Dr. Öğr. Üyesı̇ Hamı̇t Sevgı̇lı̇: Bütün ümmetin ortak paydası olmak herkese nasip olmaz. Eğer böyle bir şey varsa siz zirvedesiniz demektir. Buhârî öyle bir şahsiyet işte.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Ben Hamit Sevgili, Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin İslâm Hukuku bölümünde öğretim üyesiyim.
Buhârî ile alâkalı neler söyleyebilirsiniz?
Buhârî öncelikle Peygamber sevdalısı bir insan; yani çocukluğunu, gençliğini tamamen fedâ etmiş… Hz. Peygamber’e aşık, O’nun kelâmını, sözlerini bir araya getirmek için ömrünü fedâ eden bir şahsiyet.
Sahîh-i Buhârî’yi yazmasının sebebi bu diyorsunuz, öyle mi?
Tabiî… Yazmak aşkla başlar. Buhârî’de o aşk daha küçük yaşta oluştu. Bir insan bir ayını verir bir kitap yazar, onun karşılığında bir şey alır. Bir insan bir yılını verir, iki yılını verir, üç yılını verir bir doktora tezi yazar, bir yerde bir kadro alır; ama Buhârî’de böyle bir şey yok. Zengin bir ailenin çocuğuydu, babası son derece zengindi, ticaret yapıyordu, devamlı helâl üzere çalışan bir insandı. Buhârî kesinlikle dünyevî bir maslahata binaen bu yollara düşmüş değil. Buhârî tamamen aşk ve muhabbetle yola çıkmış bir insan.
Talebe fazilet mayasını önde tutmalıdır, mevki-makam, sırf akademik kariyer amacıyla ilim yapanlar Buhârî’yi anlamazlar diyebilir miyiz?
Diyebiliriz; ama hakaret de olmasın. Sadi Şirazî’nin bir ifadesi var. “Bir aşık, maşukuna ölüdür; ölüden ses çıkar mı?” diyor. Aşığın derdini aşık anlar. Öncelikle ilim muhabbetle başlar. Muhabbet ehli insanın dilini de yine muhabbet ehli olan insan anlar. İşin içinde muhabbet yoksa, o zaman sizin farklı açıdan bakabilme durumunuz olabilir. Öncelikle bu işe gönül vermeniz gerekir. İlim öyle bir şeydir.
Batı tarzı ilim eğitiminde, buna İlahiyat eğitimi de dahil, ilmin içinde olması gereken muhabbet maalesef yok. Hakiki ehl-i hâl olan âlimlerimiz, ilim adamlarımız nerede? Yeri gelmişken ehl-i hâl kelimesini de açar mısınız?
İlim nasip işidir, aynı zamanda kaygan bir zemindir. Biliyorsunuz, Cüneyt Bağdadî tasavvuf ehlinin öncüsüdür. Birinin rüyasına geliyor vefatından sonra ve “Benim verdiğim vaazlar, benim verdiğim derslerin tamamı boşa gitti yalnız bir şey hariç, o da teheccüd namazları; çünkü bunu sadece Allah için yapıyordum, hiç kimse beni görmüyordu.” diyor. İnsan ilim ehli olunca şöyle bir problem oluyor; şöhret ve benlik duygusu insanı kaplamaya başlıyor. İlim ehlinde bu vardır; kendisini ispat etme. “Ehl-i hâl”de bu yok, bu duyguları bitirme var. İnsan o duyguyu bitirdiği zaman hâl ehli oluyor.
Ehl-i hâli sevmeyen adam tasavvufu da sevmez herhalde.
Tasavvuf ehli: “Tatmayan bilmez.” Derler. Hâl ehlini hâlden payidar olan anlar. insanın önce tatması gerek… Tatmadan nasıl bilecek ki?
İbn Haldun Üniversitesi’nin tertip ettiği Sahîh-i Buhârî Sempozuyumu’nu kısaca değerlendirir misiniz?
Halisane düzenlenmiş ilmi bir şölen olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yapılan eleştirilerin de edep sınırları korunarak yapıldığını müşahade ettim. İlim zaten öyle bir şeydir. Amaç hakikate ulaşmak ise elbette sorgulama ve yeri geldiğinde eleştiri yapılabilmelidir.
Sizin sunumunuz “el Câmiu’s Sahîh Bağlamında Buhârî’nin Kıyas Algısı” idi, bu mevzuyu bize kısaca özetler misiniz?
İmâm Buhârî’nin kıyası kabul edip etmediği hususunda Sahîh şarihleri arasında ihtilaf vardır. bazılarına göre hadis ekolünün önemli bir temsilcisi olan İmam buhari reye ve kıyasa tamamen karşıdır. Çoğunluğa göre ise İmâm Buhârî, kıyasa tamamen karşı olmadığı gibi bizatihi kendisi de kıyası uygulamıştır. Tebliğde tarafların iddiaları ve gerekçelerini tartışmaya ve bir sonuca ulaşmaya gayret ettik.
İmâm-ı Buhârî’nin Şâfi’ye yakın olduğu veya müçtehit bir imam olduğu biliniyor. Bab başlıklarında Hanefî mezhebinin bakış açısına eleştirileri söz konusu, tabiî ki bu mevzu onun sahih hadisleriyle ilgili güvenimizi etkilemez, onun mezhebî bir tavırla hadis seçtiği iddia edilemez. Bu mevzuda neler söylemek istiyorsunuz?
İlim ehlinin tartışmalarından ilim; ilim ehli olmayanların tartışmalarından ise taassubiyet doğar. Gerek İmam Ebu Hanife ve öğrencileri ve gerekse İmam Buhari ilim ve hakikat ehli insanlar idi. Onların ilmi tartışma ve eleştirilerini mutaassıp yaklaşımlara çekmemek gerektiği kanaatindeyim. Kaldı ki, İmâm Buhârî’nin Sahîh’inde kullandığı ve Hanefi fukahasına yönelik olduğu iddia edilen “Kâle ba‘du’n-nâs/Bazı insanlar dedi.” ifadesini etik ve eleştirilen kesime yönelik bir saygı ifadesi olarak değerlendirmek daha sağlıklı olur.
Sahîh-i Buhârî Sempozyum’unda emeği geçenlerden Allah razı olsun diyelim. Sahîh-i Buhârî’nin eleştirisine nasıl bakıyorsunuz? Siz ne diyorsunuz bu hususta?
Muhammed Avvame’nin bir ifadesi vardı. Mealen “Edebin olmadığı bir ilim fayda vermez; hatta zarar verir.” diyordu. İlim edebin kontrolünde olacak. Aslında söylediğiniz söz şununla da alâkalı: Kur’ân-ı Kerim’de diyor ki, “Allah’tan korkanlar ancak âlimlerdir.” demek ki ilim ehli olmak aynı zamanda takvayı gerektirir, aynı zamanda haşyeti gerektirir. Bilmek, âlim olmak anlamında değildir. Âlim ayrı bir vasıf. Eğer sizin ilminiz dua ile bütünleşmişse, takva paralelinde gidiyorsa, sizin ilminizi takva kontrol ediyorsa âlimsiniz. Eğer takva ekseninde değilseniz, ilminizi takva kontrol etmiyorsa o zaman siz zararlı âlim pozisyonuna düşüyorsunuz.
Sahîh-i Buhârî ile ilgili bu iddialar hakkında ne diyeceksiniz?
Neticede Buhârî bir beşerdir; fakat hakkını vermek gerekir. Bugün tüm İslâm âlimleri, her mezhebin müntesiplerinin tamamı; bırakın dört mezhebi, diğerleri tarafından bile kabul edilmiş, benimsenmiş, değer verilmiş bir şahsiyettir. Bütün ümmetin ortak paydası olmak herkese nasip olmaz. Eğer böyle bir şey varsa siz zirvedesiniz demektir. Buhârî öyle bir şahsiyet işte. Buhârî’yi eleştirirsiniz bu ayrı bir şey; ama onun bu ümmet üzerinde büyük bir emeği olduğunu inkâr ettiğiniz zaman ciddi bir problem sizi bekliyor demektir. Hepimiz üzerinde, bütün Müslümanlar üzerinde, bütün muhadisler üzerinde, hatta bütün tasavvuf ehli üzerinde hakkı hukuku var İmam-ı Buhârî’nin. Belki Buhârî ve emsalleri olmasa biz şu anda Hz. Peygamber’in sözlerine ve fiillerine ulaşamazdık. Hz. Peygamber’e gönül vermiş, kendisini O’nun hizmetine adamış insanlar olmasaydı biz dinimizi ne kadar öğrenebilirdik?
Oryantalistlerin hadisleri tartışmaya açmaktaki maksatları nedir? Dinin ikinci kaynağının içini boşaltarak İslâm’ı desteksiz mi bırakmak istiyorlar?
Eğer bir toplumun kültürüyle bağlarını koparmak istiyorsanız, o toplumu geçmişine küstürmeniz gerekir. Toplumu geçmişine küstürürseniz, onun duygularını da koparmış olursunuz. Eğer bizim ulemaya bakış açımız değişirse, ulemanın murisi olan, bize ilmi miras bırakan Hz. Peygamberle aramıza da mesafe koyarız. Hz. Peygamber ile aramıza mesafe koyarsak, o zaman Allah ile de aramıza mesafe koymuş oluruz. Oryantalistleri iyi tanımak ve amaçlarına alet olmamak gerekir. Müslüman ilim adamına yakışan da budur.
Fıkıh olmadan hadisler anlaşılamaz. Bu mevzuda ne diyorsunuz?
Öncelikle hadis olmadan Kur’ân anlaşılamaz, fıkıh olmadan da hadis anlaşılamaz.
İzah eder misiniz?
Allahu Teâlâ mesela namazı nasıl kılacağımızı, zekâtı nasıl vereceğimizi, ibadetlerimizi nasıl yerine getireceğimizi ayrıntılı olarak beyan etmiyor. Hz. Peygamber bunu bizlere beyan etmiş. İnsanoğlu akıl sahibi bir varlık neticede. Allahu Teâlâ insanoğluna (haşa) bir maymun muamelesi yapmamış. Bazı şeyleri de insanların aklına bırakmış. Eğer her şey Kur’ân ve sünnette apaçık ortaya konmuş olsaydı fıkha gerek olmazdı o zaman. Bu da Allahu Teâlâ’nın bir lütfudur. Önemli olan fıkıh yapacak kişinin ehil olmasıdır.
Buhârî’nin Sahih’inde zikrettikleri hadislerde mezhepçi bir tavır ortaya koyduğu iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konuşma çok kısa sürdüğü için ne demek istediğini biz de tam olarak anlamadık. Kendisine de sordum sonra. Benim şu dikkatimi çekti: “Buhârî kendi görüşlerine uygun hadisleri aldı.” gibi bir ifade geçti. Ben öyle anladım. Burada bir tartışma var.
Buhârî önce bab başlıklarını oluşturup sonra mı hadisleri toplamış; yoksa hadisleri yazıp sonra mı bab başlıklarını oluşturmuş? Aslında benim kanaatime göre ikisi de doğru değil. Yani Buhârî ne önce hadisleri toplayıp sonradan bab başlıklarını oluşturmuş, ne de önce bab başlıklarını oluşturup sonradan altında hadisleri zikretmiş. İki yaklaşım da doğru değil. Çünkü aklen bu mümkün değil; yani düşünün ki siz yüzlerce, binlerce bab başlığı oluşturacaksınız, görüşlerinizi ortaya koyacaksınız, sonra hadisleri alıp onların altına yerleştireceksiniz. Bu insana olan itimadı sarsar; ki Buhârî böyle bir insan değildir. İkincisi; hadisleri tamamen yazıp sonradan bab başlıklarını oluşturduğu görüşü de çok sağlıklı değil. Kanaatimce ikisi paralel yürümüş. Buhârî delillere ulaştıkça, o deliller ekseninde kendi görüşünü ortaya koymuştur.
Mezhep meselesine gelince; kendi mezhep görüşüne uygun hadisi zikrettiği çok ağır bir eleştiridir. Buhârî’nin bunu hak ettiğine inanmıyorum. Buhârî’nin hayatını, felsefesini, onun ilmî kişiliğini bilen, onun duygularını paylaşan bir insan, Buhârî’nin (haşa) kendi görüşünü hadislere kabul ettirme amacında olmadığını görür. Buhârî hadis ne derse onun peşindedir. Her alim gibi Buhârî de hakikatin peşindedir. Bir mezhep kurgulayıp onu destekleyen hadisleri almanın peşinde değildir. Bu tip ithamların ilmîlikten de uzak olduğu kanaatindeyim.
Problem nerede? Çünkü tarihselcilik bataklığında da gezen kişilerde bu problemler var. Tarihselcilerin de hadislere bakışı pek sağlıklı değil.
Tarihselcilerin şöyle bir problemi var: Siz hadisi nasıl ortadan kaldırırsınız? Sizden önceki selefi tenkit edersiniz, onları değersizleştirirsiniz. Değersizleştirdiğiniz zaman ne olur? Onların aktarmış olduğu bilgiler de değersiz hâle gelir. Dolayısıyla bu ne anlama geliyor? Hadislerin değersizleştirilmesi anlamına geliyor. Aslında bu, (haşa) Kur’ân’ın da değersizleştirilmesi anlamına geliyor. Çünkü Kur’ân’ı rivayet edenler de onlardır, günümüze kadar taşıyanlar da onlardır. Hadisin taşıyıcısı kimse, Kur’ân’ın taşıyıcısı da onlardır. O da rivayetle gelmiş. İkisi arasında nasıl ayrım yapacağız? Sen diyorsun ki, “O hadisi rivayet eden (haşa) yalan söylemiş.” Kur’ân ayetlerini rivayet ettiği zaman doğru söylediğini nereden bileceğiz? İkisi arasında nasıl ayrım yapacağız? Belirleyici bir çizgi olması gerekiyor. Bu da mümkün değil. Kuran’a gelince de pek çok ahkamı o günün şartlarına göre yorarsanız o halde Kuran’ın bizi ilgilendiren tarafı ne kalır. Sadece iman mı? unutmayalım Allah bizleri hayatımızın her alanını kuşatacak şekilde hükümler ile de mükellef kılmıştır.
Kur’an’a dil uzatıyorlar. Fıkıh bilmeden hadislerden bir neticeye varamayız. Bir usûl lazım yani…
Lafız bir mânânın kalıbıdır. İnsan o kalıplardan mânâlar çıkarır. Onunla meramınızı ifade edersiniz. Fıkıh da mufassal bir şekilde anlamaktır. naslar bazen genel olabiliyor. Ayrıntısına kadar her asrın veya her şahsın anlayabileceği şekilde olmayabilir. Bunu anlayacak bazı beyinlerin olması lazım ki onlar da fukaha olarak ifade ediliyor.
Hadisleri anlamada fukahanın bakışı... Çünkü müçtehidler, usûl getirmiş kişiler olup hadisleri bizden daha iyi anlıyor.
İşi ehline sormak gerekir. Her branşta böyle. Neden herkes ehil olmadığı konuda konuşamıyor herkes... Fizik veya biyoloji hakkında herkesin konuşma yetkisi yok. Bunu kabul ediyoruz. Haliyle hadis veya fıkıh konusunda da herkesin konuşmaması, böyle bir cesaretinin olmaması lazım. Bu işin bir usûlü, kaidesi vardır.
Hadisleri okuduk, burada bir hadis gördük. Bunlardan hükme varmaya kalkmamız...
Tehlikeli. Basit bir şey değil. Mesela, hilafet veya imamet meselesi. Hadislerin zahirine göre yorumlamaya kalkarsanız o zaman ne anlarsınız. Fıkhî bir mesele olarak mı anlarsınız, itikadî bir mesele olarak mı anlarsınız? Eğer itikadî bir mesele olarak anlarsanız o zaman eğer Müslümanlar bir halife seçmezlerse tümü günahkâr, tümü sapıtmış anlamına gelir; ama bu meseleyi fıkhî olarak düşündüğümüz zaman kimse kimseyi tekfir etmemiş olur. Bugün birçok akımın Müslümanları dışlamasının arka plânında ne var? Tekfir var. “Bunu itikadî mesele olarak dayatıyor. Ancak ilmî olarak baktığımızda tabiî ki fıkhî ve içtihadî bir meseledir. Böyle olduğu için dönemsel olarak farklılık görülebilir. Bugün Müslümanların bir halifesi yoktur; ama alternatif başka şeyler düşünülebilir. Bu bizim imanımızı zedelemez. Bu bakış açısıyla baktığımız zaman kimseyi dışlamak olmaz; ama bir zaviyeden baktığınız zaman ne yapmış oluyorsunuz? Müslümanları tekfir etme zilletine insan düşebiliyor.
Yani bir büyükten himmet istemek, mesela “Yetiş ya Hızır!” demek...
Tabiî fail-i mutlak olan Allah. Bu benim alanım değil. Eğer siz istigâsede bulunuyorsanız, burada özellikle bu kavramı kullanıyorlar, “istiane”yi kullanmıyorlar. İstiane sadece Allah’tan yardım beklemek. İstigâse ayrı bir şeydir. Kavramları dikkatli kullanmak lazım. Eğer gerçekten o şahsın sizin yardımınıza koşacağını sanıyorsanız, (haşa) uluhiyet vasfını yüklüyorsanız bu şirktir. Mesela “Hz. Ali’nin yüzü suyu hürmetine” diyoruz ya, bizim kendi inancımızda bu insanların gerçekten Allah dostu insanlar. “Onların hürmetine beni de bağışla” anlamında. Bunda ne var ki. Bir âlimin elini öpüyor, şirk deniliyor. Bunun o kadar basit, o kadar hafife alınmaması gerekir. Yıkıcı bir ithamdır küfür veya şirk.
İslâm tarihinde gerek şeyh-mürid ilişkisinde, gerek himmet istemede, gerek kabir ziyaretlerinde Allah’ın mutlak iktidarını hiçe sayarak hiç kimse yardım istememiştir ki böyle bir sonuca varılıyor. Böyle bir şey var mı?
Yok. Bunu Müslümanların aşması gerekir. Müslümanların bugünkü durumu aslında bunun bir sonucudur maalesef. Ancak tasavvuf ehlinin de kendini sorgulaması gerekir.
Üstad Necip Fazıl’ın ruh ile aklı birleştirmesi ve İslâm’a muhatap anlayışla beraber bütün-küllî bir bakış açısı koyması noktasında neler söyler söylemek istersiniz?
İslâm, öncelikli olarak beyinleri fethetmiyor, önce kalbe tesir eder; beyin zaten ilk etapta fethedilmez. Öyledir ya, önce kalpler fethedilir... Eğer kalp fethedilmezse, onun üzerine bir şey inşa edemezsin... Marifet budur... Marifetsiz bilginin ise değeri yoktur. Bir bilginin bütün iliklerinize işlediğini düşünün... Bunu her yerinde hissetmek ve hazmetmek; bu marifettir.
Kanaatimce, ümmetin en fazla ihtiyaç duyduğu şey marifettir. Marifet adına noksanlık yaşadığımız için ümmet bir nevi yıpranmış hâldedir. Üstad’ın da ifade ettiği şey budur... Bunu tekrar ihya ve inşa etmek lâzım. Bilgiyi, marifetimizi, maneviyatımızı bütünleştirip, tekrar ayağa kalkabilmeliyiz. Bence Üstad onu ümmete reçete olarak sunmuş.
BARAN dergisinde daha önce yayınlanan bir mülakatında üniversiteden bir hoca, “Üstad Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü isimli eserinin hikmet-i teşrî açısından medreselerde ve üniversitelerde okutulması lâzım!” demişti. Siz de fıkıhçısınız, bu hususta neler söyleyebilirsiniz?
Bir şeyin hikmetini anlamadan teşrî yapılmaz zaten. Müslüman olmak aynı zamanda hikmet ehli olmayı gerektirir. İslâm’ın yapısında bu vardır. Kur’an-ı Kerim hikmetlerle doludur. Bu kelime ısrarla vurgulanır orada... Hikmet ehlinin bir görevi de kalbe işlemektir!.. O şeyi özümsemek, yaşamak demektir... Bilgi aktarmak başka bir şeydir; bilgi aktaracaksınız, elinizdeki çantanın içinde yazan metinleri birine verebilirsiniz. Hikmette öyle midir? Bir şeyi benliğinizle karıştırarak verirsiniz. Müslüman bir şeyi aktarırken aynı zamanda şahsiyetini ortaya koyar.
Siirtliydiniz, orada durumlar nasıl? Aslen o taraflı mısınız?
Evet, Siirt kadim bir şehirdir... İlim-irfan geleneği hiç kesilmemiş, sıkıntılı dönemler geçirmesine rağmen an’anelerinden kopmamış bir yer... O eski ilim geleneği hâlâ da devam ediyor. Muhafazakâr ve mütevazı bir toplum var orada. İnsanlar pozitiftir, kanaatimce bu hâl de ilim-irfan geleneğinin tesirindendir. Siirtli çocuklara baktığınız zaman bunu görebilirsiniz...
Son olarak ilave etmek istediğiniz bir husus var mı?
Her Müslüman öncelikle nefsini tezkiye etmeli sonra mehâsin (güzellikler) ile donatmalı sonra her bir işine koyulmalıdır. Birbirine daima dua etmeyi unutmamalıdır.
Aylık Dergisi 184. Sayı Ocak 2020