Genelde anayasalarda süslü kelimeler çoktur, hak ve özgürlüklere bolca vurgu yapılır. Ama bunların güvenceye kavuşturulması ve tatbik edilmesi önem arz eder. Söz ile eylem birbirine uymalıdır. Yazılı metin ile uygulamanın birbirini tutup tutmadığına bakmak zorundayız.

1924 Anayasası, “hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz” diyor. Ama bunu denetleyecek Anayasa Mahkemesi gibi bir kurum yok. Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri gibi düzenlemeler anayasaya aykırıdır; fakat Meclis bunları çıkarır. Çünkü bu kanunlarla muhalefetin susturulması amaçlanmış. Meclisin oluşumu da adil bir seçimle değil, atama ile olduğu için böyle kanunları rahatça çıkarabiliyor. Mete Tunçay, İstiklal Mahkemelerini, “Cumhuriyet terörünün en önemli araçlarından biri”(1) olarak niteler. Şeyh Said isyanı bahanesi ile ayaklanma bölgesinde İstiklal Mahkemesi kurulması ile yetinmeyip Ankara’da da kurarak, fırsattan istifade ile tüm muhalefeti sindirmek amacı güdülmüştür. Cumhuriyet rejimi 1925’den itibaren tek parti diktatörlüğünü açıkça ilan etmiştir, diyebiliriz. 

Olağanüstü mahkemeler tabii hâkimlik ilkesine aykırıdır. Hem bu açıdan, hem yargısal güvenceler açısından 1876 Anayasasından geridir. Kanun koyucu karşısında yargının güvencesi etkili değildir. Genel savunma hakkı olarak da eksiklik var.

Hak ve hürriyetler, 1789 Fransız Anayasasından aynen alınıyor. Ve özgürlükler kanunla sınırlanır, diyor. Ama uyulması gereken üstün ilkeler veya teknik ölçütleri yok. (2) Bu dönem çıkarılan birçok kanun anayasaya aykırı olmuştur. Demek ki hürriyetler kâğıt üzerinde kalmış, uygulamada istibdat yapılmış.

1924 Anayasası çoğunlukçu anlayıştadır. Russo’nun genel irade teorisinden etkilenilmiştir. Çoğulculuk yoktur. Azınlıkta kalanların hakları güvenceye alınmamıştır. Burada, nasıl bir çoğunluk, diye sormalıyız. Çünkü anayasanın, “hâkimiyet bila kaydu şart milletindir” demesine rağmen asıl millet çoğunluğu büyük baskı görmüş, tepeden inme bir toplum mühendisliğine maruz kalmıştır. Öyle ki programında, “fikirlere ve dini inançlara saygılı” olduğunu söyleyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bu ifadeden dolayı Hıyanet-i Vataniye Kanununa muhalefetten “dini siyasete alet etmesi” gerekçesi ile kapatılır.(3)

Anlaşılan o ki, milletin hakkını meclisteki tek parti tekeline almış, bununla halkı ve muhalefeti baskılamıştır. Fakat “hâkimiyet bila kaydu şart milletindir.” gibi süslü laflara anayasada yer vermekten de geri durulmamıştır. Kemalist ekip yapılanlar için, “halka rağmen halk için” gibi tuhaf izahlara girişmişlerdir. Ayrıca “kansız devrim olmaz” gibi ancak ihtilal esnasında söylenebilecek sözü, ihtilal sonrasında sürdürülen kan dökücülüğün mazereti yapmışlardır. CHP’nin tek parti döneminde milleti siyaset mekanizmasına dâhil etmeyişine rağmen yaptığı halkçılık edebiyatı için, 14. Loui de gördüğümüz “devlet benim” despotluğunun, “millet benim” despotluğu versiyonudur, diyebiliriz.

CHP’nin altı okundan ibaret bir parti programıyla, yeni bir devlet sistemi tesis edilmeye kalkılmıştır. “Çağdaşlaşma” söyleminin yeterli olmadığını ve fikirsiz ihtilâlin mevzu bahis olamayacağını belirtelim. Aslında Cumhuriyet ne getirdiği ile değil de, neye karşı olduğu ile zuhur etmiş tepkisel bir harekettir, inanç ve değer sistemi getirmemiştir. Onun için, fikir, ilim ve sanat kadrosu oluşmamıştır. Fakat şunu inkâr etmeyelim, Batı hayat tarzına özenti içinde yaşayan, düşüncede sığ ve idrakleri iğdiş edilmiş bir nesil yetiştirmiştir. Eğer bunu başarı olarak görüyorsak, Kemalizmin başarısı budur! 

Laiklik ilkesi, din karşıtı olarak ve aydınlanma felsefesini dayatarak, totaliteryen adım olarak CHP ideolojisinin aracı olarak işlev görmüştür. (4) Kemalist devlet, İslâm dinine karşı tarafsız kalmadığı gibi, bünyesindeki Diyanet İşleri Teşkilatı vasıtası ile ezan ve ibadetlere karışmış, dini reform-değiştirmeye kalkışmış, din eğitimini uzun müddet yasaklamıştır. Şunu belirtelim ki, laikliğin, din ve dünya ayrımını, din dünya için indirildiği gerekçesi ile İslâm dini kabul etmediği gibi; laikliğin din ve vicdan hürriyeti söylemi ise dini eğitim ve müesseselerinin yasaklanması ile lafta kalmıştır. Ayrıca şunu da ilave edelim ki, “vicdan hürriyet” tabiri, vicdanlara karışılamayacağı hakikatinden dolayı anlamsızdır. Mühim olan inanç ve ibadet özgürlüğünü ifadeye geçebilmek ve kurumlarını kurmaktır. Laiklik uygulamalarında bunun olmadığı açıktır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında 90 kadar cami kapatılmıştır. Diyanet İşleri Reisliği tarafından 8 Ocak 1928 tarihli bir tüzük uyarınca bazı tespitler yapılmış, 1932’de bunun yerine cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkında Nizamname yapılmış, 15 Kasım 1935 tarih ve 20845 sayılı yasayla da tasnif dışı kalan camilerin başka amaçlarla kullanılmak üzere kapatılması öngörülmüştür. Ancak, daha 1928 yılında İstanbul’da bir cami CHP’ye satılmıştır.(5) Kimi depo ve ahır, kimi de meyhane vs. yapılmıştır. Tekke ve zaviyelerin ne olduğu ve kimler tarafından yağmalandığı ayrı bir bahis. Burada şunu ifade edelim ki, kapatılan camilerin sayısı mevcut camilerin sayısı yanında fazla bir yekûn tutmaz ama mühim olan bütün Müslümanları kapsayan baskı ve sindirme politikalarıdır. Bağımsızlığın sembolü ve Fatih Sultan’ın vakfiyesi olan Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ise esaretimizin hâlâ süregelen sembolüdür. Bu arada bu mühim mevzuyu da hatırlatmış olalım:

Laikleşme adımları sadedinde şunları da vermemiz, laiklikten ne anlaşıldığına misal teşkil eder. Cumhuriyet Gazetesi, 6 Eylül 1925: “Memleketimizde ilk defa yapılan bir müsabaka. Evvelki akşamki güzel bacak müsabakasına dört hanım iştirak etmiştir.” Aynı havadiste, Beşiktaş Kulübü’nün Taksim Bahçesindeki eğlencesinde yapılan dans müsabakasına da değinilmektedir. 1931 başında Naşide Hanımın güzellik kraliçesi seçilmesi, öğretmen olması dolayısıyla, Maarif Vekili Esat (Sagay) Bey tarafından kınanınca, eski deyimle hayli kılükalı mucip olmuştur. (Yobazlıkla suçlanan bakanın beyanatını tavzihi için bkz. Cumhuriyet, 23 Kanunusani 1931). Ertesi yıl Keriman Halis’in Dünya Güzeli seçilmesi ise, Atatürk’ün, “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu” vurgulayan bir demeç vermesine yol açmıştır. (ASD 3, s. 92-93) Balolara gelince, bunlar eskiden beri İstanbul-İzmir Levanten çevrelerinde düzenlenirken, Cumhuriyet döneminde resmiyet kazanmışlardır. Ankara Türk Ocağında yapılan ilk Tayyare Balosuna, Gazi ve İsmet Paşalar katılmışlardır. (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Kanunusani 1926). (6) Balolara girip çıkanlar ile onları tahta perdeler arkasından seyreden köylüler arasındaki uçurumu Ankara romanında tablolaştıran Yakup Kadri Karaosmanoğlu, devri, ideallerinin hemen pörsümesini acı acı eleştirir. 

Laiklik uygulamasının dine baskı ve tasfiye aracı olduğu görülmektedir. Dinlere eşit mesafe olarak değil de, İslâm dinine müdahale ve ibadet diline kadar (ezan vs.) değiştirme şeklinde tezahür etmiştir. Laiklik ilkesine rağmen zekât ve sadaka-yı fıtr bedelleri ile kurban derilerinin TC Tayyare Cemiyeti’ne verilmesi için Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliğince “şer’an caizdir” diye fetva verilmiştir. 
1924 Anayasası, liberal felsefeye sahip olup sosyal haklardan uzaktır. Aslında, liberal felsefenin de uygulandığını söyleyemeyiz. O zamanlar sosyal hakların anayasalara yeni girmeye başladığını da belirtelim. Sanayileşmede yol alınamadığı gibi köylü ağır vergilerden perişan vaziyettedir. 

Rejimin kısa zamanda tükendiğini ve muhalif bir partiye herkesin teveccüh ettiğini belirtelim. Öyle ki, danışıklı kurulan Serbest Fırka’ya olan teveccühü gören M. Kemal, kendi kurdurduğu partiyi aynı yılda (1930) yine kendi kapattırmıştır. İlk muhalif fırka olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını ise 1925 yılında M. Kemal kapatmış idi. Bu partiyi Milli Mücadele’nin a takımı olan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve arkadaşları kurmuş idi. Hilafet’in kaldırılmasına tepkiden doğan, Şeyh Said isyanı bahane edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 1925’te kapatılır. Takriri Sükûn Kanunu ile herkes susturulur. Her iki partinin kapatılmasında “irtica” ithamı yer almaktadır. Kemalistler, Cumhuriyet tarihi boyunca muhalif sesleri susturmak için bu söyleme çokça başvururlar. Müslümanları “irtica ve gerici” diye damgalayarak cemiyet ve siyaset alanından yasaklamayı amaç edinirler. 

Seçimle ilgili Anayasada hüküm yok, kanunlara bırakılmış. Seçimler ise CHP’nin dediğine göre oluyor. İki dereceli seçim sistemi var. İllerdeki ikinci seçmenler, belediyelerde toplandıkları odanın içine kadar giren jandarmanın açıkça baskısı altında Ankara’dan gelen listeyi seçiyorlardı veya onaylıyorlardı. Açık oy gizli tasnif gibi garip uygulama vardı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise M. Kemal’e rakip çıkmıyor veya çıkarılmıyor ve dört seferde de %90’ların üzerinde oy alıyor. Aslında seçimler göstermelik. “Güdümlü Cumhuriyet” diye isimlendirilmesinin sebebi budur.

Basın üzerinde şiddetli baskı vardır. Cumhuriyet ilanının üzerinden 1,5 ay geçmeden İstanbul Matbaasını susturmak için İstanbul’a İstiklal Mahkemesi gönderilir. Tutuklamalar, kapatmalar vs. Sonra M. Kemal basını İzmir’e Göztepe köşküne çağırıp, onlara, “hepiniz Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale vücut getirmeli” diye öğüt verir. Fakat uzlaşma havası uzun sürmez ve halifeliğin kaldırılması üzerine çıkan yazılar bahane edilerek, 1925 Takrir-i Sükûn kanunu ile muhalif bütün gazeteler kapatılır ve gazeteciler tutuklanır. Bu baskı dönemini dönme ve İttihatçı olan Ahmet Emin Yalman, “1925 ile 1936 arasında memlekette gerçek manasıyla tek bir gazete bile kalmamasına yol açtı” diye ifade eder.(7) 

Anayasaya aykırı olmasına rağmen İstiklal Mahkemeleri faaliyette bulunur. Şark İstiklal Mahkemeleri üyelerinden Lütfi Müfit’in savcı Süreyya Bey’le tartışırken, “bizim belli, milli bir amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanun üstüne de çıkarız”demiştir.(8)

İzmir suikastı davasında,avukat isteyen İzmit mebusu Şükrü Bey’e mahkeme reisi Ali (Çetinkaya), “İstiklal Mahkemeleri dava vekillerinin cambazlığına gelmez” diyerek, bu talebi reddetmiştir.(9)
Şapka kanununa muhalefetten İstiklal Mahkemeleri birçok masumun canına kıymıştır. Kanun geriye yürütülüp idam edilen İskilipli Atıf Hoca cinayeti meşhurdur.

İstiklal Mahkemeleri, uygulamaları ile genel hukuk kurallarını çiğnediği gibi, kendi kuruluş kanununa da uymamıştır. Yetki ve görev sınırlamasını bile dinlememiş, vekillerin dokunulmazlığına bakmadan tutuklamıştır. 

Bu arada sıkıyönetim mahkemelerinin varlığından bahsedelim. Üzerlerinde herhangi bir araştırma yapılmadığı için karanlıkta kalmıştır. İstiklal Mahkemeleri gibi “icra-i faaliyette” bulundukları tahmin edilmektedir. Doğudaki sıkıyönetim 1927 yılına kadar aralıklarla sürmüştür.

Halifeliğin ilgası ise Müslümanların dini sembolünün ortadan kalkması yanında siyasi yıkımlara da yol açmıştır. Buna bir misal: “İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi, Halifeliğin kaldırılması yolundaki haberi hayretle karşılayıp inanmakta güçlük çektiklerini yazmıştır. Bu İngiliz görevlisi o zamana kadar Kürdistan’ı patlamağa hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk propagandasının Kürtlerin halifeye kesin bağlılıklarına dayandırıldığını; Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu belirtmektedir.”(10)

Halifeliğin kaldırılmasını her boyutta inceleyen Mete Tunçay, Lozan’a giderken halifeliğin varlığının gerekli görülmesi ve sonrasında kaldırılmasıyla ilgili kaynaklarıyla birlikte şöyle bir not düşer:
“Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz ilişkiler,1919-26,s.260.
Toynbee, Ankara hükümetinin hilafeti bir dış politika aracı olarak değerlendirmekte,.İttihat ve Terakki yöntemini sürdürdüğünü yazmaktadır. (Survey 1925/1,s. 48/dn.1.) 
Öte yandan, halifeliğin kaldırılmasını Lozan’da Lord Curzon’ın Türk delegelerine telkin ettiği yolunda, sağ çevrelerden gelen bir iddia da vardır. Kazım Karabekir Paşa, 1933’te İstanbul-Erenköy’deki köşkünde Em. Kur. Alb. Halit Akmansü’ye bu yolda işittiklerini anlatmıştır, 1950’de Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisinde, Lausanne’daki danışmanlarımızdan (sonraları Hamambaşı olan) Haim Nahum’un halifeliğinin kaldırılmasında oynadığı rol hakkında yayın yapılmıştır (Z. Göğem,2/s.274-75).”(11)

Yeni Rejim ve Ekonomik Tablo

Emperyalizme karşı verilen bir savaşın amacına aykırı olarak ve onlarla uzlaşma, zaten kötü olan ekonomik hayatı daha beter bir hale getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Düyun-u Umumi denen genel borçlar içerisinde kıvranırken, Lozan’da hem borçlar kabul edilmiş, hem de İngilizlere tanınan gümrük muafiyetleri sürdürülmüştür. Ancak kültür, hukuk, ahlâk, siyaset vs. alanlarda Osmanlı reddedilirken ne hikmetse borçlar kabul edilmiştir.

Lozan Antlaşmasıyla, gümrük politikalarına konan engeller yüzünden 1929 yılına kadar endüstrileşme sekteye uğramıştır. Dış ticaret açıkları artmıştır. 
1923 İzmir İktisat Kongresi’nde ise daha ziyade Lozan öncesi Batıya mesaj vermek için liberal kararlar alınmış fakat çoğu uygulanmamıştır. Liberal politikalar ve özel sermayenin korunması bir işe yaramamış, 1930’dan itibaren devletçi ve himayeci politikalara dönülmüştür. Ancak sanayileşme ve büyümede biraz yol alınmış, ithalat kısıtlanmıştır. Sanayileşmenin yükü ise öncelikle köylüler ve sonrasında işçiler tarafından paylaşılmıştır.(12) 

CHP’li mebuslarının yolsuzlukları olarak, hatır gönül için imtiyazlar verilmesi, vakıf mallarının yağmalanması, azınlıkların topraklarına el konulması, yabancı sermayenin bayiliği peşinde koşulması vb. misallerini verebiliriz. (Koç’un zenginliği de buradan gelmektedir.)

Devlet eliyle kapitalist zümre meydana getirilmek istenmiştir. Liberal politikalar ise birçok inkılapta olduğu gibi Batıdakinin tersi bir manada olmuş, yani devletin ekonomiye asgari müdahalesi değil de özel sermayenin devlet eliyle büyütülmesi gerçekleşmiştir. Siyasi kadrolarla sermaye çevrelerinin bir araya gelmesinde önemli bir rol oynayan İş Bankasıdır. Bankayı temsil eden politikacılara ve nüfuslu kimselere, İş Bankasının Fransızcası olan ve aynı zamanda “çıkarcı” manasında kullanılan “affairiste” kelimesinin karşılığı olarak “aferistler” denildi. Fahri Rıfkı, Çankaya adlı kitabında, “Cumhuriyet tarihi için pek acı bir aferizm salgınının başlangıcı” diye bu yolsuzluğa dikkat çeker. (13)

Yoksul köylünün durumu iyileşememiştir. Âşâr vergisi kaldırılmış, nisbî iyileşme olmuş ama daha sonraki iktisat politikaları köylünün aleyhine dönmüştür. Azınlıkların toprakları kapanın elinde kalmış, büyük mülkiyetler oluşmuştur. Savaştan sonra milletten kaynaklı olan üretim canlanması ise orta seviyede kalmıştır. Paranın değerinin düşmesi, ihracat gelirlerini azaltmıştır. 

Siyaseti ticarete alet ederek yapılan yolsuzluklardan en meşhuru, Yavuz-Havuz davasıdır. İstiklal mahkemesi reisliğinde de bulunmuş sabık bahriye vekili Topçu İhsan (Eryavuz,) Divan-ı Âli’ye sevk edilerek 2 yıl hapse mahkûm olmuştur. Yine İstiklal Mahkemesi reis ve azalarından Kılıç Ali ve Kel Ali’nin (Çetinkaya) içinde bulunduğu örgütlü bir yolsuzluk örneği de “Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi”dir. 1922’de kurulup 1937’de fiilen son bulan bu devlet destekli özel girişim macerası herhangi bir cezai kovuşturmaya uğramamıştır. 

Sanayileşme ile ilgili şunu söyleyebiliriz ki, sanayileşmeye evet ama kapitalist yoldan sanayileşme kapitalizme bağlılık doğurur. Ve aradaki makas bir türlü kapanmaz. Dış ticaret açığına karşı ithal ikamesine geçilmiş ama bu da bir noktada tıkanmıştır. Netice-i kelâm, yanlış sanayileşme sıkıntısını yüzyıldır yaşamaktayız. Ekonomideki yapısal sorunların temelleri buralara kadar gider. 

“Uygarlaşma” sloganı altında dönen ekonomik sömürge çarkına da dikkat çekmek istiyoruz. Kapitalistleşmeyle birlikte Batı emperyalizminin açık pazarı haline gelindiğini, hatta devletin burjuva kapitalizmini kendi doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu da devlet destekli soygun düzeni ortaya çıkarmış ve Batıda olmayan bir boyutta ahlâksızlığa yol açmıştır. 

Sonuç ve Değerlendirme

Bizde anayasalar toplumsal taleplerden doğmamış, siyasî bunalımlar neticesi ve çoğu dış baskılı olan “batılılaşma-çağdaşlaşma” çabalarının ürünüdür. Hepsi yukarıdan aşağıya doğrudur. 1924 Anayasası ile de toplum mühendisliği ve ideolojik bir yapılanma amaçlanmıştır. Anayasalar tabandan gelmediği için toplumsal bunalımlara yol açmış ve sık sık değişikliklere gidilmek zorunda kalınmıştır. 

Şu hususu da gözden kaçırmayalım. Her anayasası olan devlet, anayasal devlet değildir. Anayasal devlet, anayasanın temel hak ve özgürlüklerini koruduğu ve siyasal yönetim üzerinde etkili olduğu devlettir. Dünyada birçok ülkede anayasalar, o ülkedeki rejimi gizleyen paravandır, çok azı gerçekten anayasal düzen kurmuştur.(14) Mesela, 1924 Anayasası sonrası uygulamalara baktığımızda, temel hak ve özgürlükler ve yargılama güvencesi bakımından göstermelik kalındığını ve anayasada yazılanla alakasız durduğunu söyleyebiliriz. Meşhur olmuş şu sözü burada hatırlatalım: “Saltanat-ı meşruta”dan(anayasal monarşi),”cumhuriyet-i mutlaka”ya (monarşik cumhuriyet) geçildi.

Resmi tarihe ayarlı ve siyasi-ideolojik saiklerle bir çok kitap yazılmıştır. Maalesef yazarında akademik unvan taşıyan bu kitapların çoğunda birincil kaynaklara ulaşmadan genel kabul gören görüşleri sorgusuz sualsiz tekrarlama anlayışı hâkimdir. Şu hususu da ilave edelim; birincil kaynaklara varmak yanında onları değerlendirici gözde önem arz etmektedir. Az da olsa ilim ve araştırma haysiyetini taşıyan eserleri arayıp bulmamız ve kaynaklara gitmemiz gerekir.

İnsanlığı ve uygarlığı Batı tarihinden başlatan, sanki bizde daha önce hukuk yokmuş gibi kör davranan Batı merkezli (euro-centric) değerlendirmelere dikkat çekmek istiyorum. Mesela, 1808 Senedi İttifakı’nı ilk ve çok önemli bir anayasal belge olarak sunmak ve yine Batı merkezli bakış açısıyla bizdeki anayasaları da ilk defa hukuk ve özgürlüklerle tanışıyormuşuz gibi değerlendirmek hatadır. Ayrıca koskoca İslâm tarihini görmezden gelmek, Selçuklu ve Osmanlı nizam ve medeniyetini inkâr etmek inkârcılığa ve Batıcı körlüğe misaldir. Kurduğu nizam en başta hak ve adalete dayanan, fethettiği yerleri bile imar eden, inançlara müdahale etmeden düzen kuran böyle bir tecrübeyi görmezden gelmek veya araştırmamak affedilir gibi değildir. Oryantalist bakış açısıyla da tarihini değerlendirmek ayrı bir ayıptır. Bunu da ayrıca belirtelim.

İlim ve düşünceyi Batının tekelinde görüp, onların bakış ve kavramlarıyla düşünmek sadece taklit olur. 1924 Anayasası ve sonrakilerde olduğu gibi. İthal kültürle bir yere varılamaz. Ancak Batının devşirmesi olunur. Mevzumuza denk gelen şu tesbitleri Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan verelim: “Medenî kanun İsviçre’den, ticaret kanunu Fransızların, sömürgelerine uyguladığı ticaret kanunlarından, ceza hukuku İtalya’dan aparılan, iktisadî düzeni ‘karma ekonomi’nin karmakarışık tonlarında dolanan, yetmiş senedir ‘eğitim sistemini’ bir anlayışa bağlayamamış, siyasî rotası belirsiz idarî yapısı felç bir ülkeyiz!..” (15)

Batı merkezli bakışın düştüğü başka bir hataya işaret etmek istiyoruz. Batı, hukuk devletini 19. asırda fark etti ama bundan 10 asır önce yani 9. asırda İslâm ülkelerinde mahkemeler vardı, hukuk devleti vardı. Devlet ve devlet başkanı, Kur’an ve sünnet ile yani bir üst normla denetlenebiliyordu. 

Osmanlı devletinde padişahlar sınırsız yetkiye sahip değildi, monarşi var idi ama buna mutlakiyet denemezdi. Çünkü şeriat yani hukuk ile sınırlı idi. “Ehl-i hal vel akd” meclisi, padişahın tahta çıkışında ve gerekirse azledilişinde yetkili idi. (16) İslâm’da sultan seçiminde “velayet-i amme” müessesesi var. (17) Yani kamudan yetki alma şartı var. Yoksa bu yetki kimsenin zatından gelmez. Eski Türklerden gelen kurultay şeklindeki meclisin, İslâm’ın meşveret-şûra emriyle örtüştüğünü ve padişahın bununla bağlı olduğunu belirtelim. Fatih’e kadar Kurultay etkili olmuş, sonra bu yapı Divan-ı Hümayun’a dönüşmüştür. Daha sonra da Meşveret Meclisleri gelir.

Toplumların farklı yapılarını anlamamak, yanlış değerlendirmelere yol açar. İslâm toplumlarında Batı tarihinde olduğu gibi derebeyleri, senyörler, serfler diye kast sistemi yoktu. Batının sorunları farklı olduğu için çözümleri de haliyle ona göre olacaktır.

Bir milletin, başka milletin medeniyetini olduğu gibi alarak medenileşmesi, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Bir milletin toptan din değiştirmesi mümkün, ama kopya ile medeniyet inşası mümkün değildir. Bu ancak tiyatrovâri bir taklid olur. Milleti cahil görenlerin (İttihatçı ve Kemalistler) yaptığı cahilliğe dikkat çekmek istiyoruz.

Kemalizmin bugün geldiği noktaya öykünmeciliğin sonu da diyebiliriz. Arnold Tonbee’nin öykünmeci Herold ile kızgın ve bağnaz Zelot misaliyle anlattığı gibi, “öykünmeciler, öykünülen medeniyetin ancak proleteryasının sıralarını şişirirler.” (18)

Yanlış anlamalara yol açmamak için şunu ifade edelim ki, eskiyi aynen ve de şeklen kopya etmekten bahsetmiyoruz. Değişim ve yenilik gerekliydi, ayrıca saltanatla devam edilemez idi. Ama ithal devrimler ve devşirme kültürle bir yere varılamayacağını, milletin köklerinden gelerek ileriyi aydınlatacak yeni fikirlere muhtaç olduğumuzu belirtmek istiyorum. Bir misal verirsek: Şapka için nice kelleler alındı ama gelinen noktada Kemalistler dâhil şapka takan yok. Batıyı yakından tanımak isabetli olmuştur ama kılık kıyafete varıncaya kadar taklid etmek şahsiyetsizliği ve kimliksizliği doğurmuştur.

1924 Anayasası, öncesinde ve sonrasındaki anayasalar gibi Batı taklidi mahsulü olup, meşhur bir benzetmeyle, insana göre elbise değil de, elbiseye göre insanları uydurmak şeklinde olmuştur. Zorla yapılan toplum mühendisliği söz konusudur. Rejim ve anayasa tartışmaları da halen sürmektedir. Modernleşme ile kendine özgü sistemini kurmak arasında kalmış bir toplumun ihtiyacı olarak Batı ile hesaplaşmaya önem veren ve estetik planda zuhur edip, hem köklerimize bağlı, hem de yeni bir dünya görüşü olmalıydı. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun (Büyük Doğu- İBDA) düşünce sistemi ise modernleşme ve milli olma ikileminde kalmış toplumun ihtiyacına cevaptır. Çünkü Batının kültürel bombardımanına ve bu kadar içimize girmiş olmasına karşı, fikir ve anlayışta kurtuluşumuz olarak alternatif bir sistem ortaya konmalı idi. Zira hukuk, sonuçta kültürden doğmaktadır.

Netice olarak şunu söylemek istiyorum. “Devşirme kültür”le bir yere varılamaz; hukuk, sanat, idare ve nizam kurulamaz. Ecdadımızla kuru kuru övünmek yerine, günümüzde kendimize ait bir “şey” üretmeli, yerli ve milli olmalıyız.
 
Dipnotlar
1-Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yayınları, Ankara, 2005, s. 100.
2-Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Hukuk Yayınları, İstanbul, 2011, s. 156.
3-Erdoğan, a.g.e., s. 80.
4-Erdoğan, a.g.e., s. 88.
5-Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s.219, dn.65.
6-Tunçay, a.g.e, s.228, dn.84.
7-Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Görüp Geçirdiklerim, Cilt 3, Rey Yayınları, İstanbul, 1970, s. 101-106.
8-Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Yurt Yayınları, Ankara, 1981, s. 169.
9-Tunçay, a.g.e, s. 170.
10-Tunçay, a.g.e. s. 178, dn. 22.
11-Tunçay,a.g.e,s. 69,dn. 4.
12-Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Yayınları, İstanbul 2013, s. 80.
13-Boratav,a.g.e., s.41.
14-Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2013, s.18-19. 
15-Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, İBDA Yayınları, İstanbul, 1989, s. 24.
16-M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, Beta Yayınları, İstanbul, 2009, s. 127.
17-Ayhan Ceylan, “İslâm’da Siyasal İktidar (Velayet-i Amme)”, http//eski. erzincan.edu.tr/birim/HukukDergi/makale/2003_VII_5.pdf.
18-Arnold Tonbee, Çev.Ufuk Uyan, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1980, s. 190.
 
Baran Dergisi 605. Sayı

16.08.2018