Hukuk, toplumun ahlâkî değerlerini dikkate almak zorundadır. Ancak bizde tepeden inme devrimler yapılmış, “Bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” hesabı, bu acube hukuk sistemi yürürlükte kalarak, bugünlere kadar kırk yamalı bir hâlde gelmiştir. Bundan dolayı devamlı hukuk reformu yapılmakta, ancak hiçbiri dikiş tutmamaktadır.

İlim ve teknolojinin kaynağının Batı olması hasebiyle ilimperest ve teknolojiyi kutsayan bir anlayış, modern hayatla birlikte yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki teknoloji ve ilimde ileri olmak, dünya görüşünde de ileri olmak mânasında algılanmakta ve sekülerizm toplumun kılcal damarlarına kadar işlemektedir. Halbuki, “Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa alır.” hadisi mucibince Müslümanın kimseye bir borcu yoktur. Ancak bu şuur oluşmadığında teknoloji ahlâkın önüne geçiyor. Bunu da teknolojiyi güdenler (Batı emperyalizmi) bilinçli olarak yapıyor. Teknolojinin kendisi sorun değil, ancak teknoloji, kültürüyle birlikte geliyor ve sorun oluyor. Necip Fazıl’ın şu tesbiti karşımıza çıkıyor. “Bir toplum kendi ideolojisini üretebildiği nisbette kendi teknolojisini üretir.”[1]

İktidarda muhafazakâr hükümet olsa da mevcut Batıcı rejim gereği, toplum olarak, Batı’nın pragmatist ve seküler (tüketim ve haz odaklı) hayat tarzının esiri hâline getirildik. Öyle ki Müslümanım diyenlerin çoğu dahi ne sorguluyor ne de harekete geçiyor. Ancak şikâyet etmeye gelince biraz aktif oluyoruz. Halbuki bizi yakından ilgilendiren modern hayat tarzının ne olduğunu ve tarafımıza olan etkilerini sorgulamak zorundayız.

İnsan hiçbir şeyde çaresiz değildir ve isterse her saldırıya karşı koyacak bir güce (irade) sahiptir. İnsan kendi eliyle özgüvenini teslim etmedikçe kimse ondan bunu zorla alamaz. Bizim toplum olarak kaybettiğimiz veya kazanmamız gereken asıl şey iradedir. Şu soruyu yüksek sesle kendimize sormak ve gereken adımları ivedilikle atmak zorundayız: Batı ve Amerika’nın teknolojik ve kültürel propagandasına neden açık bir ülkeyiz? Batı’dan gelen saldırılara karşı savunma ve gerektiğinde taarruz kalkanımız olan ideolojimiz nerede?

Teknolojinin kültürüyle birlikte geldiğini herkes biliyor. Biz ise seyrediyor, hatta teknolojiyi kapma yarışına giriyoruz. Teknolojiye karşı olduğumuz için söylemiyorum, teknolojisi ile gelen zihniyet neden sorgulanmaz, ülkemiz neden Batıcı kültürel hegemonyasından hâlâ kurtulamaz? Asıl mesele budur. Ekonomik krizlerin altında dahi bu zihniyetin olduğunu söylersek abartmış olmayız.

Hâdiseye yanaşan insan şuurudur. Nasıl bir insanız, nasıl bir fikir/bakış açısına sahibiz? Batı’nın sinema filmlerinden ilmî faaliyetlerine kadar her şeyinde kendi bakış açısı yansımaktadır. Hukuk sistemimizle ilgili bir anekdotumu aktarmak istiyorum:

İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olduğum sene (2016) Batı hukukuna teslim olmuş eğitim sisteminin şahsiyetsizliğini vurgulamak için Üniversite Senatosunu Salih Mirzabeyoğlu’nun Hukuk Edebiyatı eseri ile bir dilekçe metni göndermiş, bu okullarda hukuktan ziyade kanun eğitimi verildiğini vurgulayarak okulun adının Hukuk Fakültesi değil de Kanun Fakültesi olarak değişmesinin daha gerçekçi olacağını ironik bir dil ile belirtmiştim. Ayrıca mevcut hukuk ve kanunların Batının medenî hukukundan aynen alındığını belirterek şu soruyu yöneltmiştim: “Bu hukuka göre ailemize bir Batılı gibi sevgi gösterecek ve boşanma olursa bir Batılı gibi mi davranacağız?” Tabii herhangi bir cevap gelmedi.

Hukuk, toplumun ahlâkî değerlerini dikkate almak zorundadır. Ancak bizde tepeden inme devrimler yapılmış, “Bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” hesabı, bu acube hukuk sistemi yürürlükte kalarak, bugünlere kadar kırk yamalı bir hâlde gelmiştir. Bundan dolayı devamlı hukuk reformu yapılmakta, ancak hiçbiri dikiş tutmamaktadır. Aslında Batıcı paradigmaya dayanan bütün eğitim sistemimizin hâl-i pür melâli budur. Bundan dolayı Batı’ya bir an önce kapak atmaya bakan, menfaati için ülkesini satacak hâle gelen nesiller yetişmektedir. Çözüm için hem fikir/sistem hem dert/ızdırap gerekiyor. Biri olup diğeri olmadı mı, olmuyor.

Problemi şöyle bir hiciv diliyle de ifade edebiliriz. Bir Amerikalı gibi gülüp bir Amerikalı gibi üzülmek, ailesine bir Amerikalı gibi sevgi göstermesini toplumdan beklemek ne kadar saçma! Kişiliği ve kimliği olan hiçbir insan bunu kabul etmez. “Millî devlet” olduğunu iddia eden hiçbir yönetim de buna rıza göstermez/gösteremez. Nasıl ki bağımsız bir devlet, kendi topraklarının yabancılar tarafından işgaline bütün gücüyle karşı olursa, dışarıdan kendi insanının davranışlarını, ahlâkını vs. yönlendirilmesine de de aynı şekilde karşı olmalıdır. Buna tüketim alışkanlıkları da dahildir. Fiili işgal ve istilaya karşıyız da kültürel istilaya aynı şiddette niye karşı değiliz? Karşı olmak için fikrî, ilmî, ahlâkî donanımlarımız nelerdir?

Laiklik, Atatürk milliyetçiliği gibi ucubelerle kültürel istilaya karşı gelinemeyeceği gibi Batı’nın kültürel işgaline daha açık hâle gelinir. Yetişen Batıcı şen sıpa nesiller buna misal iken hâlâ Üstad’ın tabiriyle “eşek hürriyeti” diyerek, Batı’nın hürriyet anlayışını mı savunacağız? Hakka esareti hürriyet bilmek, buna inanmak ve kitleyi de buna inandırmaya kendimizi adamalıyız. Bu tavırda hedonizm ve bencillik değil, hakkaniyet ve asalet vardır. Sadece para ve yemek yemeye odaklı bir hayata mahkûmiyet, insanın özgürleşmesi demek değildir. Batı’nın bizden istediği budur. Öyle ki Müslümanları da sekülerizm/dünyevileşmek batağına düşürmek en büyük emelleridir. Batıcı laik kesim, boğazına kadar battığı pislikten ayrı yaşayamayacağını düşündüğünden dolayı şeriat korkusu uykularını kaçırmakta, en ufak bir İslâmî zuhurda hop oturup hop kalkmaktadır.

İçlerinde soylu kafalar çıkması ve bunca acı çekmesine rağmen Batı insanının saadeti ve hidayeti bulamaması, imanı tanıyamamaları ve hakikate (Allah’a) teslim olamamalarındandır. Onların birçok sanat eserlerinde bu derin acıları (uçurumdaki çığlıklarını) görmek mümkündür. Mesela Bergman’ın Güz Sonatı filmi bende bu düşünceyi uyardı. Yine Bergman’ın Persona filminde şahsiyet bunalımı ve toplum tarafından tepki görmemek için maske takarak yaşamak işlenir.

Kendi hakikatini, hakikatin hakikatinde izleyebildiğimiz kadarıyla hür, mutlu ve şahsiyet sahibi oluruz. Hakikatin hakikati ise Allah Resulü’dür. Doğu insanı tarihinde nice kahramanlar yetiştirmiş ve hidayete ulaşmanın yollarını sistemleştirmişken (uçurumlara değil, zirvelere çıkmış iken), şimdi ise hiçbir çile çekmeden saadete ve hidayete ermeyi bekliyoruz. Allah’ın Son Peygamber’in yüzü suyu hürmetine bu ümmete bir lütfu olarak verdiği hidayet ve saadetin ise kıymetini bilmek ve onda derinleşmekten uzak mirasyedi gibiyiz. Batıya özendikçe ise bunalımlar yaşıyor, sıkışınca geleneğe ve köklerimize (İslâm) dönüyor veya dönmek istiyoruz, ancak bunalımının köklerine inip onunla yüzleşemiyoruz.

Doğu insanı, Batı insanının trajedisini onların nasipsizliği olarak görürken kendi imanının şükrünü ve edasını ihmal ediyor, mirasyedi gibi davranmayı da imanın selameti açısından tehlike görmüyor. Allah’ın ondan iman lütfunu alırsa Batı insanı gibi uçurumlarda yuvarlanma tehlikesini ise idrak edemiyor. Maddeye (modern hayata) pençesini geçiremeyen ruh ve fikrin bilahare esir konumuna düşeceği ve felaketlere sürükleneceği gerçeğini bunca yaşadıklarına rağmen ihmal ediyor ve Allah’ın lütfuna güvenmeye devam ediyor. Ne diyelim, Allah lütfuyla muamele kılsın ve ona lâyık kılsın. Verilen nimetin hesabının sorulacağını ise nimet-külfet dengesi içinde söylemek veya hatırlatmak zorundayız.

Bir davanın hak olması yetmez, onu taşıyıcı kadroların (Müslümanların) onu cemiyete nakşedecek liyakatta olması gerekir. Aksi halde bâtıl dava, bütün bocalamalarına rağmen yürür ve cemiyete hâkim hâle gelir. Olan da tam budur. Ancak çıkış kapımız vardır. Üstad Necip Fazıl’ı söylemde değil, eylemde ve olanca hakikatiyle keşfetmeliyiz.   


[1] Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, İbda Yayınları, İstanbul, 2019, s. 117.

Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024