İnkılâb, bir toplumun kendi öz nizamını yıkıp yeni bir nizam kurmasıdır. Bir alt-üst oluş söz konusudur ve devrim niteliğindedir. Ancak sadece devirmekten ibaret kalan bir hareket inkılâb mânâsına gelmez, ona ihtilâl denir.

Her inkılâb ihtilâldir, ancak her ihtilâl inkılâb değildir. “İhtilâl-inkılâb” diye kullanımında ise, her iki mânânın birlikteliği vurgulanmış olur. Bu kısa tanımlamadan sonra mevzumuza girelim.

Peygamberler bir ihtiyaca binâen gönderilmişlerdir. Onların tebliğ ve daveti önce tepki ile karşılanmıştır. Kurulu düzen sahipleri bâtılda ısrar etmiş ve bu gerginlik içinde Hakk’ın daveti gerçekleşmiştir. Peygamberler bir çok sıkıntıya maruz kalmışlardır. Önce toplumda zihnî inkılâb yapmışlar, hakikat bilgisiyle ümmetlerini aydınlatmışlardır. Ona inananların bir dayanışma içinde olmasını temin etmişlerdir ve örnek bir cemiyet oluşturmuşlardır. Sonra iktidar gücünü de elde ederek yani ihtilâl-inkılâbını yaparak İslâm’ı hayata tatbik etmişlerdir. Necip Fazıl, “İhtilâl” isimli eserinde önce peygamberlerden bahsetmiş ve “alelâde inkılâbçılara kıyasla onlara (peygamberlere), mutlak inkılâbçılar demek gerekir.” diye vurgulamıştır.

Beş “ulu’l-azm” peygamber vardır. Bunlar kat’i azim sahibi, sabır, sebat sahibi büyük zatlardır. Nuh Aleyhisselâm, kurallı yaşamayı getirdi. Mezopotamya site devletlerinin kurulmasını sağladı. İbrahim Aleyhisselâm, düşünmeye-tefekküre ehemmiyet verdi ve bu husus büyük değişime yol açtı. Musa Aleyhisselâm, zulümden kurtulmayı, kavmini esaretten hürriyete geçirmeyi ifade etti. İsâ Aleyhisselâm ise ahlâksızlığın yaygınlaştığı bir devirde gelerek ahlâkî öğütler verdi. Son Resûl ise, önceki peygamberlerin bütün inkılâblarını bir sistem içinde örgüleştirdi. İnkılâbların da kâmil örneği olarak inançla fikir ve aksiyonu birleştirerek “rahmet peygamberi” olmasının yanında “harp peygamberi” vasfıyla İslâm’ın bütün alanlarda mükemmelen tatbikine misâl oldu. Asr-ı Saadet denilen en ileri-zirve nokta böylece tecelli etti.

Allah Resûlü’nün inkılâbı bütün çağlara ışık tutma özelliği taşır. Fikir ve aksiyonu birleştirmesi yönüyle de BD-İBDA’nın Allah Resûlü’nden tevârüs eden inkılâb misyonu üzerinde olduğu görülmektedir. Düşünce ile eylemin birlikte rol alması sanki ilk dönemlere döner gibi bu dönemin de bir özelliği olmaktadır. Zaten kılıç ile kalem İslâm geleneğinde hiç ayrılmamıştır. Tâ ki Batı’nın işgalleri başlayana kadar. Ancak önceden bu iki sınıf bir amaca hizmet ederken ayrı kadrolar hâlindeydi. Çağımızda ise ideolojinin ihtilâlin gayesi olması ile birlikte vasıta rolü, bu kadroların fikirle aksiyonu mezcetmelerini gerekli kılmaktadır. Tabiî ki müstakil ilmiye sınıfı olacak ve bunun yanında müstakil askeriye sınıfı da olacaktır. Benim kastettiğim, İslâm inkılâbını gerçekleştirecek kadronun fikirle aksiyonu birleştiren ve bunun için ideolojik eğitim şartını yerine getiren kadrolar olmasıdır. Zaten böyle fikrî donanım olmazsa çağımızda sosyal, siyasî, iktisadî vs. topyekûnluk arzeden ve içiçe giren mevzular karşısında aksiyon yürütülemez. Değişik ve karmaşık şartlarda tutarlılık ve istikamet çizgisi için dünya görüşünü özümsemek kişiye pusula vazifesi görür. Sadece ilmiye sınıfı inkılâbı yapamayacağı gibi sadece askeriye sınıfı da gerçekleştiremez. 

Allah Resûlü mutlak inkılâpçıdır, dedik. Hadislerle de sabit olduğu üzere hem rahmet hem de savaş peygamberidir. Allah Resûlü’nün sadece rahmet peygamberi olma yönü işlenip savaş peygamberi olma yönü görmezden gelinemez. “Ben harp peygamberiyim.” hadisini hatırlatalım. Bazı peygamberlerin savaşla emredilmediklerini biliyoruz. Son peygamberin ise bu vazifeyle mükellef olduğu, bu vazifeyi bihakkın yerine getirdiği ve bir çok savaştan sonra (Bedir, Uhud, Hendek vs.) ordusuyla girdiği Mekke’yi fethettiği malûmdur. Mekke’nin fethinde kan dökmemeye azamî özen göstermesi Kureyşlilerin İslâm’a girişini kolaylaştırmaya yönelik bir siyaset idi. Ancak İslâm ordusuna karşılık veren bazı müşrikler ise ortadan kaldırılmıştır. Mekke’nin fethinden sonra da savaşlar devam etmiş, Huneyn Gazası ve Tebük Seferi yapılmıştır. Hatta Allah Resûlü vefat etmeden önce Bizans’a göndermek üzere bir ordu hazırlamış, ömrü yetmeyince bu vazifeyi ilk halife Hz. Ebubekir yerine getirmiştir. 

Kâinatın Efendisi’nin kutlu sahabîleri de ondan aldıkları emir ve ilhamla kâinatı fethe çıkmış, kısa zamanda İslâm dört bucak ve yedi iklime yayılmıştır. Bir çok yerde gaza için oralara gelen sahabîlerin izini görmek mümkündür. İstanbul’un manevî fatihi de surların dibinde şehid düşen Eyüp Sultan’dır. İstanbul’da bir çok sahabî kabri vardır. Medine’den kalkıp o zaman Bizans elinde olan İstanbul’u medineleştirmeye gelmişlerdir. Hz. Peygamber’in bu müjdesine sekiz asır süren bir iman ile sarılan Müslümanlar, sonunda Fatih Sultan Mehmed Han eliyle bu emellerine ulaşmışlar, “sabır-savaş-zafer” üçlüsüne güzel bir misâl olmuşlardır.

“Âlim savaşçılar” diye bir kavram var. Biraz ondan bahsetmek istiyorum. Mesela Tebe-i Tabiîn büyüklerinden Abdullah b. Mübârek böyledir. Hem fethe katılır, hem de ilim öğrenir. Batılılar “âlim savaşçılar” demiş bunlara. Yine Batılı bir yazar, cihad ile zühdü birleştiren bu dindarlık anlayışını, “aristokratik şiddet” olarak isimlendirmiştir.

Abdullah b. Mübarek ve onun gibi âlimler “mücahid âlimler”dir. Savaş zamanında savaşa katılırlar ve bu esnada da hadis müzakereleri yaparlardı. Fethedilen bu şehirlere ribat şehirler denir, buradaki askerlere de murabıt denir. Mesela Malatya, Diyarbekir, Maraş ribat şehirlerdir. Başka bir ifadeyle serhat ve suğûr şehirlerdir.

Üstad Necip Fazıl, “Dünya bir inkılâp bekliyor!” diye ilân etmiştir. Dâvânın tohumunu Anadolu’ya serpen konferanslarında İslâm inkılâbı için nesil yoğurmuştur. Üstad’ın konferanslarından birinde ağa takılan Salih Mirzabeyoğlu da, bağlılığını lafta bırakmamış, mücadelesi ve “İdeolocya ve İhtilâl” isimli eseriyle de aksiyon cephesini örgüleştirmiştir. Hedef-vasıta-gaye ilişkilerini tayin etmiş, ihtilâlin oluş tekniğinden, inkılâbın bütün yönlerine kadar tahlil etmiştir. Hak kutbun karşısında bâtıl kutbu olduğu gibi insanın nefs kutbu karşısında da ruh kutbu vardır. Gerek içte gerek dışta bu iki kutup arasındaki çatışma ihtilâldir. Kendi iç ihtilâlini yapamayanın ise dış ihtilâlini yapması mümkün değildir. Bunu büyük cihad-küçük cihad olarak da görebiliriz. Ayrıca şu notu da düşelim. Daha küçük cihada gelmeyenin büyük cihadı yapamayacağı ise açıktır. Küçük cihaddan kaçanın büyük cihaddan bahsetmeye hakkı yoktur.

İslâm dâvâsının gaye-vasıta ilişkileri ile hedeflerini belirlememiş olanların bir müddet sonra bocaladığını ve yorgunluk alâmetleri göstererek pörsüdüğünü ifade edeyim. Eksikliği anlayamadıkları veya eksikliği giderecek çapta olmadıkları için de kabahati halkta görme veya başka mazeretler arama yoluna gitmişlerdir. Dâvânın çapına ulaşmak için gayret ve arayışa gireceğine, dâvâyı kendi çapına indirme ve mahkûm etme psikolojisine düşmüşlerdir. Bir müddet sonra pörsüyen ve ayak bağı olanlar önder olamaz, davanın bayrağını ileriyle taşıyamaz. Bizim için esas olan ilkelerdir ve bu ilkelere göre şahıslardır. Kişinin her dâim kendini yenilemesi yanında faaliyetlerinde nisbet noktası olan bir boy aynasına ihtiyacı vardır. Bu da asrımızın fikriyatı niteliğinde olan Doğru Yol-Kurtuluş Yolu’nun bir alemi, bir remzi olan BD-İBDA dünya görüşüdür.

Dünya bir fikir kahramanı bekliyor... Fikir ve aksiyon adamları olan Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu vefat etmiş olsa bile, onların ortaya koyduğu BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı “kurtarıcı fikir” hüviyetini taşımaktadır. Çağımızın meselelerine çözümler getiren, dinamik bir yapıda olan ve sistem-tüm ifade eden böyle bir dünya görüşünün işlenmesine ve tatbikine muhtacız. Yegâne kurtuluşu bu noktada görüyoruz. 


Baran Dergisi 667. Sayı

24.10.2019