İnsanda yaşama isteği fıtrîdir ve “varolma isteği”ne bağlıdır. Bu sorunun hemen yanı başına “yaşanmaya değer hayat ne?” sorusu geliverir; “neye göre ve nasıl yaşamalıyız?” “Yaşama kültürü” denilen husus doğar. Hayat tarzı meselesi ise temelde ideolojiktir ve kültürlere göre farklılaşır. Kültürler yani hayat tarzları arasında çatışma ise kaçınılmazdır.

“İslâm’ı yaşamalıyız!” sözü üzerinde duralım. “İslâm’ı yaşarsak, bu iş olur” mânâsında söyleniyor ki, bu doğru değildir. Zira burada kastedilen bazı ibadetler cümlesinden olup İslâm’ın cemiyete tatbiki ve iktidara gelmesi yani ideoloji ve cihad şartı ihmal edilmektedir. Bu açıdan “İslâm’ı yaşamalıyız!” ifadesi sonu başı hesaplanmadan söylenmiş ve kulağa hoş gelen boş bir sözden ibarettir. İşin nasıl ve niçin’i tefekkür edilmeden söylenmiştir. Doğrusu şudur: İslâmlaşmak için ideolojik şuurlanma ve bunun faaliyeti içinde olmalıyız. Ve kulun şuurlanma ve fedakârlığı içinde her daim kendimizi geliştirmeliyiz. Fertleri yetiştirmek ve cemiyetimizi kurmanın yolu da ideoloji yani sistemli harekettir.

“İslâm’ı yaşamalıyız!” sözü eğer doğruya tahvil edilecekse ideolojik şuurlanma mânâsında ve bir süreç olarak algılanmalıdır. Bu sürecin sağlıklı yürümesi için de şuurlanma ile faaliyet birbirlerini desteklemelidir. Çağımızda İslâm’ın tatbikine dair bir ideolocya-dünya görüşü olmazsa İslâm’ı ancak bazı ibadetler çerçevesinde yaşarız ve bu eksik bir yaşamak olur. Kemalist rejim sahiplerinin yıllardır Müslümanlara, “namazınıza, orucunuza karışan mı var?” diyerek sosyal ve siyasî alandan pasifize ettiğini ve “İslâm’ı yaşamalıyız!” söylemlerinin de Kemalistlerin istediği anlayışla uyuştuğunu hatırlatalım.

Her şeyin başında şu edep bahsine dikkat çekmek istiyorum. “İslâm’ı yaşamalıyız!” tekerlemesinde İslâm’ın eşit ve tam olarak yaşanacağı mânâsı vardır ki, bu yanlıştır. Zira Allah Resûlü’nün İslâm’ı yaşaması ile bizim yaşamamız arasında dağlar kadar fark vardır. Keza sahabilerin İslâm’ı yaşaması ile bizim yaşamamız da bir değildir. Şeklî ibadetleri ve olabildiğinde sofuluğu yapsak da, İslâm büyükleriyle kendimizi yaşamak açısından bir tutmuş oluruz ki, bu büyük bir edepsizlik olur. Mesela, Allah Resûlü’nün namazı ile sıradan bir mü’minin namazı bir olur mu? Şeklî olarak ikisi de namaz ancak aynı hâl ve yaşayış içinde olmadığı malûm. Tasavvufta hayret makamı en yüksek makam olarak bilinir ve velilerin hayatı vecd içinde “kendinde olmama hâli” iken İslâm’ı yaşadığını iddia etmek yobazca bir anlayıştır. İslâm’ı kendi nefsinden ve idrakinden ibaret görmektir.

Cemiyet dini olan İslâm’ı yaşamaktan bahsetmek “ideolocya ve yaşamak” bahsini doğurur ve Mutlak Fikri hayata tatbik edebilmeyi zarurî kılar. Bunun için de İslâmî düzen değişiminin “niçin”ine, yani Mutlak Fikir’den hareketle çağımızda tatbik edeceğimiz sosyal, siyasî, iktisadî, hukukî vs. meselelere tüm olarak çözümler sunan dünya görüşüne ve bunun gerekçelendirilmesine ihtiyaç vardır. Bunun yanında İslâmî düzen değişiminin “nasıl”ına, yani ihtilâl-inkılâpçı teşkilât, kadro ve yayın organlarına ihtiyaç duyulur.

“Yaşama kültürü”nden bahsettik. “Şuur-bilme” ve “aksiyon” birlikteliği ile oluşur. “Doğru şuur terkibi olmadan doğru şuur faaliyeti de olmaz.” (S. Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilâl, s. 95) Yaşama kültürü bir ideolocya mevzuudur. Eğer kendi dünya görüşünün şuur süzgecini kuşanmazsan, mevcut düzenin şuur süzgecine göre bir “İslâm kültürü”ne sahip olunur ki, ferdî ibadetlere yönelmeyi kasteden, “İslâm’ı yaşamalıyız!” da böyle bir şuur süzgeci mahsulüdür. 

Şunu söyleyelim ki, şuurlanma faaliyetin kadar İslâm’ı yaşamış oluyorsun. Cemiyet olarak ise örgütlenmenin şuur seviyesi yani kadro vasıfların kadarsın. Böyle kendi kendimize, “İslâm’ı yaşayacağız, herkes İslâm’ı yaşarsa kurtuluruz!” sözüyle kadro olunamaz, İslâmcı hareket yükselemez, İslâmî ilimler de canlanamaz. Zira ölçüler yerli yerinde ama biz hangi ideolojik şuur ile onlara bakıyoruz. Bu mühimdir. 

“Allah’tan hakkıyla âlimler korkar” ayetinde, Allah’tan korkmanın ölçüsü olarak Allah’ı bilme-tanıma işaretlenmektedir. Yani zahirî ibadetlerden ziyade ilim ve irfan ile Allah’a yakınlık söz konusudur. Buna “marifetullah” denir. Kısaca, şuur seviyemiz ne kadarsa, o kadar Müslümanız demektir. Bir cahilin ibadeti ile bir âlimin ibadeti bir olmaz. Öyle ki, âlimin uykusu bile ibadet cümlesinden sayılır. Ancak ihlas yoksa âlim kişi de helak olur. Âlim ise kitap ezberleyen, malûmatfuruş olan veya bilgilerini satan demek değildir. Kuru tekrarcı ve nakilci kişi de âlim değildir. Gerçek mânâda âlim, irfan ve idrak sahibi olarak “İslâma muhatap anlayışı” da idrak edendir. Çünkü bu İslâm için faydalı ve hatta zarurî bir bilgidir-ilimdir. Fikir ve aksiyon adamları da Allah’tan korkan âlimler zümresinden olup cemiyet kavgaları ile de ilim ve amelin birlikteliğine güzel misal olurlar.

Kişinin Allah korkusu ile onun bilgilenme ve faaliyet süreci birbirine paraleldir. Bilgilenme faaliyetinin en üst noktası ise İslâm’ın sistemli anlayışı olan dünya görüşünün özümlenmesidir. Şuur seviyesi yükseldikçe, gerçekliğin daha derinlemesine algılanması mümkün olur. Bir mü’min için şuur seviyesi arttıkça Allah’tan korkusu da artar. Eğer artmıyorsa bilgiyi malûmat olarak alıyor, “inanç hâlinde fikir”e döndüremiyor demektir.

Toplum veya içinde yaşadığımız rejim tarafından belirlenen düşünce kalıplarıyla İslâmcı mücadele olmaz. Kulüpçülük zihniyetiyle de örgütlenme olmaz. Gönüldaşlığın mânâsı ise sadece Allah ve Resûlü için birbirini seven ve bir daha etrafında kenetlenen mü’minler topluluğudur. “Olmak” ve “oldurmak” şeklinde iç oluş ve dış oluşumuzu birlikte yapamıyorsak “şuur miskinliği” içindeyiz demektir. Miskin şuurun ise hadiseleri zapt ve teshir memuriyetini yüklenmesi söz konusu olmaz. İslâmcı camiadaki şuur miskinliğinin sebebi, etrafında pervane gibi yanacak bir ideoloji ile pişmemek, davayı hedefsizlik ve gayesizlik içinde geveleyip durmaktır. İslâm davasına göre “yaşama kültürü” oluşturmanın nasıl ve niçin”i üzerinde derinleştiğimiz an, Allah’tan gerçekten korkan ve sakınan sevgili kullardan olacağımıza inanıyorum.


Baran Dergisi 624. Sayı

27.12.2018