Tunus'ta, üniversite mezunu seyyar satıcı bir gencin kendini yakmasıyla patlak veren halk isyanı, diktatör devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin devrilmesiyle son bulmuştu. Tabîi bu durum diğer Arap ülkelerindeki muhalefet odaklarını harekete geçirmiş ve daha sonra “Arap Baharı” olarak adlandırılacak olan isyan dalgası, hızla yayılan bir virüs gibi tüm Arap diyarını sarmıştı.

Daha sonra Mısır'da birkaç Kıpti Kilisesinde esrarengiz(!) patlamalar meydana gelmiş ve farklı dinlere mensup halklar arasında çatışmalar baş göstermişti. Zamanla bu durum güvenlik güçlerine karşı bir harekete dönüşmüş, bazı bölgelerde özelliklede Cuma namazlarından sonra ciddi boyutlarda sivil eylemler yapılmaya başlanmıştı. Doğal olarak bir anda tüm dünyanın gözü Mısır'a dönmüştü. Tahrir meydanında her gün eylemler yapılıyor, halk 'Firavun Hüsnü’yü istemediğini haykırıyordu. Zamanla lâik Mısır ordusu da halkın yanına geçtiğini açıklamış ve Hüsnü Mübarek'in elinde içerisinde gizli liderlik kavgası dönen polis birliklerinden başka hiç bir şey kalmamıştı.

İşlerin sarpa sardığını gören (Soyadı) Mübarek, bir bakanını görevden alıp krizi kontrol altına almaya çalışmış ancak bu hamle hiç bir işe yaramamıştı. En nihayetinde efsane diktatör bir kaç hafta sonra tahtından alaşağı edilmişti.

Olayları bir kenara sinip sessizce izleyen Amerika ve diğer sömürgeci ülkelerin, bir anda etekleri tutuşmuştu. Çünkü İhvan-ı Müslimin ve Selefi Nur hareketleri partileşme kararı almış ve tüm cemaatleri bir çatı altında toplanmaya davet etmişti. Böylece Halid El İslambulilerin, Abdulkadir Udehlerin, Hasan El Bennaların ve Seyyid Kutupların, büyük ama sömürülen ülkesi Mısır’da, Şeriatın ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Devrimden bir süre sonra yapılan seçimlerde İhvan-ı Müslimin ve Selefi Nur partisi ezici çoğunlukla seçimi kazanmış ve kendilerinden beklenen son vuruşu yapmak için beklemeye başlamışlardı. Tabiî lâik Mısır ordusu genel komutanı Tantavi (beklendiği gibi) fitne çıkarmaya başlamıştı bile. Cumhurbaşkanı adaylarına suikastler yapılıyor ve mütemadiyen yapılan adaylıkları reddediliyordu. Haliyle bu durum halkı kızdırıyor ve ‘acaba ikinci devrimi geliyor?’ sorusunu akıllara getiriyordu.

Bu arada Libya, Suriye, Yemen, Ürdün ve Fas gibi ülkelerde de baş gösteren sivil isyan hareketleri ciddi boyutlara ulaşmıştı.

Demokrasilerin biricik hâmisi Amerika, meşaleye el attı.

Arap ülkelerine derhal demokrasi(!) gelmeliydi. Başçavuş Amerika ve onun havarileri olan sömürü ülkeleri, yeri gelince ne kadar kahramanperver olduklarını bir kez daha kanıtlamalılardı, nitekim öyle de yaptılar.

Önce emperyalist Amerika harekete geçti ve ilk olarak Libya'ya el attı! Sömürgeci Fransa'nın başını çektiği ve daha sonra dümeni kendilerinin devraldığı operasyonlarda (Amerikan maşası) NATO birlikleri Libya'ya hava saldırıları başlatmış ve İzmir merkezli yönetilen askeri faaliyetlerle Kaddafi'yi oldukça zayıflatmıştı. Bu arada alttan alta milis güçlere para ve silah yardımı yapmayı da ihmâl etmemişlerdi. Bir süre sonra Muammer Kaddafî Trablus'tan kaçmış ve aylar sonra da fecî bir şekilde öldürülmüştü.

 Beklendiği gibi devrim hareketi başarıyla tamamlanmıştı. Peki, sömürgeci olarak nitelendirilen ülkeler topluluğu NATO ve tartışılmaz liderleri Amerika neden çölün ortasındaki bu fakir halka yardım etti? Libya halkının iyiliğini düşündükleri için yapmadıklarına göre ne için yaptılar?

Cevap belli. Tabî ki zengin petrol kaynakları için. Zaten devrim olduktan hemen sonra İngiltere ve Fransa liderleri Libya'ya gelmiş ve isyancılara desteklerini açıkça göstermişlerdi.

Bu hareketleri meâlen; ‘Kaddafî gitti ama biz hala burada olmaya devam edeceğiz. Sizin isyanınız bize sökmez, petrolünüz ve diğer doğal kaynaklarınız bizimdir ve hep bizim kalacak!’ anlamına geliyordu.

Libya'dan sonra isyanın ‘ciddi mânâda’ tavan yaptığı iki ülke daha vardı. Bunlar sosyalist Baas yönetimi altındaki Suriye ve Yemen’di.

Yemen'deki isyan o kadar ciddi boyutlara ulaşmıştı ki, yaklaşık 1 yıl önce, halkın istemediği azılı diktatör Ali Abdullah Salih’e bombalı saldırı bile düzenlenmişti. Yemen’de bulunan El Kaide’ye bağlı “AYEK” güçleri İslâmî bir devlet kurmak istediklerini açık bir beyanat ile ilan etmiş ve böylece isyan hareketi (ayrılıkçı gruplara göre) resmen Cihadî bir boyut kazanmıştı.

Hâliyle, El Kaide'nin azılı düşmanı Amerika isyanı bastırma işini kendi üstüne aldı ve sivil-direnişçi ayırt etmeden halkı (dolaylı yollardan) katletmeye başladı.

Ardı ardına meydana gelen şiddet olayları birbirini izlemiş ve nihayetinde Ali Abdullah Salih iktidarı bırakarak yurt dışına kaçmıştı.

Yemen’de sivil baş kaldırının galip gelmesinden sonra şiî Husi’lerin çoğunluğu oluşturduğu güney bölgelerde iç çatışmalar baş göstermişti. Ayrıca ülkenin bir bölümü, Enver El Evlâki liderliğindeki El Kaide güçlerinin eline geçmiş ve bu yerlerde “şeriat” ilan edilmişti. Evlaki’nin, Amerikan insansız savaş uçakları tarafından yapılan saldırıda hayatını kaybetmesinden sonra Yemen’de saflar daha da belirginleşmişti.

Şubat ayı başlarında yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerinde oyların % 65’ini alan eski bakan Abdurabbu Mansur Hadi, Yemen’in yeni lideri olmuştu ve hemen Amerika ile anlaşarak danışıklı dövüşe başlamıştı. Bakalım zaman bize Yemen’de neyi gösterecek…

Bu arada dünya ülkeleri Esed yönetimine karşı net bir tavır alamamıştı. Amerika, demokrasi yanlısı muhaliflere destek verirken, Rusya ve Çin gibi ülkeler Esed’in yanında yer almış ve Amerika’ya ‘artık işin içinde bizde varız’ mesajı vermişti.

Müslüman ülkelere gelince; İran ve Lübnan Hizbullah’ı Şiî olmaları hasebiyle Esed’e destek verirken, Arap Birliği net bir şekilde rejim karşıtı halkın yanında yer aldığını belirtmiş hatta bu doğrultuda Esed yönetimine ambargo uygulamayı bile göze almıştı.

 

***

 

Gelelim Küresel İntifadaya…

Sahi zulüm, kan ve gözyaşı tufanı, sadece isyan çıkan Arap diyarlarında mıdır? Ve dikta rejimlere başkaldırı sadece bu ülkelerinde mi var?

Uluslararası medya kuruluşlarına ve işgalci konumunda bulunan devletlere kalırsa bu soruların cevabı evettir!

Ancak durumun böyle olmadığını su götürmez bir gerçek olarak kabul etmeliyiz. Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Kuzey Kafkasya’da, Patani’de, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de, Moro’da, Somali’de, Gazze’de ve daha nice İslâm diyarlarında yıllardır varolan özgürlükçü direniş hareketleri büyüyerek devam ediyor. Her ne kadar Batılılar bu durumu terörizm(!) olarak isimlendiriyorsa da tam aksine istisnalar dışa itilince anlaşılıyor ki bu mücadele hak ile batılın savaşından başka bir şey değildir.

Birkaç fok balığı öldürülünce ayağa kalkan, sözüm ona kahraman dünya; Doğu Türkistan’da sayısı meçhul mazlumlar katledilince sesini bile çıkarmıyor. Arenalardaki güreşlerde sırtlarına birkaç demir parçası batırılan boğalar için ortalığı ayağa kaldıran şefkatli(!) dünya; Çeçenistan’da dile kolay 42,000’i çocuk 350.000 insan katledilirken bu ‘Rusya’nın iç meselesi’ diyor. Soyu tükenmekte olan pandalar için milyar dolarlar harcayan yardım sever(!) dünya; viran olmuş Gazze için ezikçe bir kınamadan başka hiçbir şey yapmıyor.

Katledilirken Patanili çocuklar, dul kalırken Afgan analar ve bir köşede sessizce ağlarken Keşmirli mazlum Müslümanlar, görmezden gelen sözüm ona medenî dünya; Knut isimli bir ayı için canlı yayınlar yapıyor ve hatta belgeseller çekiyor. Bu insanlardan, Müslümanlar için bir şey yapmalarını beklemek akıl kârı mıdır?

Anlaması çok zor ama hadi bunları anladık diyelim. Peki diğer Müslümanlara ne oluyor? Yok bu soru olmadı. Şöyle soralım; Durumu diğerlerine göre daha iyi olan Müslümanlara neden bir şey olmuyor? Niçin kendilerinde bir eksiklik hissetmiyorlar? Allah, cennet karşılığında mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almadı mı? (tevbe 111) Hani nerede Allah’a verdiği sözde duracak olanlar? İş konuşmaya gelince aslan kesilen mü’minler neden süt dökmüş kediye dönüyorlar? 

Eğer Amerika ve yandaşları onlardan savaşmalarını isteseydi, eminim ki birkaç seneye tüm İslâm toprakları özgürlüğe kavuşurdu ama gel gör ki durum böyle değil. Onlar, tam da “Üstad” Necip Fazıl’ın değimiyle ‘Batı adamının’ istediği kıvamdalar. Monoton olarak evlerinden işlerine, işlerinden evlerine giden arada bir akıllarına gelirse namaz kılan, cuma ve bayram namazlarını ha bir de kandilleri huşu içinde(!) eda eden “muhafazakâr robotlara” dönüşmüşler adeta.

Bu içler acısı duruma bir de şu açıdan bakalım;

Siyonist İsrail lideri Şimon Peres, kendisine sorulan;

-Kur’an’da Müslümanların Yahudileri yeneceğinden bahsediyor bu konuda ne söyleyeceksiniz?

Sorusuna adeta tüm ümmetle dalga geçercesine şöyle cevap veriyordu;

-Kur’an’da yazan Müslümanlar gelsin de onu o zaman düşünürüz.


İşte bir yahudinin dilinden ümmetin genel hali. Ne kadarda acı verici değil mi?

 

 

Kimse Onlara destek vermese de Müslüman coğrafyasındaki direnişin pek kısa zamanda “Fetih Baharı”na dönmesini ve Arap ülkelerindeki devrim hareketlerinin İslâm lehine sonuçlanmasını temenni ediyorum. Vaadedilmiş fecrin aydınlığının tüm dünyayı sarması temennisiyle.