Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinde olduğu dönemde Mevlüt Koç ile Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakkında yapılmış olan söyleşiyi sizler için yayımlıyoruz.

“Doğrusu, bu röportaj yapıldığı zaman, bunu Salih Mirzabeyoğlu’nun izleyebileceği, dahası O’nun tarafından kabul göreceği düşüncesi hiç hesapta yoktu. Ama kaderimize değil, sadece halimize şuurumuz olabileceğini bir kere daha gördük. Bizler, idrâk gücü zayıflamış aklımızla kurgularımızın peşinde koşarken, İlahî tecelli gerçekleşti. Uyduruk bir meşrûiyet perdesinin ardına gizlenerek insanların hayatlarıyla istedikleri gibi oynayan darbeci güçlerin “yargı infazı” 22 Temmuz 2014’te bitti; S. Mirzabeyoğlu, yeniden yargılanmak üzere tahliye edildi. Daldan dala tedaîler halinde, hoş bir sohbet ortamında geçen bu röportajı da izleme imkânı buldu. Beni de onurlandırır biçimde takdirlerini belirtince, kimi düzeltmeler yapıp yayınlamayı uygun buldum.

Saygılarımla.”

Mevlüt Koç

Salih Mirzabeyoğlu ile tanışmanızdan bahseder misiniz?

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yaşamayı Deneme” isimli eserinde bir dörtlüğü var, şöyle:

“Her gece bin can ile yattım./ Her günün can verdim dudaklarında./ Yalnızlık zehrini içime attım./ Gezindim Kandilli sokaklarında.” Kendileri bu hususta ne der bilmiyorum ama, sanırım, her günün dudaklarında can verdiren, onu sükût-ı hayâle uğratanlardan biri de bendim. Mahalleli sahip olduğu “zenginliğin” pek farkında olmasa da olabildiğince yerleşikliğini koruyan bir mahalleydi.

O yıllarda ben ailemle birlikte kalıyordum. O da hukuk fakültesinde talebeydi. Talebe yurdunda kalıyordu; rahat edemediği için eve çıktı. Aynı mahallede, birkaç yüz metre arayla 2,5-3 yıl kadar komşu olarak oturduk. O günlerden bu zamana; 40 yılı aşkın bir süredir tanışıklığımız, dostluğumuz pekişerek devam etti. Onu tanımış olmaktan her zaman gurur duydum. Epey arkadaş çevrem oldu ama o dost olarak bana yetti; başka arayış içinde olmadım. “Perde kalksa da yakînim artmaz” ölçüsüne misal hiç “acabam” olmadı. Ama unutmamak gerekir ki; dostluk, arkadaşlık mesafeyi koruyabildiğin nisbette güzeldir. Derinliği yoksa, sıradandır.

Belki ne alâka diyeceksiniz ama, “S. Mirzabeyoğlu hakkında seninle çekim yapacağız” dediğinizde, aklıma Marilyn Monroe geldi.  “Rahat”, vamp bir kadın olarak bilinmesine rağmen, sahneye çıkacağı zaman tüm dengesi bozulur, midesine, bağırsaklarına kramplar girermiş… Ben de aynı psikoza girdim. Çünkü S. Mirzabeyoğlu ile birlikte olmak, onu anlatmak, onun hakkında konuşmak; tıpkı uçurumun kenarında yürümek ve sürekli aşağı bakmak gibi, hep istim üstünde olmayı gerektiren bir durum. Yahut en azından benim için böyle. Bu sebeple sürç-i lisan edersem affola…

Elbette bu anlattıklarımın ekseriyeti tanışıklığımızın dış yüzü; tabiî ki bir de işin görünmeyen yüzü var. Şunun gibi; şöyle, geriye dönüp hayatınıza bir bakın, evinizden işinize, okuduğunuz okuldan evliliğinize kadar bunların kaçta kaçı sizin dahlinizle, iradenizle gerçekleşmiştir? Belki de hiçbiri. Zünnûn-ı Mısrî Hz.’nin güzel bir sözü var. Diyor ki, “Kul kurar, kader güler.” Tanışıklığımızın manevî cephesine de bu gözle bakıyorum.

S. Mirzabeyoğlu’nun fikirleri ve dünya görüşü hakkında söylemek istedikleriniz nelerdir?

O mevzuya girmeden önce şunu söylemek isterim. Avustralya kıtası keşfedilmeden önce, bütün kuğular beyaz olarak bilinirmiş. Ne zaman ki Avustralya kıtası keşfediliyor ve tek bir siyah kuğu görülüyor, o zamana kadar kuş bilimcilerin deney ve gözleme dayalı tüm buluşları da çöküyor. Bunun gibi S. Mirzabeyoğlu da asrımızın “siyah kuğu”sudur. Görünmesiyle birlikte tüm ezberleri bozmuştur. Sıra dışı olan her şey gibi, insan üzerindeki etki gücü fazladır. Tabiî ki bu tür mevzular muhatabını bulduğu zaman güzel, mevzu muhatabını bulmadığı zaman konuşacak bir şey kalmıyor…

İbn-i Arabî Hz.’leri “her asrın bir yenileyicisi vardır” buyuruyor. Her asrın bir yenileyicisi olduğu gibi, tüm entelektüel hareketlerin temelinde de, bu hareketlerin ulaşmak istediği “müdîr” bir fikir yatar. O çağda anlaşılıp anlaşılmamasının ya da daha sonraki nesiller tarafından kavranacak olmasının bir önemi yoktur. Nihayetinde o çağın yenileyicisi “o insan”dır ve o çağın “yönlendirici ilke”si de onun ortaya koyduğu fikirdir. Bizler şuurunda olmasak da bu ilke hiç ummadığımız bir biçimde, en küçüğünden en büyüğüne tüm faaliyetlerimize yansır ve belirleyici olur. Dolayısıyla S. Mirzabeyoğlu’na ve fikrine de bu gözle bakmak gerekir. Etrafında yükseltilen “sükût senfonisi”ne, lehte ve aleyhte sürdürülen korkaklığa takılıp kalmak yanıltıcı olur. Son zamanlarda, siyasî ve kültürel ortam biraz rahatlayıp, İslâmî kesim görünürlük kazanınca, haysiyet, şahsiyet sahibi birkaç yazar kendilerine yakışır biçimde epistemokrat bir tavır sergilese de, geneli itibariyle entelektüel kesim kendisine hiç yakışmayan bir biçimde “solo programı”nı devam ettiriyor… Abidin Dino’nun aktardığına göre; Mikelanj, Zapata diye birine bir mektup yazıyor. Zapata’nın da kim olduğu bilinmiyor. Mikelanj mektubunda diyor ki, “ne zaman büyük bir ressam sun’î bir şey yapsa bu gerçektir, bir yerde de daha büyük bir gerçeklik yalana dönüşür…” Bilgiyi malûmâta dönüştürmekte mahir cumhuriyet aydını nezdinde de, S. Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu fikrin benzer duruma dönüştüğü kanaatindeyim. Doğrusu, entelektüel camianın ekseriyeti adına utanılacak bir durum. Ama senin adına başkaları utanıyorsa, insan olan için de bundan büyük ayıp olur mu?

Bu kadar üretken, eser veren ve kendisini bir davaya adamış bir insanın karşılık bulamamasının sebebi bu mu?

Aslında bu sorunuzun cevabı bir önceki sorunuzla ilgili söylediklerimde var. Onlara ilâveten şunları söyleyebilirim. İsmini hatırlayamadım ama, Batılı düşünürlerden birinin bir sözü var, meâlen şöyle: “Haklısın, halkımız o kadar hoşgörülü ki, dehânın dışında her şeyi affedebilir, affedemeyeceği tek şey dehâdır” diyor. Yine S. Mirzabeyoğlu’ndan ödünç aldığımız kelimelerle söylersek; “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır.” Dolayısıyla, nisbetleri korumak kaydıyla, size muhal gibi görünen bir şeyin gerçekleşmesi, aslında imkân dâhilinde gördüğünüz bir şeyin gerçekleşmemesine denktir. Ama bilginiz yoksa, dahası bilgiye ilginiz yoksa, hadiselere “meçhule hürmet tavrı” ve “sır idrâki” içinde bakma şansınız da olmaz. Zihninize yerleştirdiğiniz belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediğinizi görür, duymak istediğinizi duyarsınız. Gördüğünüz şeylerin seçilmiş kısımlarına odaklanarak, görülmemişe genelleme yaparsınız. Edindiğiniz enformasyon arttıkça da doğrulandığınız hissine kapılırsınız. Bunun adı her yerde bağnazlıktır. Ne yazık ki, laik kesim aydınımızın hadiselere yanaşan şuuru da bu seviyede…

Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koymuş olduğu İbda Dünya Görüşü sisteme bir alternatif sunuyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Bu hususta söylenecek çok şey var, ama zamanımız nisbetinde özetlemeye gayret edeyim. Doğrusu ne biz ne de “dışımızdakiler”, S. Mirzabeyoğlu “Bütün Fikir”in gerekliliğini ve Bütüncül Fikrin behemehâl “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışırken, bunun ne kadar önemli olduğunun idrâkinde değildik. Herkesin ortak derdi, “yürürlükteki hukukî ve politik usûllerle bu işin yürütülüp yürütülemeyeceği” noktasındaydı. Oysa anayasalar, yasalar hayatı kuşatma peşinde olan formlardır. Ama hayat bu şekilde kuşatılmaya müsait bir şey değildir. Her seferinde bunlardan taşar ve yeni formlar içinde kendisini ifadeye geçer. Onun için de sistem arayışları ve yasalardaki değişiklikler hiç bitmez. O kadar özendiğimiz Amerikan anayasası da Fransız anayasası da defalarca değişti. Aslında bunun idrâkinde olan Batılı düşünürler uzun zamandır farklı değişkenlerin korelasyonuyla “Bütüncüllük” arayışı içinde; ama bunlar da tıpkı tek değişkenle (madde) bütüncüllüğü temin gayretinde olan Marksizm’in zâfiyetiyle mâlûl.

Meselenin bir başka boyutu da, bilgi üretiminin tekelinin belirli ellerde olması… Bu odak bir zamanlar kiliseydi; laiklik ve sekülerizmle birlikte akademinin tekeline geçti. Şimdilerde ise medyanın tekelinde; günümüzün tek gerçekliği medyanın irade ettiği şey haline geldi. Bunların denetiminden geçmeyen bilgi, ne yazık ki bilgi olarak değer bulmuyor… “Çekim havuzları” oluşturuluyor ve bilgi buralara yönlendiriliyor, insanlık bilgiyi buralardan almak zorunda... Oysa insanlığa lâzım olan sistem, onu sadece bu dünyanın kötülüklerinden koruyacak olan değil, kişiyi kendisinden de koruyacak ve öbür dünyasını garanti altına alacak bir yapıda olmalı… Salih Mirzabeyoğlu bu sistemi ortaya koydu. Dolayısıyla, Yeni Dünya Düzeni arayışında olanlar, eğer arayışlarında samimi iseler, Salih Mirzabeyoğlu’nun “teklifini” dikkate almak zorundalar!..

Düzenin kendisine muhalif gördüğü insanlara yaptığı sistemli bir işkence var. Kendi koyduğu hukuku da çiğneyerek muhalifine bu şekilde davranan bir sistem var. S. Mirzabeyoğlu da 15 yıldır cezaevinde tutuluyor…

S. Mirzabeyoğlu davası, aslında tam bir “yargılı infaz”dır. Ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en trajik ve hukukun kukla tiyatrosuna dönüştürüldüğü davalarından biridir. İnsanları kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen bir rejimin haksız uygulamaları söz konusudur. İnsan çaresizliğin ezilmişliği içinde hissediyor kendisini. 28 Şubat süreci de böyle bir süreçti. İpleri elinde tutan darbeci güçler uyduruk bir meşruiyet perdesinin arkasına gizlenerek, insanların hayatlarıyla istedikleri gibi oynadılar. Ve bu hep böyle devam etti. Tek partili dönemde de insanlar büyük acılar yaşadı. Çok partili sisteme geçişimiz de durum fazla değiştirmedi. İktidara gelen sağ partiler siyasî körlükten dolayı, rejimin kendisini koruyan refleksleri ürettiğini bir türlü göremediler. Nitekim halkın biraz rahat nefes almasını sağlayacak düzenlemeler yapmaya kalkıştıkları zaman, rejim hemen kendini koruyan unsurları devreye soktu ve her seferinde kendi meşruiyetini yeniden üretti. Bunun adına da “Kuvvetler Ayrılığı” dediler. Aslında halk için kuvvetler hiçbir zaman ayrı olmadı, hep “bir”di. Üstelik bu durum sadece bize has bir özellik de değil. Demokrasinin beşiği olarak bellediğimiz ülkelerde de durum aşağı yukarı aynı. Yaptıkları uygulamalarla, çifte standartlarıyla kendi kendilerini inkâr konumundalar. Oscar Wilde, “İngilizlerin yaptığı bir şey var; kamuoyu adı altında cehaleti örgütlediler ve bunu fizikî bir güç konumuna yükselttiler.” diyor. Aslında, demokrasi bir kandırmaca… Ama, “kılıç eğriyse kın da eğri olmak zorunda.”

Salih Mirzabeyoğlu’nun fikir tarafının yanı sıra bir de aksiyon yönü var. Fikir ve aksiyon adamı deniliyor. Bunun sebebi nedir?

Hem İslâmî camiada hem de laik-seküler kesimde yanlış anlaşılan ve değerlendirilen mevzulardan biri de Salih Bey’in bu yönü. “Gölge Dergisi” yayın hayatına başladığı zaman Müslümanların, kendi kendini aldatmanın nişânesi halinde, lüzumsuz tevazu göstermeyi Müslümanlık addeden bir yapısı vardı. Cemiyet plânında da rahmetli Üstad’ın dışında şahsiyet-haysiyet davası güden tek-tük, cılız seslerden başka kimseden ses çıkmıyordu. Tüm haksızlıklar karşısında suspus oturmayı öğütleyen ve gösterilen haklı öfkeyi nefsanî olmakla yaftalayan, bunu da Müslümanlığına vehmeden bir anlayış hâkimdi. Bu sebeple açık yüreklilikle, açık bir fikirle, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde niyetini açıkça ortaya koyan insanlara da tahammülleri yoktu. Bu yüzden de kendi kifayetsizliklerini Salih Bey’e fatura eden bir sürü insan çıktı ortaya. Haksızlık karşısındaki haklı öfkesini yanlış yorumlayanlar oldu. Özü itibariyle zarif bir mizaca, seçici bir ruha sahiptir. Asil ve zarif bir insandır. Ve bu ikisinin birlikteliği muhteşemdir. Öyle kaba kaba, kimseyi olur olmaz eyleme yönlendirecek yapıda bir insan değildir. Ama kendisi de söylüyor “ben bıçak yaparım; isteyen bununla ekmek keser, isteyen de adam....” diye. Dolayısıyla, birilerinin durumdan vazife çıkarır gibi bir eylemi olmuşsa, bunu Salih Bey’e fatura etmek ne hukuka sığar ne insafa ne de insanlığa!..

Salih Mirzabeyoğlu’nun özelliklerini birkaç cümlede özetleyebilir misiniz?

Kelimenin tam anlamıyla, tam bir “iman şövalyesi”dir. Heinrich von Kleist’in bir sözü var, diyor ki: “Bilmem ki anlatılması imkânsız insan ben, kendimi nasıl anlatsam.” Dolayısıyla yukarıdaki değindiğim özelliklerine ilâveten şunu söyleyebilirim: Asil ve yersiz öfkeden arî bir şahsiyettir. En büyük acılarda bile metanetini, vakarını korur ve sabırlı olmayı bilir. Engin bir kültüre sahip olmasına rağmen gösterişe kaçmayı, böbürlenmeyi sevmez. Samimi, sahih ve güven telkin eden bir insandır.

Geçmişte Mirzabeyoğlu’nun Gölge döneminde ve Akıncı Güç döneminde yanında olan insanların belli noktalara, makamlara geldiğini görüyoruz. İdeolojik mânâda N. F. Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu bir mücadele ortaya koydu. Dolayısıyla İslâmcı mücadelenin içerisinde olan herkes bu tekneden çıkmıştır. Buna rağmen niçin geri dönüşler bir türlü olmamıştır?

Birincisi, nasipleri yoktu. İkincisi, tutkuyla hiçbir şeye bağlanma istidadı olmayan basit ve devşirme ruhlarda BD-İBDA gibi bir dünya görüşünün yuva bulması mümkün değildi. Geriye dönüp, o yılların bir muhasebesini yapacak olursak, aslında 1970’li yıllar BD-İBDA dışında hem sağ hem de sol açısından verimsiz itiş-kakışların yaşandığı yıllardır. Gölge Dergisi’ne en büyük talep, basiret gözü açık olan Müslüman halktandı. Niye geri dönüşleri olmadığı meselesine gelince; aslında olmadı değil, oldu. Ama kimi insan da olduğu yerde, kendini açık etmeden, sevgisini, bağlılığını sürdürdü. Nitekim ortam biraz rahatlayınca görünmekten de çekinmedi. Tabiî ki dönmeyen bir sürü insan da oldu. Onlar da hâlâ “korkularının” peşinde gitti-gider... Arkalarından el salla...

Kafalarda “ibadetini yapsın, hiçbir şeye karışmasın” şeklinde bir Müslüman profili vardı. Salih Bey’in ortaya koyduğu fikir “Müslüman kimseye zulmetmez, ama kendine de zulmettirmez” şeklindeydi. Bu tavrından kaynaklı olarak “belli kesimler uzaklaştı, belli kesimler ise daha yakından izlemeye başladı” diyebilir miyiz?

Öncelikle, “ibadetini yapsın, ama başka hiçbir şeye karışmasın” gibi bir Müslüman profili olmaz. Abdülkadir Geylânî Hazretleri, “ibadet sanattır” buyuruyor. Dolayısıyla her sözü ve davranışı ibadet olan Müslümanın gözü “Büyük Sanatkâr”lıkta olmalı ve hayata bu zaviyeden bakmalı. Allah, “insanı kendime halife olarak yarattım” buyuruyor. Sonra, “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsü var. Onun için insan bunlardan pay almak durumunda. Müslümanın ezik, pasif, zor karşısında hemen tırsan ödlek bir insan olmak gibi bir hakkı yok. Ne hayat bu kadar ucuz, ne de Müslümanlık... Uzaklaşanlar, kaçanlar, kaçarken “kaçış yollarını türlü incilerle süsleyenler”den zaten biraz önce bahsettik. Ama yakından izleyenlerden kastımız olumlu anlamda bir fikri takipse, bu da o insanların kalitesini gösterir. Çünkü bu iş, bir bilgi birikimi, kültür ve zihnî tekâmül meselesidir.

S. Mirzabeyoğlu’nu eser veren diğer insanlardan niçin ayrı tutmalıyız?

Şunun için: Kendi ifadesiyle söylersem, “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır.” Ve başkalığı temin eden unsur izzettir. Dolayısıyla sadece yazarlardan bir yazar, şairlerden bir şair değildir. Bilinenin üstünde ve ötesinde bir vizyona ve misyona sahip bir insandır. Ve “İbda”yla ilgili hiçbir şey tesadüfî değildir. İsmiyle müsemma olacak biçimde her şeyiyle eşsiz, misilsiz, benzersizdir. N. N. Taleb, matematikçi Michael Berry’nin bilardo masasında sabit duran toplardan hareketle yaptığı bir hesaplamayı aktarır. Özetle şöyle: “Elinizdeki belli parametrelerle ilk vuruşta ne olacağını tahmin edebilirsiniz. İkinci vuruşta da büyük bir sıkıntı yaşamaz, baştaki şartlara biraz daha fazla dikkat etmek kaydıyla isabetli bir vuruş yapabilirsiniz. Fakat dokuzuncu vuruşu doğru bir biçimde yapabilmeniz için, masanın yanında duran adamın ‘yer çekim’ gücünü hesaba katmanız gerekir. Elli altıncı vuruşu hesaplayabilmek için kâinattaki her bir temel parçacığı varsayımlarınıza dâhil etmeniz zorunludur! Kâinatın öteki ucundaki, bizden on milyar ışık yılı uzaklıktaki bir elektron da hesaba katılmalıdır, çünkü sonuç üzerinde önemli bir etkisi olacaktır. Şimdi bu değişkenlerin gelecekte nerede olacakları konusundaki tahminleri de hesaba katma gereğinin getireceği bir yükü düşünün. Dahası bu hesaplama basit ve sade bir dünya varsayımı üzerine kurulu. Özgür irade, izafiyet ve kuantum etkileri de hesapta yok.” Bilmem, S. Mirzabeyoğlu’nun farklılığı, Bütün Fikrin Gerekliliği ve Mutlak Fikir’in kurulamazlığı konusunda başka bir şey söylemeye gerek var mı?

Yaşanabilir bir hayatın fikriyatı mı?

Hem yaşanmaya değer bir hayatın fikrinin örgüleştirilmesi hem de bunun “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilmesinin gerekliliği söz konusu. Ama bir fikrin topluma nüfuz ve sirayet edebilmesi için belli yapısal formlara ihtiyaç var. Maddî taşıyıcılar üzerinden bunun yansıtılması ve fertlerde davranış biçimine dönüşmesi gerekir.  Sadece ideolojik düzeyde bir benimseyiş, benimseyişlerin en yüzeysel olanıdır. Nitekim bir kartopunun çığa dönüşmesinde de belirleyici olan, arazinin yapısıdır. Diğer yandan, yaşanabilir bir hayatı temin edecek fikir hususunda, 9. Yüzyılda yaşamış Erigena’yı örnek gösterebilirim. O da, S. Mirzabeyoğlu gibi, nadir görülen âlimlerden biriydi. Ama “mantık ve iktidarın kaynağı kutsal bilgidir” iddiasında bulunduğu için kilise bundan hoşlanmadı ve yazdıklarını yasakladı. Yaklaşık dört asır sonra yazdıkları hâlâ tepki çekiyor diye, Papa III. Honorius bunları “ırsî ahlâk bozukluğu” olarak gördüğü için yaktırdı. Dolayısıyla, her halükârda, yöneten ne adına yönettiğini söylemek ve iktidarını meşrû kılmak zorundadır. Ancak, unutmamak gerekir ki, “oyunun kuralları”nı ben koyarım demek, işime gelmediği zaman bunlara uymayabilirim demektir. Onun için insan neye rıza gösterdiğini kendisine sormak ve bunu sorgulamakla mükelleftir.

İBDA fikriyatının yaşanabilir dünya görüşü olarak ortaya koyduğu şey nedir?

İslâm’a Muhatap Anlayışı, bunun dil ve diyalektiğini sistem bazında ortaya koymuştur. Mü’min gözlerde yuvalanması gereken nuru ve bu nurla eşya ve hadiselere bakan insanın görmesi, bilmesi gerekenleri öz’den göze indirirken, yani mânâdan maddeye tâhvil ederken kuşanılması gereken ahlâk ve estetik anlayışını örgüleştirmiştir. Bunlara ek olarak da ilim camiasında yaşanan bir yanlışlığa dikkat çekmek isterim: “Sır idrâki”nden ve hâdiselere “meçhule hürmet tavrı”ndan uzak bir anlayışla bilgi üreten ilim adamları, ne yazık ki “delil yokluğu ile yokluğun delili”ni birbirine karıştırıyor. Bunun ayırdına varamadığınız zaman, yanlış kendi doğrularını üretmeye başlıyor. Bir kere endüstri haline dönüştükten sonra da, isteseniz bile vazgeçme şansını yitiriyorsunuz. İlim insanları, bulması gerekeni değil, piyasanın bulmasını istediklerini, yani kâra tahvil edilebilecek olanı arayıp buluyor. Nitekim 1960’lı yıllarda anne sütünün ilkel bir besin maddesi olduğu, hiçbir faydasının olmadığı tezi modern bilime ait bir buluştu. Belki de milyonlarca anne buna inanarak çocuğunu emzirmedi. Yıllar sonra yeni buluşlarla anne sütünün insan sağlığı için elzem bir besin maddesi olduğu, emzirilmeyen çocukların bağışıklık sisteminin çabuk çöktüğü ve hastalıklara açık hale geldiği anlaşıldı. Ama anne sütüyle beslenmediği için hastalanan, bir sürü sıkıntıya katlanmak zorunda kalan insanların hesabı da kimseden sorulmadı. Netice itibariyle “doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmuyor” ve birkaç küçük istisna dışında, fikir dünyasında ortaya konulanların neredeyse tamamı ruh ve yaratıcılıktan mahrum...

Niçin İBDA fikriyatının anlaşılmasında zorluk çekiliyor?

Konuşmamız içinde buna dair epeyce şey söyledim. Ama onlardan farklı olarak şöyle bir misâl verebilirim. J. S. Bach, döneminde pek anlaşılmamış, müziği çok tutulmamış büyük bir müzisyen... Ne zaman ki Mendelson onun bir eserini yorumluyor, herkesin gözleri parlıyor ve ne söylediği anlaşılıyor. Benim de uzun zamandır eş-dost çevrelerinde, en büyük dileğim olarak dillendirdiğim bir mevzu var: “İyi bir Salih Mirzabeyoğlu yorumcusu olmayı çok isterdim.” Hem anlaşılmasına hem de muhataplarının artmasına bir katkım olsun diye. Buna büyük bir ihtiyaç var. Dediğim gibi, fikir belli yapısal formlar içinde topluma yayılabilir. Bunun için de başlarda söylediğim gibi maddî taşıyıcılara ihtiyaç var. Burada da en büyük görev, bağlılık iddiasında olanlara düşüyor. Sanata istidadı olan sanatıyla, edebiyata istidadı olan eserleriyle bu fikri yansıtmalı. İşin bir diğer yönü de; İlahî olan bir şeyi ancak kendisi de böyle olanlar anlayabilir. Bulunduğunuz çevre size hiçbir ilham ve enerji telkin etmiyorsa, meseleleri de “furkan” veçhesiyle kavrayamazsınız. Oysa ölçü gereği, “mü’min, mü’minin aynasıdır.” Hölderlin de bunun idrâkinde ki;

“Arkadaşsızdı dünyanın büyük ustası

Eksiklik duydu bu yüzden ruhlar yarattı

Mutlu aynaları, mutluluğunun” diyor bir şiirinde. Bu ruhlardan biridir S. Mirzabeyoğlu. Dolayısıyla S. Mirzabeyoğlu’nu anlamak için de insanın “bu dil”den biraz anlaması lâzım. Meselâ, “Furkan” isimli eserinde rastladım; matematik için, “eşyanın hakikatinin araştırılışında muhakeme usûlü olarak matematik” diyor. Aslında felsefenin sosyolojinin... gayesi de budur; eşyanın hakikatinin araştırılması. Çünkü eşyaya dair bilgi, zorunlu olarak Hakk’a dair bilgiyi önceler. Sanatkâr da şahsiyet olabildiği nisbette eserini nesnelleştirebilir.

Ayna olacak karşılık mı bulamıyor?

Evet. Maalesef muhatabı olacak insan yok denecek kadar az. Bir yerde, kendi kendine açtığı krediyle yaşıyor, diyebilirim. Mevzumuzla alâkalı olarak, Büyüklerden birisine “efendim siz hiç keramet göstermiyorsunuz” diyorlar, o da şu harika cevabı veriyor: “Bizim için ayakta durmaktan büyük keramet mi olur!” Ben de Salih Bey’in nasıl ayakta durabildiğini hayranlık ve şaşkınlıkla izliyorum. Çünkü “bilmek yanmaktır.” Bunun aksi de Marx’ın dediği gibidir: “Bilmiyorlar ama yapıyorlar.”

Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu sanat çalışmaları var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Film yapımcısı Jack Bond, Salvador Dali’nin kendisiyle yapılmış tek filmi çeken adam. Filmde Dali, sanat ve sanatı üzerine konuşurken “şahsiyetim resimlerimden binlerce kat daha önemlidir” diye, harika ve önemli bir tesbitte bulunuyor. Yaptığı tesbit şunun için önemli: İster güzelin fethinde, ister güzeli değerlendirme ve tenkit aşamasında olsun, en önemli husus şahsiyetimiz ve mizacımızdır. Onun için sanat akımları, modavâri, doğdukları döneme göre değil, hitap ettikleri farklı yaratılışlara göre değerlendirilmeli. Bu tesbitin İbda’nın estetik anlayışına da denk düştüğü kanaatindeyim. Rahmetli Üstad, “estetik mevzuu baş meselemiz olmalı” diyor ya, iktidarın estetikle kurduğu ilişkiye bakarsak niye böyle dediği de daha rahat anlaşılır. Kemalist kültürün en zayıf olduğu hususlardan biridir estetik. Kendisine has bir estetik üretemediği için kalıcı olamamıştır. Şimdilerde türban ve şehirlerde mekân düzenlemeleri üzerinden Ak Parti iktidarının estetik arayışları var. Tesettür üzerinden birçok modacı medyada boy gösterir oldu. Çünkü bir yerde, iktidarı kalıcı ve meşrû kılan, estetikle kurduğu yakın ilişkidir. İnsan nesnenin kendisini görmese de, ona dair birçok şeyi tezahürlerinden biliyor. Dolayısıyla, insanın nesneye verdiği hamle ne kadar hayranlık uyandırıcıysa, ruha da o nisbette yansıyor; eseri de o nisbette bir estetik değer kazanıyor.

Şahsiyet ve estetik üzerine bahsettiğiniz hususlarla alakası bakımından söylüyorum, Picasso “sanatçının ne ürettiğine değil, kim olduğuna bakın” diyor.

Biraz önce Dali ile ilgili söylediklerimle de örtüşen bir değerlendirme Picasso’nun söylediği… Modern sanatı anlamak çaba isteyen bir işti. “Okuma”yı, bilgi birikimini, belli bir kültür seviyesini ve zihni tekâmülü zorunlu kılan bir yapısı vardı modern sanat eserlerinin. Ama günümüzde Çağdaş Sanat akımları fazla ucuz ve kolaycı, hatta ortaya konulan eserlerin çoğu “kich” denebilecek bir yapıda…

Çağdaş sanatın insanı dikkate almayan, yok sayan bir yapısı var. Popüler kültür yaygınlaştıkça da halk kültürüyle karıştırılır oldu. Oysa halk kültürü farklıdır. Okuma yazması yok, iptidaî gözüyle baktığımız insanların ekseriyeti, aslında geçmişinden tevarüs ettiği kültürel bir birikime sahipti. Onun için, bayağı sıradan olan şeye sahip çıkmaz, ona yaşama hakkı tanımazdı. Sanatçı olmayan insanı da bir yere taşımazdı. Bugün sanatçı ve bir yerlere gelmiş insanların çoğunu buralara halk kültürü değil, popüler kültür taşıdı. Bu yüzden de kalıcı olamıyorlar, görünmeleriyle kaybolmaları bir oluyor. Oysa halk kültürüyle beslenmiş insanın bir “hâli” vardı ve yeri geldiğinde bunu sese, saza, söze, renge, biçime, ritme... giydirmesini bilirdi. Ne yazık ki, artık halk kültürüyle yıkanmış o yüzlere de, seslere de rastlamıyoruz. Acıyı da günahı da benimsemeyen Amerikan ruhsuzluğu insanlığa hâkim durumda…

Salih Bey’in en önemli özelliklerinden birisi de İslâm mütefekkiri olmasına rağmen kitaplarında çok fazla âyet ve hadise rastlamamamız. Batı tefekküründen aldığı şeylere daha çok rastlıyoruz. Kendi ifadesiyle “aslı bizde olanı kendilerine mâl etmişler, ben onlardan alıyorum, aslına irca ediyorum” diyor.

Öncelikle, âyet ve hadisleri yerli-yersiz, olmadık yerlerde kendi idrâk seviyemize indirgeyerek kullanmamaya dikkat etmek lâzım. Salih Bey de yeri geldiğinde hem Doğu’dan, hem Batı’dan alıntılar yapar. Ama illâ Batı’dan almak gibi özel bir çaba içinde olduğunu da zannetmiyorum. Lâkin ölçü gereği, “hikmet mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır.” Ancak Salih Bey’in Batı düşünce dünyasından yaptığı iktibaslardaki farklılığı; körü körüne ve hiçbir eleştiriye tâbi tutmadan, kendisini hor görene yamanmak gibi aşağılık bir duyguyla hareket eden laik kesim aydınına nisbetle, meseleleri meselenin istediği seviyede ele almasında ve söylediğiniz gibi aslına ircâ etmesinde yatar. Doğu insanının en büyük sıkıntılarından birisi, şark ve İslâm klasiklerini oryantalist bir bakışın gözünden okumak zorunda kalmasıdır. Çünkü bu eserlerin çoğu, önce Batılılar tarafından Batı dillerine çevrilmiş, biz onlardan almışızdır. Benzer şekilde, Tanzimat-Cumhuriyet edebiyatının kurucu unsurları da dışarılıklıdır. Yerli ve millî olması özellikle istenmemiştir. Bu yolla halkın hafızası silinmek, idrâki iğdiş edilmek istenmiştir. Ve rejim yerli ve millî olanı her zaman kendisi için tehlike olarak görmüştür. Bu sebeple de bizim laik kesim aydınımız, kendi halkına hep oryantalist bir gözle bakmıştır. Dolayısıyla, “mü’min gözlerin nuru, kâfirde olmayan da bu” diyor ya bir eserinde Salih Bey. Bu oryantalist bakışın kırılabilmesi için “bu nur”un insanımızın gözlerinde yuvalanması lâzım.

Salih Bey’in iştikak ilmiyle ilgilendiğini görüyoruz. Bu mevzuda neler söylemek istersiniz?

Etimoloji ve dil, oldum olası S. Mirzabeyoğlu’nun baş meselelerinden biri, belki de başlıcası oldu. Eserler boyu bıkmadan usanmadan hep bu mevzuları işledi. “Dil, insana verilmiş bir kâinat plânıdır...”, “Dil, varlığın muhtevâsından şuurun çıkardığı formdur.” gibi önemli tesbitlerinin her biri aslında kitaplık çapta mevzulardır. Meselâ, “Tilki Günlüğü” isimli 6 ciltlik eseri tam bir imge ormanıdır. Sanat tarihçilerinin buradan çıkaracağı pek çok şey olmalı. Modern sanatta ve çağdaş sanatta gerçeklik imgeler aracılığıyla hep yeniden üretilir. Çünkü sanatta gaye, vermek istediğiniz mesajı imgeler aracılığıyla ihsasen duyumsatmak üzerinedir. Tecrit kabiliyetiniz nisbetinde, imgeyi temsil ettiği nesneden koparır ve o nisbette eşyanın hakikatiyle ünsiyet kesbedersiniz. Aslında yabancısı olduğumuz bir mevzu değildi; masallarımız, mesellerimiz, minyatür sanatı bunun en güzel örneklerini barındırır. Ama hepsi unutuldu ya da unutturuldu. Tabiatı olduğu gibi taklit etmeyi sanat olarak kabul eder hâle geldik. Tekrar etimoloji ve dil meselesine döner ve kendi ifadeleriyle söylersek, “farkında olunanları kaybedesiye bir tecrit içerisinde”, sözü BİR ve AYNI olana bağlama kaygısı içinde kıvranırken, yapıcı dehası da meselelerin kritiği içerisinde neredeyse kaybolma raddesine varıyor. Etimoloji üzerinde yoğunlaşırken dile verdiği hamle ve kelimeleri bir sanat objesi olarak kullanışındaki performans hayranlık verici… Aslında Ölüm Odası/B-7, artık insanî meselelere cevab verilemediği için “büyük anlatılar”ın onlarca kez yeniden üretildiği bir vasatta edebiyat ve sanatın tüm dallarına büyük imkânlar sunan bir eserdir.

“Dili ağır, anlamıyoruz” diyorlar…

Bir insanın bir şeyi anlamaması “belli şeylere” endeksliyse ona hiçbir şey anlatamazsınız. Oysa, “Dilimiz girift ve çetrefil” diye baştan söylendi. Dahası, meselelere çözüm getirirken mevzuyu kaybetmemek açısından bu bir zorunluluk. Diğer taraftan, rahmetli Üstad’ın söylediği gibi, “anlamak yok çocuğum, anlar gibi yapmak var” diyebilirim. Çünkü anlamak okumayı, okumak bilgiyi, bilgi de kültürel birikimi temin eder. Böylelikle de zihnî bir tekâmüle erişirsiniz. Ama hakikat yolunda ruhî bir açlık çekmiyorsanız, beklersiniz ki; mevzu “can yelekleri tavandadır, tavan yukarıdadır” derekesine insin… O zaman da ortada mevzu kalmaz.

Her on yılda bir dönüşen entelektüel kesimin arasında S. Mirzabeyoğlu’nun hiç değişmeden davası üzerinde durmasına ne diyorsunuz?

Bizim aydınımızın zihniyeti modernist bir ortamda ve zihnen kolonyalizme tâbi tutulduğumuz bir süreçte üretildi. Ve bu süreçte okullarımız çok miktarda sun’i Batılı tip üretti. Dolayısıyla da entelijansiyadan çok, hem toprağına hem insanına yabancı “öğrenimli cahil” zümresi oluştu. Onun için de, dünyaya bakışlarını temin eden temel görüşleri değişse bile, bu görüşü kendi hakikatine taşıyan zihniyet hiç değişmediği için, gittikleri yere de sadece cüsselerini taşıyorlar. Çünkü bir önceki dönemden tevarüs ettikleri şuur yeni dönemde de belirleyiciliğini korumaya devam ediyor. Onun için de saf değiştirmeleri pek yadırganmamalı.

Salih Mirzabeyoğlu’nun günlük meseleler hakkındaki yorumları da merak ediliyor. Oysa S. Mirzabeyoğlu’nun kendi gündemi var, fikir damıtmaya devam ediyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

Aktüel meseleleri de hapishane şartlarında mümkün olduğu kadar takip ediyordur mutlaka. Fakat gündelik kavga gürültünün, verimsiz itiş kakışların içerisinde olmak da istemez. Zamanında bunların sıkıntısını çok çekti. Zaten her şeyi derinden duyan ve yaşayan, üzerinde olduğu mevzuya kendisini kaybedesiye veren bir yapısı var. Bu da insanın tüm enerjisini emen ve insanı mecalsiz bırakan bir durum… Dolayısıyla, olabildiğince gündelik itiş kakışlardan uzak durmaya baktığı kanaatindeyim.

Sözlerimi bağlarken, son olarak şunu söylemek isterim; O’nu tanımak, “taşıyabilmek”, öyle her babayiğidin harcı değil… Samimi ve sahih olmayı, fikrini kendine yakıştırmayı gerektirir. Kıskanç, kurnaz ve riyakâr davrananlar, aslında zorba ve tutkuyla bir şeye bağlanma istidadından da mahrum insanlardır. Ama hallerine de şuurları olmadığı için, olur olmaz biçimde bağlılık ve sevgi gösterisinde bulunurken aslında aklî ve ahlâkî pejmürdeliklerini sergilediklerinin de idrakinde değillerdir.

Bu vesileyle O’nu tanıyan, bilen ve sevenlere selâmım Yunus Emre’den:

“Bilmeyen ne bilsin onu,

Bilenlere selâm olsun…”

Aylık Dergisi 137. Sayı, Şubat 2016