16 Nisan 2017 referandumu öncesi Avrupa basınında geçen ifadelerden biri şuydu: “Müslüman toplumlar kendilerini yönetemez.” Referandumdan sonra ise, Batılı politikacılar Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında şöyle bir cümle kurmaya başladı: “Erdoğan’ın ne yapabileceğini önceden kestiremiyoruz”

Dünya siyasetini kendi bulunduğu merkezden ibaret görmeye alışık Batı cephesi, kuvvet ve kimlik tanımlamasında bu derece acizlik hissetmediği dönemlerde siyasî gözlemcilerine şu klişeyi de söyletiyordu: “Türkiye Türkler tarafından yönetilemeyecek kadar önemli bir ülkedir!”

1908 darbesini takip eden yıllar boyu hüküm süren siyasî maceradan ibaret İttihatçı zihniyetin anladığı da; içeride halkına galip duygu, dışarıda düşmana mağlup kompleksle içiçe, “büyük devlet”lerin yamacında adam sayılma ukdesiydi. Şahsiyetlerinin hiçe sayıldığı, tasfiye kokusu aldıkları noktada ise âdetten saydıkları meşhur sona teslim olageldiler. O son, İngilizlerin “long drop” adıyla geliştirdiği, idamlıkları asarken ‘uzun düşme’ mesafesi tanıyan ve böylece boynu aniden kırarak acısız ölümü temin eden asılma metoduna atfen söyledikleri şu sözde saklıydı:

“Asılacaksan İngiliz sicimiyle (ipiyle) asılacaksın!” Hareket hissiyatını Batı tahakkümünün büyüsünden alan, irade teslimiyetini 1908 darbesinde iyice ayyuka çıkaran bu zihniyet, gelişen tüm siyasî çizgilerde “kervan yolda düzülür” güdüklüğünden misâller vermişti.

Şekil Kölesi Kanun Adamları
1961 anayasasının Genel Esaslar kısmının 2. Maddesi, Cumhuriyetin Nitelikleri başlığı altında şöyle diyordu: “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” 1982 Anayasasının 2. Maddesi ise şöyle ilerledi: “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti…” Burada dikkatimizi çeken “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlığı, 90’lı yıllarda araya “temel” ibaresini sokuşturup “Cumhuriyetin temel nitelikleri” şeklini almış, “laik rejim”, “seküler devlet” dolgu malzemesi yorumlarla olanca şeklini oturtmuştu. Böylece “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez” sloganıyla, tüm itibarını yabancı hükmü altında buyuran arsız ve hoyrat bir yapı halinde milletin kafasına dikte edilmiştir. Bunun dikta rejimi demek olduğunu savunan kesim ise, “anayasal hukuk rejimi” içinde “asgari müştereklerde buluşmak” gibi abes tanımlamalarla umumi kaygısını sürdürürken, devlet kadrolarında yerleşik baskı grupları karşısında siyasî ilticadan farksız yer bulmak amacındaydı.

Sol kesimde olduğu gibi sağ kesimin de pek etkileyici karşıladığı Ahmet Kaya şarkılarının birinde dillendiği gibi;

“Bütün aydınlıkları içine süzebilmek gibi 
Mülteci isteklerim oldu ara sıra, biliyorsun..”

Bir yandan kuvvet esaslı siyaset sosyal hayatı şekillendirmeye kalkışırken, -ki bu anlaşılır bir husustur- çevresindeki kırılgan yapılar,  “yolda düzülür” vaatleriyle tabanını tahammül ve sabır telkiniyle bastırdı. Böylece silahlı kuvveti çantada keklik bilen kuvvetin/siyasetin mevcut düzeninde -sahibinin gösterdiği yerde!- tanınmış, hayat hakkına razı, idare-i maslahatta fani, dolayısıyla gelen tehditlere savunma refleksiyle mağdur siyasetçi tipi türedi. Nitekim 28 Şubat darbesi için “silindir” tanımını yapan bu kesimlerin dili önce “muhafazakâr demokrat”lığı kekelemiş, demokratlığın şekilden ibaret teamülüyle aşağılanmaya maruz kaldığı yerde ise “dindar muhafazakâr” kimlik savunmasına başvurup sahip çıkması gereken halka sığınmıştı. Mevcut siyasî karakterlerin birçoğunun eğilip büküldüğü, biçilip yamultulduğu o dönem zarfında Batı tipi komitacılık güncellenip İslâm toplumunun tüm dinamiklerini yok etmeyi tasarlarken, tüm hıncıyla Müslüman halkımıza bedel ödetmişti.

“Cumhur İttifakı”
Kendilerinden olmayanı imha hedefi, kendilerine sığınanı ise postal yalayıcı kıvamda tutmayı siyaset diye yutturmaya kalkan malum yapıların olanca çapı ve karakteri çözümlenir çözümlenmez, milletçe “remz şahsiyet” arayışına girildiğini söylemek mümkün bugün. Şimdi millî değerleri sadece savunan değil, içte ve dışta kuvvetini politikasına hakim kılıcı devlet adamı ihtiyacı tüm şiddetiyle karşılansın isteniyor.

Yakın tarihimizin siyasî hareketlerde hâlâ tartışmalı oluşunun sebebi de sonucu da, 1908’den bu yana beliren tüm siyasî kimliklerin, güç esaslı siyasî kavgaların şapşallaştırıcı vasatında doğmuş olmasındandı. Anayasa metinleri ve ona dayalı “kuvvetler ayrılığı” zorbalığın hukuki kılıfı olurken, kıvıramadıkları noktada bu tip, herşeyi istismara özendi, özendirdi. Yabancı akılla organize olan bu kuvvetlerin ajanlaştırıcı operasyonlarını meşru kılan siyasî takipçileri yeni arayışları da gaflet ve dalalet içinde zehirlemişti. Bunun pratikte nasıl başarıldığını izaha kavuşturucu “tarih muhasebesi” şartı ortadadır ve bedeli daima Müslüman halkımıza malolmuştur. Bu bedeli ödeten zihniyetin tüm unsurlarıyla toprağımızdan kazınması, arınmayı özünden ve kökünden halledici kuvvetle ilerlemesi hayati mesele, büyük bir dava artık! 

Sapkın tek parti rejiminin sapkın Batıcılığıyla malûl doğup 1950’den günümüze kadar sahnelenen “çok partili hayat” oyunu, onun parlamenter sahnesi, getirdiği şekli demokrasisi ve toplumu zehirleyen özgürlük klişesi soylu nizam arayışımızı daima terörize ederken, taraftarlarına hiçbir fırsat ve taviz tanınmamalıdır. İmparatorluk mirasından aşina olduğumuz bin yıllık nizam kültüründen beslenen “cumhur ittifakı”, Batı tipi ne tür yapı varsa yıkmak ve yeniden merkezi kuvvetini kurmakla sorumluyken, millî bekâsı da bu oluş çabasına bağlıdır. Özellikle 15 Temmuz’dan aldığı motivasyonla geniş halk desteğini almaya hazır bu ittifak, “erken seçim”i ilan etmekle fevkalade isabetli bir karar almışken, kronik dikta hastalığını sürdüren her türlü grup, çete, örgüt, parti vs. unsurların yabancı emrine hazır duruşları karşısında dik duruşunu neye mâlolursa olsun korumalıdır.   


Baran Dergisi 589. Sayı