz yönünde ortaya sorular atılmalı ve cevapları ciddiyetle aranmalı. STK’ların en başta gelen görevi esasında bunlardır. Fakat mevcut STK'ların hemen hepsi resmi toplumun duymak istediği şeyleri söylüyor sadece. Yani o yedeğe düşme durumu zaten orada fazlasıyla varid ve sahiden eleştirel alternatif düşünme biçimleri göğe çekilmiş durumda.

Dolayısıyla burada kaybeden sadece hükümet değil, Türkiye'deki topyekûn İslâmî cenah da bir hezimet yaşıyor durumda. Hükümet veya STK’lar olarak Gazze için birçok yol denenebilirdi, yapılabilirdi. Fakat hiçbir söylem eyleme dönük değildi. Eyleme dönük hiçbir somut niyet arz edilmedi. Çünkü bunun gerçekleştirilemeyeceği biliniyor. Yerel seçim arifesinde Siyonist lobiyi kışkırtacak, odakları harekete geçirecek her türlü etkinlikten uzak durulmasının karara bağlandığı çok aşikâr. Ülke ekonomik olarak büyük bir çöküş yaşadı. Pandemi ve depremden sonra toparlanabilmiş değil, yakın vadede toparlanabileceğine dair alamet de yok. Dolayısıyla kendi gücüyle harekete geçebilme istidadı kalmamış durumda.

Zaten ülkeler Gazze sonrasına odaklanmış vaziyette. Bu işgali yavaşlatan ise Gazze’deki esirler. Bu kadar esir olmasaydı, İsrail kalan kısımları da silip, oradaki nüfusu da bir şekilde Mısır'a püskürtmenin yolunu bulacaktı. Türkiye de bu bakımdan rol üstlenemiyor. Mesela şöyle bir şey konuşuldu; seçkin bazı unsurların Türkiye'ye nakli, Hamas yöneticilerinin Katar'a nakli, nüfusun da bir kısmının Mısır'a, bir kısmının Ürdün'e nakli. Finalde gene buraya gelinebilir. Fakat bir şekilde Gazze'nin silineceği aşikâr. Şayet bir mucize olmazsa...

aksa tufanı-1

İSRAİL İÇİN ZAFER ÇAĞI SONA ERMİŞTİR

Tüm bunlara rağmen İsrail’in yenildiğini söyleyebilir miyiz?

6 ay sonunda karada tıkanmışsanız kaybetmişsiniz demektir. Gazze'yi bir günde bile haritadan silecek olsaydı dahi, bence İsrail savaşın kaybeden tarafıdır. Çünkü 7 Ekim'de İsrail kaybetmiştir. İsrail için zafer çağı sona ermiştir. İsrail Gazze'yi belki silebilir fakat bundan sonra kazanabileceği bir zafer yoktur. Mesela Mescid-i Aksa'yı da yıkabilir fakat bu İsrail için bir zafer değildir. Yani o arz-ı mevut olarak tanımladıkları büyük haritayı asla gerçekleştiremeyecekler. Yani bunu gerçekleştirecekler de sonra biz onların elinden yeniden alacağız bile değil. İsrail doğal sınırlarına ulaşmıştır. Bu insan unsuruyla, bu kara gücüyle, bu sosyolojik yapısıyla nihayetine ulaşmıştır. Ötesi yoktur onun için. 7 Ekim, İsrail'in ne kadar kırılgan ve zayıf olduğunun en büyük ispatıdır. 7 Ekim'in İslam tarihindeki en parlak birkaç zaferden biri olması da bununla ilgilidir. Çok büyük bir dönüşümün miladıdır. Burada mesele henüz bunun siyasi önderliğini, rehberliğini yapabilecek bir otoritenin, bir figürün İslâm aleminden çıkmamış olmasıdır. Hamas açmazlarına, mecburiyetlerine rağmen İran'la mesafesini koruyan bir yaklaşım gösterdi. Özellikle 7 Ekim'den sonra, işlerinin çok zor olduğu bir zaman diliminde bile İran’sız yapabileceğini fiilen gösterdi. İran'la ilişkisini alt seviyelere çekerek bağımsızlaşma yönünde bu kadar muazzam bir irade göstermesi, 7 Ekim planından İran'ı dahi haberdar etmeyişi bu iradenin tezahürüdür. Hamas’a her yönüyle malıyla, canıyla destek olacak irade İslam dünyasından gelmedi. İslam dünyası bu durumdan ders çıkarmalıdır.

Bundan sonra belki Filistin Batı Şeria’dan ibaret bırakılır, belki bu savaş birçok bölgeye, ülkeye aksedebilir ama her halükârda Hamas'ın yeni stratejiler geliştirebilmesi, kafasını suyun üzerinde tutabilmesi, İran'a hiçbir biçimde bağımlı olmaması için ümmetin rol üstlenmesi gerekiyor. Artık meşhur siyasi figürlerden herhangi bir beklenti ile vakit kaybetmeksizin doğrudan Hamas'ı destekleyecek bir süreci öngörmesi gerekiyor. Görüntü verme, dostlar alışverişte görsün, gençlere söyleyecek bir şeyimiz olsun, yüzümüz olsun şeklindeki küçük düşünmeleri bir tarafa bırakıp samimi bir biçimde Hamas'ı muhatap almamız gerekiyor. Hamas temsilcilerinin de her yerde çok etkili bir biçimde legal, illegal faaliyetlerini yoğunlaştırarak destek akışını organize etmesi gerekir. Bu hem İsrail'e karşı yeni bir mevcudiyet biçimi olarak Hamas'ın aktifleşmesine, ümmetin de Hamas'ı birincil ve ciddi biçimde muhatap almasına vesile olacak.

Engelli Israil Askerleri Yaralı

İsrail elbette zafer kazanamayacak. Batı dünyasında bile artık rahat rahat “Yahudiyim” denilemiyor. Her yerden az çok bir taarruz var. Hatta boykot da dalga dalga yayılıyor. Bunun nihayetinde ne olabilir?

Bence Hamas da dünya çapında bu nitelikte bir desteği tahmin etmiyordu. Bu bakımdan Batı’da Filistin davasının bu kadar mâkes bulması, bu kadar antisiyonist, İsrail karşıtı bir söylemin ve hareketliliğin gerçekleşmesi aslında bizim kendi kabiliyetimizin eseri değil. Bu tamamen oradaki insanların kendi müktesebatından kaynaklanan bir şey. Zara mağazasının önünde yığılı duran Zara ürünlerinin atıldığı o kıyafet dağını görünce Batılı insandaki o güçlü fıtratın ne kadar ümit verici olduğunu hepimiz gözlemledik. Batılılar bizden daha iyidir bu hususlarda. Bizde böyle olmuyor, sloganla kalıyoruz. Bizde riyakarlık bir karakter halini almış durumda. Hatta bütün bunlar olurken sosyolojimiz içinde, hassaten bazı etnik unsurlarda veya laik cenahta Yahudi sempatizanlığı da mevcut. Bu durumu Arap düşmanlığı ile açıklayabiliriz. Arap düşmanlığına paralel bir Yahudi sempatizanlığının geliştiğini görüyoruz burada. Bu da İsrail'in bir becerisi olarak görülebilir.

Müslümanların, İsrail’e karşı nasıl bir mücadele vermesi gerekiyor?

Elbette Hamas'ın da İslâmî Cihad'ın da Filistinli diğer unsurların da ve Filistin'i destekleyen anti-Siyonistlerin de şiddetten uzak durmaları mümkün değildir. Burada bizim için önemli olan, bu desteğin uzun soluklu olmasını mümkün kılacak bir şiddet dozunun da sürece dahil edilmesidir. Ömrümüzün merkezine İsrail'e karşı mücadeleyi koyan yeni bir akide geliştirmemiz gerekiyor. Yeni bir dünya görüşünü sahici biçimde inşa etmemiz gerekiyor. Bu yeni bir insani varoluştur. Hepimizin teker teker böylesi bir inşaya ihtiyacı vardır. Bu inşaya yönelmeyen hiç kimse yarın da yer alamayacaktır. Ahireti de olmayacaktır. Dünya ve ahiret kaybı denen, hüsran denen şey tam da budur. Bu yeni akidenin çizginin inşasının zaruri olduğunu görmeyen, şimdiye kadar alışageldiği türküleri, nakaratları söylemeye devam eden, bugünden itibaren İsrail'e karşı “Ne yapmalıyım, ne yapabilirim?” sorusunu hayatının odağına yerleştirmesi lüzumunu, zaruretini hissedebilmeli insanlar.

Hamas'ın fiili zaferini Gazze'de göremeyebiliriz. Gazze'nin kalan kısımlarının da İsrail buldozerleri ve tankları tarafından yıkıldığını, hatta sonraki vadede İsrailli yerleşimcilerin oraya kendi meskenlerini yaptıklarını da görebiliriz. Ne var ki bu bir hezimet değildir; hezimet buna sessiz kalmak, İsrail'in mevcudiyetine karşı bundan sonraki süreçte bir mücadeleyi göze alamamaktır. Asıl hezimet budur. Hamas yapacağını yapmıştır, mücadelesini vermiştir, zaferi kazanmıştır. Kaybeden ümmettir, insanlıktır. Fakat savaş bitmiş değildir. Hamas için de Filistin için de Müslümanlar için de savaş bitmiş değildir. Belki muharebe kaybedilecektir, eğer Gazze kaybedilecek olursa, muharebe kaybedilmiş olacaktır. Fakat harp devam etmektedir, devam edecektedir. Ve bu harpte seyirci yoktur, insanlık iki ordudan birine dahil olmak mecburiyetindedir.

Teşekkür ederiz hocam.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024