Savaş strateji ve hamlelerden ibarettir. Elinizde hedefinize dair bir plan ve program vardır. İlk iş olarak bunu merkezi bir hücreye bağlar ve “dairevi” bir tarzda yaymaya çalışırsınız. Bu hücrenin etrafından sayısız halkalar oluşturabilir ve bu halkalar vasıtası ile merkezin emirlerini tatbik ettirebilirsiniz. ABD-İsrail gibi “küresel” sömürü ve işgal planlı “hücre” kaynaklı hareketlerin bilinen bir örgütlenme ve yayılma şeklidir bu. Rotary kulüpleri, mason dernekleri, insani yardım kuruluşları, bilim araştırma merkezleri bu işgal ve sömürüyü tabana yaymak ve sürdürülebilir hâle getirmek için sürekli aktif hâldedirler. Muhatap oldukları kitleyi maddi ve manevi sıkıntı içerisinde, sürekli sıkıntılı, şüpheli, problemli ve güvensiz bir ortamda tutarak, zihnî aktivitesini ve zaman idrâkini yok etmekte yahud israf ettirmekte, böylece “aktif” olan kendinin, her daim “hüküm” sahibi olmasını sağlamaktadır. Hadisenin çapı korkunçtur. Müslümanların ve Ümmetin bu hususta ki gevşekliği bu “hücreleri” cesaretlendirmekte ve sızdıkları cemaatlerin, derneklerin, gazetelerin, kurumların, odaların vasıtasıyla, Anadolu insanını “gütmeye” kalkışmaktadırlar. Gaye bellidir; Anadolu insanı hiçbir şeyin farkına varmasın, uykusuna devam etsin. Bunda da kimlikleri ile “yavşak” sıfatını hak edecek birçok liberalist, sahte sosyalist ve ılıman Lâik başı çekmektedir. Bu işin en açık olanı ve göze görüneni. Birde kriptolar var. Bunların bir kısmı bürokrat, bir kısmı yazarçizer, bir kısmı “terörist”, bir kısmı hoca kılıklı, bir kısmı politikacı ve tüccar… Ve hepsi ortak bir gayede buluşmuşlardır; Anadolu coğrafyasında ki insanlar bir araya gelmesin, güçlü bir kuvvet mekanizması oluşturmasın ve İslâm’la aralarında hiçbir zaman tam sadakatle bağ oluşmasın. Bunun içinde ellerinden geldiği ölçüde, Anadolu insanlarını birbirine düşürmeye gayret etmekte, eski defterleri açıp yaraları iyice deşerek vakaları taze tutmakta, İslâm’a giden yolları her çeşit kılığa girerek millete kapatmaya kalkışmakta ve kendi iktidarını “demokrasi melaleneti” vesilesiyle kurtuluş reçetesi gibi sunmaktadırlar. Özellikle son yıllarda, üzerinde bulundukları iktidar koltuğunun kaymakta olduğunu gördüklerinden “milletin bazı haklarını” vererek ve sömürülerinden payları azaltarak, hatta halkın hesap arşivinde bazı işbirlikçilerini halkın önüne atarak, ömürlerini uzatmak telaşındalar. Bunda da en büyük destekçileri, basiretsiz politikacılar, sahte hocafendiler, makamperest aydın ve bürokrasi kesimidir.
Bahsini ettiğimiz yağmacıların “misyonerleri” neredeyse çeyrek yüzyıldır aynıdır. Bir kısmının babasından da bu devlet hayır görmemiştir. Ilıcaklar, Altan Kardeşler, Çandarlar, Barlaslar, Kongarlar, Akyollar, Kılıçlar, Bayraktar Bayraklı, Yaşar Nuri, Hayrettin Karaman ve bunların yanında Özkök’ü, Gülerce’si, Yalçın’ı, Çongar’ı, H.Cemali... Yıllardır hep aynı adamlar. Milleti “çözümsüzlük” batağında ve sürekli ümitsiz ve gergin tutmak gibi, sonu gelmez tartışmalar içerisine sürükleyen bu zatlar, tam 50 yıldır bu milletin kafasını işgal etmekte, zihinlerini bulandırmakta ve deyim yerindeyse  “gütmeye” kalkışmaktadırlar. Bugün yaşı kırk olan herkes çok iyi bilir ki, bu adamlar kırk yol öncede aynı böyle ıvır zıvır konuşur, mesele çözüyormuş gibi yapar ve milletin gazını alır, itaate yöneltir, gerektiğinde istemediği iktidara ve ticari kurumlara karşı kışkırtır vs. Bunların en bariz vasfı, abartısız, demokrat oluşu ve kavramlarla maskelenmiş bir totaliter-otoriter zihniyetin memuru oluşlarıdır. Kavram maskelemesinden kastımız, son derece pozitif ve kimsenin itiraz edemeyeceği, sevimli “demokrasi, demokratlık, hukukun üstünlüğü, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, eşitlik, çok kültürlülük, dünya konjüktörü, hoşgörü” nereye çekersen gidecek kavramlarla meseleleri izâh etmeleridir. O kadar bıktık ki, “emekli” bile olmayan bu "zatların üzerinden kaç nesil heba oldu gitti. İnsanlar dinlemek bile istemiyorken, bir dayatmayla, alternatif miktarını azaltarak düşürerek yeni nesilleri avlamakta ve kesintisiz “zihin iğfali” devam etmektedir. Millet bu vebalılardan, vebadan kaçar gibi kaçmakta lâkin devlet bu vebaya karşı halkını koruyamadığı için, halk çaresiz bu hastalığa duçar olmaktadır. İslâm’ı birçok batıl ideolojik kavramla yanyana kullanarak, sanki birlikte olunca meşru olurmuş gibi, algılar zorlanmak ve “beyinler yıkanmakta”dır.
Bir misalle devam edelim; son birkaç haftadır köşe yazarlarının gündemi İslamcılık. Gaye belli; Milletin zihninden İslâm devlet idealini, Müslümanca yaşama arzu ve isteğini ve bu uğurda can pahası kan pahası yapılan mücadele azmini silmek, yok etmek. Ve “demokrasi” denen melanete, sömürge sistemine ve Allah’ın rızasını ve iktidarını devre dışı bırakan “dünyevî” rejime insanları teslim etmek, mecbur bırakmak, inandırmak. Temel gaye bu olunca harekette buna göre gelişiyor. Çok sinsi ve adi bir propaganda. Müslümanların içine sızıp Müslümanca yaşama arzusunu, İslâm devlet idealini törpüleyen bu zevatlar, “İslamcı” diye bilinen çeşitli gruplar arasında ki farklılıkları ve yine bu gruplardan bazılarının yanlış uygulamalarını emsal gösterip bütünü reddetmek gibi, en basit akıl tarafından bile “aptalca” bulunan tesbitlere imza atmaktadırlar. Milleti fikirsizleştirmek-ideolojisizleştirmek anlamına gelen bu tartışmaların fitil Zamandan Mümtaz Türköne tarafından ateşlenmiş;“İslâmcılık, İslâm toplumlarının tarihî geleneğine, İslâm anlayışına ve barış içinde bir arada yaşama tecrübesine aykırı; hakikati temellük iddiası olan totaliter bir ideoloji olduğu için rekabet ve düşmanlık üreten bir ideolojidir. İslâm'ın, geniş bir yelpazede Batı'ya veya ülkedeki iktidara karşı muhalefet için araca dönüştürülmesinden ibarettir. Hiç iktidarda olduğu halde İslâmcı olduğunu iddia eden bir tecrübeye tesadüf ettiniz mi? Siyasî mücadele aracı olarak kullanıldığı zaman inanç, birleştiren, bütünleştiren ve barış getiren bir güç olmaktan çıkıp yakan, yıkan, düşmanlık üreten bir bağnazlığa dönüşür. Mezhepçilik bugün Müslüman halkların izzetini ve hayat hakkını yok eden ve onları rezil-rüsva eden bir fitne kaynağı olarak İslâmcılığın bugünkü hali değil mi? Ha başka insanlara düşmanlık, ha iktidara muhalefet aracı olsun, ikisinde de inanç basit bir siyasî araçtan ibaret değil mi?”(19.08.2012)
Laik-Batıcı totaliter-otoriter zihniyetin hiçbir şekilde değişmesinden yana olmayan bu zevat “sanal gündem”lerle, ahmakça kavramlarla “kamuoyu”nu meşgul etmekte, oyalamaktadırlar. Mevzuu tamda “delinin biri bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” darbı meseline eşit bir durumdur. Hatırlanırsa 1920’lerde TBMM’de Lozan antlaşmasına dair hükümler oylanırken alt katta Namaz kılan vekiller, aralarında, bir fitnecinin sorusu üzere “Namaz da, secde de iken oradan geçen bir böceğin veya alından akan kanın namazı bozup bozmayacağı” sorusunu hararetle tartışıyordu. Yukarıda kararlar oylanıp bittiğinde ne hikmetse tartışma da bitiveriyordu. Evet, mevcut konjüktördeki birçok tartışma da bundan farklı değildir. Millet bıktı artık her akşam Birand’ı, Dündar’ı, Altan’ı, Akyol’u, Ataklı’yı, Bayramoğlu’nu aydın-münevver sıfatıyla dinlemekten. Millet onları kendi aralarında türlü nedametli küfürlerle anıyor ki, bu meçhul bir şey değil. Yıllardır milletin ruhunu iğdiş etme adına, içi boş kendi kof hedefsiz laf ebeliğinden başka ne yaptılar, bu millete ne verdiler, ne faydaları oldu. Aksine yıllardır sömürgeci işgalcilerin ülkemizde daha rahat yer edinmeleri, daha fazla “kâr” elde etmeleri için “fikrî ve fiilî” destekte bulundular. Çok milletli şirketlerin uzantıları ve alt birimleri hüviyetindeki medya vasıtası ile bunlar göklere çıkartılır ve memleketin en önemli aydınları diye pazarlanırken, bunlarda muhatap oldukları kitleleri bu çok milletli şirketlere ve bunların bağlı oldukları emperyalist devletlere satmakla-pazarlamakla meşgul oldular. Bizim dilimizi, bizim fikrimizi, bizim ideolojimizi bizim anlayacağımız şekilde kim anlatacaksa artık onları dinlemek ve görmek istiyoruz. Ucuz numaralarla –biz demeyelim de bir batılı desin daha tesirli olur-  gibi ahmakça tavırlarla, alçaklık kompleksine kapılmanın, Batılı zevatları sempatik kılıp nesilleri iğdiş etmenin anlamı yok. İnanan insanın, samimi ve sadakat sahibi mü’minin sözü tesir eder. Amel ve işinde ehliyet sahibi adamın sözü tesir eder. Bu hakikat gözden kaçırılarak kendi coğrafyasının yetişmiş mütefekkirlerine, münevverlerine, âlimlerine kulaklarını ve gözlerini kapayanlar, bugün bunun bedelini “liberalleşerek” ve milleti de liberalleştirerek ödemektedirler. Üstelik bu alanda müthiş bir cinayet işlediklerini bile hissetmeyecek derecede de rahatlar.
Kendi dilimiz, kendi fikrimiz, kendi ideolojimiz olması ne demektir? Bu sualin cevabı oldukça basittir; iffetli ve onurlu tertemiz bir yaşam, birbirlerini incitmeyen insanlar topluluğu, gıdadan teknolojiye – giyimden sanata bu toprağın kendi öz kültürüne, kendi ruh iklimine uygun zengin bir aşk medeniyeti murad edilendir. Gencecik kızların satıldığı modern fuhuş pazarları, dolandırıcılığı “kâr” olarak değerlendirildiği ticarethaneler, vatana ihaneti politika zanneden siyasîler ve milletin gözünün içine baka baka milleti soyan tefeciler-bankalar bizim medeniyetimizde olmadı ve olmayacakta. Ancak Liberalist çapulcular, onların yardakçısı sahte solcular ve yevmiyesiz ılıman laikler bunun tam aksini düşündüklerinde sürekli “sanal kutuplaşma”lar ile bu gerçeği gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. Liberalizmin misyonerleri diye rahatlıkla nitelendirebileceğimiz bu zevatlara telkin edilen fikir, “tarihin sonunda artık liberal demokrasinin ciddi İdeolojik rakipleri kalmadığı” dır. Bu sebeble liberalizme dayalı totaliter-otoriter zihniyetlerinin, askerî ve siyasî erklerce sürdürülmesine misyonerlik yapmaktadırlar.
Yazımızı Üstad’ın meseleyi bağlayan ifadesiyle sonlandıralım; “Onun içindir ki, ya İslâmiyeti, ya bu mezhepleri, yahut ve en doğrusu, hem İslâmiyeti ve hem bu mezhepleri tanımayan bazı echel ve züppe tefsircilerin dillerine pelesenk ettikleri şekilde, İslâm demokrasya ve liberalizması, İslâm faşizması ve hattâ İslâm sosyalizma ve komünizması tarzındaki beyanlar, hakikat çilesi çekenlerce dünyanın en sefil, bîçare ve hakikate zıt ifadeleridir. İslamiyet, kendisini bunlardan birine benzetmekten ve bunlardan birini öncü olarak kabul etmekten tamamiyle münezzeh; aksine, bunlardan herbirinin, teker teker malik oldukları kısmî hak ve küllî haksızlık içinde, parça parça bulup da bütünleştiremedikleri yekpare ve toplayıcı hakikat merkezine, yani kendisine davet etmekle mükelleftir.”(İdeolocya Örgüsü,188)

Baran Dergisi 296.Sayı