15 Temmuz 2016'daki kanlı ihanetin ve milletin yazdığı o büyük destanın üzerinden tam dokuz yıl geçti. Her yıl dönümünde zaferin haklı gururunu yaşarken, kendimize sormamız gereken hayati bir soru var: Dokuz yıldır doğru cephede mi savaşıyoruz? 15 Temmuz gecesi milletin çelik iradesiyle ezilen darbe girişimi, maalesef sonraki süreçte nihai bir zafer gibi sunuldu. Mücadelenin tek hedefi FETÖ olarak belirlendi ve bu şeytanlaştırılmış yapıya karşı bir savaş verildi. Oysa FETÖ, büyük bir hastalığın sadece bir semptomuydu, bir ürünüydü. Biz ise dokuz yıldır ürünle savaşarak, o ürünü ortaya çıkaran fabrikayı görmezden geliyoruz.
Bu ülkede darbelerin, sapkın dini anlayışların, toplumsal çürümenin, ekonomik adaletsizliğin ve kültürel yozlaşmanın tek bir ana rahmi vardır: Kemalizm. 1920'lerden itibaren bu topraklara ait olan otantik İslami hareketleri, Anadolu irfanını ve yerli düşünceyi bir tehdit olarak gören bu ideoloji, onları önce baskı altına aldı, ardından sistematik olarak tasfiye etti. Bu toprakların insanına daima bir iç düşman gözüyle baktı ve onun değerlerini Batılı bir elbise içinde boğmaya çalıştı.
Devlet eliyle oluşturulan bu manevi boşluk, dini hayatın doğal ve sağlıklı bir zeminde akmasını engelledi. Geleneksel ve şeffaf yapılar baskılandıkça, yer altına inen, takiyyeyi bir metot olarak benimseyen, gizli ve anormal oluşumlar için verimli bir zemin hazırlandı. FETÖ, işte bu Kemalist iklimin zehirli bir meyvesidir. Dolayısıyla 15 Temmuz, aslında Kemalizm ile yapılması gereken büyük bir hesaplaşmanın kritik bir safhası olmalıydı. Ama biz, asıl düşmanı bırakıp onun ortaya çıkardığı bir piyonla uğraşmayla yetindik.
Bu stratejik hatanın sonuçları, dokuz yıldır hayatımızın her alanında kendini gösteriyor:
Ordu, kendi milletinin değerlerine karşı her an bir "cengaver" kesilebilen, asli görevinin rejimi korumak olduğuna inanan yapısını sorgulamadı.
Eğitim sistemi, materyalist, Batıcı, manevi değerlerden arındırılmış, yalnızca kendi çıkarını düşünen hedonist ve nihilist bir insan tipi üretmeye devam etti. Anadolu'nun fedakâr, ahlaklı ve bilge insan modelini yeşertecek kültürel iklim bilinçli olarak kurutuldu.
Ekonomi, kaynakları daima belirli bir zümreye aktarırken, halkın geniş kesimlerini yoksulluk ve geçim derdiyle baş başa bırakan adaletsiz yapısını sürdürdü.
En acısı ise toplumsal alanda yaşandı. FETÖ travması, bir canavarı işaret ederken, onunla birlikte tüm cemaatleri, vakıfları ve sivil dini yapıları da bir şüphe bulutu altına itti. Bu kurumlar halkın gözünde o kadar itibar kaybetti ki, bugün neredeyse hiç kimseye güven telkin etmiyorlar.
Bu güvensizlik ortamında tek sığınak olarak "devlet" kaldı. Ancak tüm güvenin tek bir merkezde toplanması, o merkezin yanlış ellere geçmesi durumunda tüm toplumu savunmasız bırakacak en büyük tehlikedir. Ortamın her an toza dumana karışacağı, çamurlaşacağı bir geleceğe doğru sürükleniyoruz.
Dokuzuncu yılında 15 Temmuz muhasebesi bize acı bir gerçeği gösteriyor: Fabrikayı ve onun zehirli üretim bandını görmezden gelerek, sadece ortaya çıkan bozuk bir ürünle savaştık. Bu büyük yanılgıyla yüzleşmediğimiz, mücadelenin asıl hedefine, yani bu topraklara yabancı bu sistemin kendisine yönelmediğimiz müddetçe, Türkiye yeni "ürünler", yeni krizler ve yeni ihanetler üretmeye mahkûm kalacaktır. Gerçek zafer, yanlış cephede kazanılmaz.




