Büyük Doğu-İbda ideolojisi (dünya görüşü) ise çağımızın kokuşmuş ve tükenmiş ideolojilerine karşı yegâne alternatif yeni dünya düzenidir. Bu açıdan İslâmcı hareketleri de gaye ve hedefine ulaştırıcı ve mânalı kılıcıdır.

Giriş

Bu sohbetimizde, Büyük Doğu-İbda fikir hareketinin ne olduğu, İslâm’ın iktidarı için neden gerekli olduğu ve onun his ve düşünce dünyamızla nasıl bir irtibat içinde bulunduğunu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle insanın kendini ve çevresini fikir ve kavramlarla tanımasından bahsedip ideolojinin önemine dikkat çekeceğim. İdeoloji kelimesini dünya görüşü, fikir sistemi mânasında kullandığımı belirteyim. Yabancı ideoloji veya izm’leri kastetmiyorum; zaten bu kavramın tanımını da vereceğim. Buralara takılıp kalmayalım diye en başta söylüyorum. Zaten Necip Fazıl da bu kelimeyi kullanmış, baş eserine İdeolocya Örgüsü ismini vermiştir.

İnsan, eşya ve hadiseyi tanımak ve tanımlamak ihtiyacında bir varlık. Duygu, düşünce ve irade faaliyetleriyle çevresini kendine mal etmek ve zapt etmek ister. Her şeyden önce onları tanımlamak ve zihnen kuşatmak ister ki, kendi de konumlanabilsin. Aksi halde askıdadır ve bu son derece rahatsız edicidir. İnsanoğlu, yanlış dahi olsa bir tanımlamaya boyun eğmeye meyyaldir. Bu genelde doğduğu çevreye uymak, oradan aldığı şuur süzgecine tâbi olmak şeklinde görülür. Ancak tam aksi de olur. 

Hayatın sürekli yeni oluşu ise insanı sorgulamaya ve yeniliklere açık hâle getirir. Zaten insan “hareket içinde hareket eden” bir görev içindedir. Hayat statikliği kabul etmez, insanın fizyolojik varlığı da... En başta ise zihnî ve psikolojik varlığı durağanlığı kabul etmez.

İnsan izahsız duramaz. Kendini, ailesi ve çevresini bir şekilde izah eder. Zira insan, kâinat ile kendi ilişkisini izah etmek zorundadır. Ancak hayatı da mutlak olarak izah edemez. Sınırlı varlık olarak hem mekân hem zamanla kuşatılmıştır. Demek ki sınırlı varlık insan için “Mutlak Fikir”in zorunluluğu söz konusudur. Mutlak Fikir, Mutlak Ölçüler’dir, Allah katındaki din olan İslâm’dır. Bununla beraber insanın hareketli ve düşünen vasfı da Mutlak Fikri şablon olarak alamayacağı ve hayata tatbik ederken ayrı bir işlem yapması gerektiğini ihtar etmektedir. Kısaca insan hem yapmaya hem yıkmaya uygun bir varlık; insan, ihtilâlci vasfı olan bir varlık. “Hareket içinde hareket eden” insanın ihtilâlci vasfı açıktır. İhtilâl bir vasıta olurken onu mânâlı kılan ise inkılâp vasfıdır. Hak kutbuna bağlı inkılâp…

Bu mevzuların tabii neticesi ise Müslümanın, Mutlak Ölçüler’e bağlı olarak ‘tatbik fikri’ veya “İslâm’a muhatap anlayış” davasının zaruretini idrak etmesidir. Yani İslâm’a muhatap anlayış veya tatbik-vasıta sistem şartını idrak etmemek bizi bundan âzade kılmaz. İnsan ve toplum meseleleri fikir-projesizliğin er-geç hesabını sorar, yani tıkanma ve bunalım doğar. “Ölçüler yerli yerinde, ya ona bakan göz nerede?” sualinin doğru cevabı için de bu şarttır. İleride bunu tafsil edeceğiz.

İslâm inkılâbını gözleyen ve bu uğurda bir gençlik yoğurmaya gayret eden Necip Fazıl, İhtilâl isimli eserinde, “Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket ihtilâldir.”[1] der. Aynı bahsin devamında ise ihtilâlin hem içimizde hem dışımızda süreklilik arz ettiğini şöyle vurgular: “İnsan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre aradığı cennetin engellerine karşı daima ihtilâl halindedir.”

Müslüman, aksiyonuyla Mutlak Fikri her daim yeni olan eşya ve hadiseler zemininde gösteren olmak zorundadır. Allah’ın Kitabında, “Ben kulumu eşya ve hadiseleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.” (Bakara Sûresi, 2/30) ölçüsü görev alanına işarettir. Aksi halde nefsinde davayı çürüten olur. İslâm’ın içinde her şey var, ancak bizim içimizde her şey yok. Bu anlayış-idrak ile mevzulara yanaşmak gerçek ihtilâl-inkılâpçı tavırdır.

İslâm’ı tatbik etmekten bahsedildiğine göre, önce “tatbik fikri” yani ideoloji şart. Zira su bulunmadan boru döşenmez. Sistem-dünya görüşü olarak BD-İBDA ortaya konulduğuna göre sistemden hareketle kurulan “hareket sistemi”ne yani “Büyük Doğu-İbda’nın aksiyon çizgisi”ne göre görev ve faaliyet alanı ortaya çıkar. “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmaz.” hikmetine göre ideolojiye nisbetle hareket etmek, insanın düşünen ve hareket eden varlık vasfının gereği olarak, Allah’ın biçtiği memuriyetin yerine getirilmesidir. Doğru fikir ve doğru tatbik ile kendinden zuhurumuz tecelli eder. İnanılan fikir sisteminin canımıza-kanımıza değmesi ve alın terine dönüşmesinden bahsediyoruz. Aksi hâlde o inanç sistemine inanıldığından ancak sözde bahsedilir.

Mutlak Fikrin mahiyetini sadece kabuktan ibaret gören şabloncu kafalar ise insanın vasfını ve hayatın tabiatını anlamadıkları için meseleleri ıskalarlar ve inandığını tatbik edemezler. Mesela, bol bol âyet ve hadis meali zikreden ve İslâmî metinleri kuru kuruya tekrar edenlerde bu şabloncu anlayış görülür. Hâlbuki tatbik için ayrı bir düşünce gerekir, “tatbik fikri” gerekir. 

İslâm “hayat nizamı” olduğuna göre mensuplarından bir sistem çapında toplum projesi sunmalarını ve bunun aksiyonunu ister. “Bize Kur’an yeter” veya “İslâmî kaynaklar var” demek, tatbik söz konusu olduğu zaman yeterli değildir, zira Kur’an ve Sünnet bizzat tatbik edemez. “Tatbik fikir”ine karşı olanların, “Bize Kur’an yeter.” şeklinde sözleri bile onların tatbik fikrini gösterir. Öyle ya da böyle, yanlış ya da doğru bir tatbik fikri olmak zorundadır. Burada şunu hatırlatalım ki “Anayasamız Kur’an” demek eksik veya yanlış bir ifade olup doğrusu “Anayasamız Kur’an’dandır” olmalıdır. Zira Kur’an anayasa kitabı değil, hidayet ve rehber kitabıdır.

Demek ki insan, kendi düşünce ve eylemleriyle Mutlak Fikrin sonsuz zenginliklerini açığa çıkarır. Değişmez kabuktaki cevherleri/hikmetleri ortaya serer. İslâm’ın mîzan-ölçü üssü ve eskimez, pörsümez, solmaz oluşu kıyamete kadar bâkidir. Aslında dine yeni bir şey ilâve edilmiyor, dindeki güzellikler ortaya çıkarılıyor ve dinin emri olan eşya ve hadiselere tatbik ediliyor. Tatbik, ayrı bir fikir olup insanın aksiyonudur.

Mevcut düzeni değiştirmeye talip olanlar yeni bir “içtimaî şuur süzgeci” oluşturmalıdırlar ki yıktıkları yerine yenisini ortaya koyabilsinler. Aksi takdirde inkılâpçı/devrimci değil, ıslahatçı/muvazaacı/reformcu olurlar. Eleştirdikleri düzeni de o düzenin “şuur süzgeci” ile eleştirirler ki bu ancak o sistemi yaşatmaya yarar. Islahatçı bakış açısı ile “Yeni Nizam-Yeni İnsan” davası kurulamaz. Eşya ve hadiselere inanılan fikrin rengi verilemez. Velev ki iktidara gelinsin. Muhafazakâr ve Müslüman iktidarın, materyalist ve seküler bir düzeni sürdürmesi gibi bir durumla karşılaşılır. Fikrin ihtilâli olmadıktan sonra ihtilâl yapılsa bile ihtilâl için fikir olur ki neticesi boştur. Sadece iktidara gelme değil, inkılâbı yapmaktır mühim olan. Batıcı şer cephesine karşı İslâm’a yakın iktidarı desteklemek ise Müslümanın ferasetidir. Siyasî yelpazede İslâm’ın faydasına bir tercihte bulunacağız, ancak “bütün”e talip olmayı da hiçbir zaman ihmal etmeyeceğiz.

İktidar kendi başına bir mâna ifade etmez, onu mânalı kılacak ve “inkılâp-oluşum”a çevirecek olan ideolocyanın tatbikidir. Daha “ideolojik eğitim” şartını idrak edemeyenlerin Mutlak Fikri hayata tatbikten bahsetmesi kuru bir hayalden ibaret kalmaya mahkûmdur. Olmadan olduramazsın; kendi kabını doldurmadan cemiyetin kabını dolduramaz, devletini ve nizamını kuramazsın!

Mutlak ölçüleri ona muhatap olanlar yani bizler tatbik edeceğiz. Bizler tatbik edeceğimize göre kafamızda “tatbik fikri” olmalı, bu da İslâm’a muhatap anlayış davası demektir. Projesiz inşaat yapılamaz. Bu işin proje/fikriyatını ortaya koyan ve aksiyonu yerine getiren nesillerde ancak İslâm yücelir, yerine getirmeyen nesillerde ise İslâm düşer.

İslâm’ı yürütmek söz konusu olduğu zaman diyalektik davası da gündeme gelir. Fikir, teorik ve statik plânda olurken, onun tertibi-düzeni ve yürütülmesi demek olan diyalektik ise dinamik plândadır. Diyalektik, düşünme metodu ve ifadelendirme sanatıdır aynı zamanda, sistem mânasına da gelir. “İbda Diyalektiği” terkibinde ise İbda fikir sistemi ve onun yürütülmesi mânasındadır. Demek ki tatbik için diyalektik ölçüleri olmazsa olmazdır, İslâm’ın çağımızda tatbiki için başta İbda Diyalektiği eseri olmak üzere Büyük Doğu-İbda fikriyatında diyalektik ölçüleri ortaya konmuştur. Sadece seyirci ve sadece duacı değil, Kur’an ve Sünnet’e boş boş bakıcı hiç değil, İslâm’ı gerçekten yürütmek için fikir ve diyalektik şartı yerine getirilmelidir. Diyalektik ve ahlâk davaları ortaya konmadan dava yürümeyeceği gibi lafta kalır. Diyalektik, aynı zamanda aklın niçin ve nasıl davasıdır. Ahlâk ise kâinatta insanın ne olduğu davasıdır. Gerçek İslâm mütefekkiri bu iki sahayı da doldurmakla mükelleftir ve Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptıkları bunlardır. Büyük Doğu-İbda’nın diyalektik ölçüleri yani hareket noktaları olarak, muhakeme usulü prensiplerini de sayalım: Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık, Müdahalecilik. 

Necip Fazıl’ın “Bu iş ne akılla olur ne akılsız.” tesbitinde, Mutlak Fikrin karşısında aklın tâbi oluşuna yani selim akla işaret edilirken, aynı zamanda Mutlak Fikri eşya ve hâdiselere tatbik ederken insan aklının gerekli olduğu ifade edilir. Burada ahlâk ve diyalektik davalarının zorunluluğu tekrar görülüyor. Hatırlatırsak, ahlâk, eşya ve hâdiseler karşısında bizim tavrımız olurken, onun yürütülmesi ve bunun ölçüleri ise diyalektik olur. Ahlâk, aynı zamanda inanılan sistem ile yapılması gerekenin birbirine uygunluğu davasıdır.

İdeoloji veya ideolocyanın tanımı ise şöyledir: Ferdin ve cemiyetin inşaındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi…[2] İdeoloji, insan ve toplum meselelerinin halli davasında fikirler manzumesi olup sistem ifade eder. Sistem, kendisini teşhir eden unsurlarıyla tezatsız bir terkip (tüm) anlamındadır. Her rejimin bir ideolojisi vardır. “İdeolojiler devri bitti” gibi söylemler, ya mevcut rejime karşı alternatif çıkmasın diye ortaya atılır ya da ideolojiyi kuşanmamış bazı İslâmcıların çaresizliğini ifade eder. BD-İBDA ideolojisi (dünya görüşü) ise çağımızın kokuşmuş ve tükenmiş ideolojilerine karşı yegâne alternatif yeni dünya düzenidir. Bu açıdan İslâmcı hareketleri de gaye ve hedefine ulaştırıcı ve mânalı kılıcıdır.

Buraya kadar anlattıklarımızı işin usulüne dair bir giriş kabul ederek, işin esası olarak sohbetimizin ikinci kısmına geçebiliriz.

Birinci Bölüm

Önce Büyük Doğu-İbda’nın kısaca tanımını verelim. Necip Fazıl, “Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığıdır…” diyor… Salih Mirzabeyoğlu ise “İbda yürüyen Büyük Doğu’dur…” diyor. Bunlar fikriyatın şekil ve usul açısından tanımları oluyor. Muhteva olarak Büyük Doğu-İbda’yı mimarları üzerinden şöyle tanımlanmaktadır: “Necip Fazıl, İslâm’a muhatap anlayışın dünya görüşünün “nasıl”ını, Salih Mirzabeyoğlu ise bu dünya görüşünün yürütücü ayağı olarak “niçin” cephesini sistemleştirmiştir. Biri ağırlıklı olarak “nasıl”, diğeri ağırlıklı olarak “niçin” davası. Bir misalle izah edecek olursak: Namazı kılma şeklimiz “nasıl” davasıdır. “Peki niçin namaz kılarız?” diye sorduğumuzda “niçin” davası ortaya çıkar. Her ikisi de lüzumludur ve birbirini tamamlar. Bundan dolayı Büyük Doğu-İbda, bir ayniyetin birbirinden ayrılmaz ve birbirine denk iki kanadıdır, denmektedir.

Yüz cildi Necip Fazıl, 70 cildi Salih Mirzabeyoğlu’na ait olmak üzere 170 cilt külliyat olan Büyük Doğu-İbda, mâlumat da denen bilgi yükü veya kütüphanenin raflarını süsleyen kitaplar değil, irfan denen içselleştirilmiş bilgi ile toplum ve devlet inşa etmenin plan, proje ve tatbiki/aksiyonudur. Kan ve çile ile yoğurulan bu eserler her şeyden önce bizim kalbimize hitap etmektedir.

Büyük Doğu-İbda’ya Umumî Bakış dedik… Fikriyatın tanıtıcı vasıflarıyla bu mevzuyu açıklamaya çalışacağız, bazen de zıddından davayı delillendireceğiz… Büyük Doğu-İbda, kendimize ve çevremize bir bakıştır, bir başka deyişle eşya ve hâdiselere bir bakış ve kâinat muhasebesi demektir. Tarihe bakış da buna dahildir ve bizi yakından ilgilendirdiği için yakın tarihe gitmeliyiz. Bunun için bilhassa 20. asrın başına bakmamız gerekiyor. Zira çağımızı şekillendiren ve bizi hâlen derinden etkileyen, mesela içinde yaşadığımız Batıcı rejim, İslâm âleminin başsız kalışı, Filistin meselesi gibi hâdiselerin kaynağı o asırdadır. Bundan dolayı hesaplaşmanın köklerine inmeliyiz.

20. asrın başlarında Osmanlının yıkılışı ve Cumhuriyet rejiminin kuruluşu gerçekleşmiştir. Bu kritik dönemi anlamak için anahtar şahsiyet Abdülhamid Han olup Necip Fazıl bunu, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” şeklinde ifade etmiştir. Abdülhamid’i deviren İttihat ve Terakki zihniyeti daha sonra laik ve Batıcı çizgide bir rejim kurmuştur. Bu arada İslâmî bir zuhur maalesef gerçekleşmemiştir. “Tarihe mâna veren hâlihazırdaki insan düşüncesi” olduğuna göre Büyük Doğu-İbda’nın tarihi mânalandırması bizim için geriye ve ileriye gidişte pusula değerindedir. İslâm’ın tarih anlayışında peygamberlerin merkezde olduğunu ve Mirzabeyoğlu’nun, “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı.” tezini de hatırlatalım.

Her şey zıddıyla kaimdir. Hak ve bâtıl var, dost ve düşman var. Dostumuzu ve düşmanımızı tanımak zorundayız. Allah Kur’ân’da, “Ey iman edenler…” diye hitap ederken, başka âyette, “Ey inkâr edenler…” diye zıddını yani düşmanını ifade ediyor. “Allah için sevgi, Allah için buğz” ölçüsü mâlum. Bu ölçüye binaen Necip Fazıl, baş nefret kutbu ve baş muhabbet kutbunu işaretlemiş ve sistemini ona göre kurmuştur. Büyük Doğu-İbda’ya göre baş muhabbet kutbu Allah Resulü ve onun vârisleri olurken, baş nefret kutbu ise şeriata savaş açan Put Adam ve onun şürekası Batıcı taife olmaktadır. Necip Fazıl’ın Put Adam isimli bir eseri olduğu ve bu kişinin kim olduğunun resmî kurumlara bakınca hemen anlaşılacağını da hatırlatalım. Demek ki Büyük Doğu-İbda’nın tarih muhasebesi yapması yanında temel bir vasfı da ortaya çıkıyor. Büyük Doğu-İbda, dostu ve düşmanı tanımaktır.

Tarih muhasebesi ile dost ve düşmanı tanımayı belirttik. Ancak en başta Büyük Doğu-İbda’nın kendimizi tanımak ve kendimize tutulan bir ayna olmak rolü olduğunu belirtelim. Şimdi bunu açalım. Necip Fazıl “iman ve aksiyon” diyor ve öncelikle Müslümanların his dünyasını inşa etmek istiyor. Bu da nefs muhasebesi demektir ki Büyük Doğu-İbda, “Ben kimin, ölüm nedir?” sorularına verilmiş cevaplar olarak, çağımızda nefs muhasebemizin vasıtasıdır. Kâinat karşısında duruşumuz, Allah ile münasebetimiz tabii ki cemiyet ile ilişkilerimiz bunun içinde yerini bulmaktadır. Büyük Doğu-İbda’da büyük cihat ile küçük cihat birbirinden ayrılmaz bir şekilde yürümektedir. Hâli yaşamak, geçmiş ve gelecek gibi hâtıra ve hayal değildir, harekettir, aksiyondur, ameldir. Onun için ânın hakkını vermeli, hâtıra ve hayalde yaşamamalıyız. Hâtıra ve hayal ancak âna, ândaki aksiyona katkı sağlıyorsa alınabilir. Muhammed Pârisâ Hazretleri şöyle buyuruyor: “Gafil halk, kesik ve bitik, yorgun ve argın bir lâf eder. Yarın olsa da bir iş işlesem…Bilmez ki bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiş ki yarın işlesin?..”[3]

Necip Fazıl, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.”[4] hadisini eserlerinde çokça zikreder[5], Salih Mirzabeyoğlu ise aksiyon cephesini örgüleştirmede ve hareketin sistemini kurmada ilk ve tek olan İdeolocya ve İhtilâl eserinde, ideolocya ile yaşamak’ın ayniliğini gösterir, bunun için görev, siyasî duruş, değişim yolunu belirlemek, hareketi temellendirmek, ihtilalci teşkilât ve kadronun ilkelerini verir.[6]İslâm aksiyonunu isteyen her gencin bu kitabı sindirerek okuması gerekir. Bu minvalde kısaca şunu söyleyelim ki İslâmlaşalım, demokratikleşmeyelim. Demokratik imkânları kullanmak başka paradigmayı benimsemek ise bambaşka bir şeydir…Paradigmayı benimseyen Müslüman olabilir mi?.. Paradigmayı eleştirdiğimizde ise yolumuz Büyük Doğu-İbda ile kesişir.

Mirzabeyoğlu’nun altını çizdiği bu vazifelerin hiçbirinden uzak duramayız. Uzak durursak düşmanların saldırılarına karşı silâhsız ve savunmasız kalırız. Demek ki Büyük Doğu-İbda, Müslümanın kuşanması gereken şuuru olduğu gibi aynı zamanda onun savunma ve taarruz aracıdır. Hem gaye hem vasıtadır. Bilhassa kavganın şiddetlendiği durumlarda siyasîlerin Büyük Doğu-İbda’nın dil ve söylemine büründüklerini görmekteyiz ki aslolan bunun her daim olması ve toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’nun oturtulmasıdır. Aksi halde Müslümanlara rahat yüzü yoktur ve kazanımlar da kaybedilme yoluna gidebilir. Demek ki Büyük Doğu-İbda, bağlılarını nefs muhasebesine davet ederken, diğer cemaatlerden farklı olarak İslâm’ın iktidarı için içtimaî, siyasî, ahlâkî, iktisadî bir cemiyet modeli ortaya koyuyor, Müslümanlara ne yapacaklarına dair alternatif sunuyor. Tabiî ki Müslüman çağından mesuldür şuurunda olanlara…İslâmcılık, dernekçilik, dervişçilik oynayanlara değil…

Büyük Doğu-İbda’nın şeriat-tarikat-hakikat makamı ile ilgisinden biraz bahsedelim. Önce bu üç kavramla ilgili şunu ifade edelim ki tarikat ve hakikat, geniş mânada şeriat tanımının içindedir, ondan ayrı bir şey değildir. “Şeriat, İslâmdır” diyoruz ya, o mânada. Bu mevzuu, Büyük Doğu-İbda’nın temel referansı İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tarafından “Hakikat, şeriatın hakikatinden ibarettir.”[7] diyerek bir noktada cemetmiştir zaten.

Geniş mânasıyla ifade edersek, Hz. Adem’den kıyamete kadar dinin heyet-i mecmuası şeriattır. Asr-ı saadetten sonra ihtiyaca binaen zuhur eden mezhepler de şeriattır. Yine Asr-ı saadetten sonra teşekkül eden dergâh-tekke türü yapılar şeriat kurumlarıdır. Keza ulema zinciri şeriatı yürütmüştür. İslâm’a muhatap anlayış ve onun aksiyonu olan Büyük Doğu-İbda da şeriattir, şeriatten olduğu için şeriattir. Başta söyledik, Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığıdır… Yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesidir…Şer’î deliller hiyerarşisi ise bellidir. Kur’ân, Sünnet, İcma-ı Ümmet, Kıyas-ı Fukaha. Bu hiyerarşi, Ehl-i Sünnet’in dört temel kaynağı bu şekildedir. Bunda şüphe yoktur. Zira deliller hiyerarşisini değiştirmeye kalkmak, dinin esasını zedelemeye yol açar.

“Şeriat-tarikat-hakikat” derken, şeriatı dar mânada yani, “ibadât, muamelât, ukubât” mânasında almış oluyoruz. Bu mânada şeriatte “seninki senin, benimki benim” anlayışı vardır. Tarikatta ise “seninki senin, benimki de senin.” anlayışı, hakikat makamında ise “Ne seninki senin, ne benimki benim” anlayışı vardır. Büyük Doğu-İbda ise şeriatten kıl taviz vermeyen bir dünya görüşü olduğu için şeriatı, malı ve canı ile cihat ettiği ve esasen nefs muhasebesi temelinde olduğu için tarikati ve hikemiyat temelinde yükseldiği için aynı zamanda hakikat makamını temsil etmektedir. Bu dava hem zâhiri cephe olarak şeriat, hem bâtınî cephe olarak tasavvuf, ikisi bir arada, birbiriyle tam âhenk ve bilhassa şeriate mutlak intibak halinde benimseyenlerin yoludur…

Bu mevzuu şöyle de hülâsa edebiliriz. Şeriat zâhirdir, tarikat bâtındır, hakikat ise Hak ile halkı birlikte müşahededir. Hak ile halkı birlikte müşahede noktası “cemü’l-cem-hakikatlerin hakikati” dedikleri makamdır. Yeryüzünde Hakkın iktidarını kurmaya aday olan Büyük Doğu-İbda’nın, “İstikbal İslâm’ındır.” inancını pırıldatması ve gözünün büyük İslâm inkılabında olması onun temel vasıflarıyla alâkalıdır. Demek ki Büyük Doğu-İbda, şeriatın zâhirine sımsıkı bağlı olarak ve tasavvuf ahlâkına da sahip olarak hakikatin hakikati dedikleri makamdadır.  

Bir diğer vasfa geçelim. Büyük Doğu-İbda, büyük İslâm stratejisi ve buna bağlı olarak siyaset-i şer’iyyeyi temsil etmektedir. Siyaset deyince günlük politika değil, İslâm’ın leh ve aleyhindekileri bilmek anlaşılmalıdır. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin ahlâk ve ontolojiyi içine alan fıkıh tanımının da “Kişinin leh ve aleyhindekileri bilmek.” şeklinde olduğunu sadece hatırlatıp geçelim. İslâm’ın leh ve aleyhindekileri yani dostu ve düşmanı bilmek için de strateji gerekiyor. Çağımızda İslâm hangi noktalardan savunulacak, nasıl bir strateji ve taktik geliştirilecek, fikir ve hareket, hedef ve vasıta ilişkileri nasıl olacak vs.? Öyle bir siyaset ve strateji ki Müslümanların emekleri bir havuzda toplansın, faaliyetler kendi başınalıktan kurtulsun ve “tek bir ordu” hâline gelinsin!

İbda’nın mücadele tarihinden misallendirelim. 12 Eylül öncesinde komünist-ülkücü kamplaşmasında mukaddesatçı gençliğin Mirzabeyoğlu tarafından Akıncı ismi altında demetlenmesi, 12 Eylül darbesinde Akıncı Güç mensuplarının Askerî Kışlalarda işkence görmesine rağmen Gönüldaş Yayınları çaba ve direncinin gösterilmesi, 1986-1987’de türban kavgasını İbda’cı gençlerin ateşlemesi ve peşinden zuhur eden cepheler dönemi, Ayasofya gösterileri, Karar, Ak-Doğuş ve Taraf dergileri, 1990 döneminde cephelerin faaliyetlerini artırması, Körfez Savaşında Amerika’yı protesto gösterileri, 28 Şubat’a direnen yegane hareket olarak İbda cephelerinin varlığı, Mirzabeyoğlu’nun hapsedilmesi ve 1999 Metris isyanları, verilen ağır cezalar, şehitler, gaziler.. Bütün bunlar İbda’nın siyasî duruşundan bazı misallerdir. Bunları artırmak mümkün olup bu minvalde “gerektiği yerde gerekeni yapma” ilkesi ve “kendinden zuhur diyalektiği”ni zikredebilirim. İbda’nın fikrî yapısına paralel olarak siyasî çizgisinin de istikrarlı olduğu mücadele tarihinde görülmektedir.

Yukardaki misallere bakarak biraz da gıpta ile “İbda çizgisinde neden savrulmalar ve siyasî zikzaklar olmuyor?” diye sorulabilir. Bunun sebebi, fikrî yapısının sağlamlığı ve “siyaset için siyaset” değil, “sisteme bağlı siyaset” ilkesini benimsemesidir. Bu fikriyat, stratejik ilkeleri de içermektedir. Eğer bazı İbda mensuplarının hareket ve eylemi İbda fikriyatına uymazsa onlar tabii olarak dışlanır, bu fikriyat içinde hayatiyet bulamaz. İbda’nın istikrarlı siyasî çizgisine bir misal olarak, Fettoş’un 80’li yıllarda münafık olarak yaftalanması, yine o yıllarda İrancıların “mut’a çocuğu” olarak damgalanması ve 1990’da Körfez Savaşı’nda Amerika’ya karşı Saddam’ın desteklenmesi hususları verilebilir.

Bu sohbetimizde Büyük Doğu-İbda’nın hem fikir hem hareket yönüne değiniyoruz. Zaten bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Bu minvalde şunu ifade edelim ki İbda’nın stratejisine göre “eylem için eylem” değil, “fikir için eylem” geçerlidir ve buna “harekete fikrin damgasını vurmak” da denmektedir. Bundan dolayı bir İbda’cı hâdiseleri seyredici olamaz. Ancak pörsüyenler, heyecanını yitirenler müstesna. Zaten “kendinden zuhur”, her şartta kendi mânamızı fışkırtma marifeti demektir.

İbda’nın tanıtıcı vasıflarından biri de Batı dünyasını bütün oluş sırları ve olamayış hikmetleriyle süzgeçten geçirmiş olmaktır. Bu da düşmanı iyi tanımak demektir. Üstad Necip Fazıl, ‘Düşmanı tanımadan dost tanınır mı?’ Düşmanı tanımak dostu tanımanın yüzde 99’udur. Ve buraya yine Allah için kızmak, Allah için sevmek düsturu çıkıyor. Düşmanı olmayan Müslüman, ‘Müslüman değildir!”[8] diyor. Düşman bizi diri tutar ve aksiyon vesilemiz olduğu için sıçrama yapmamıza vesile olur. Devletler ve hareketler savaş ve mücadele azmi ile büyür. Tekâmül için zorlukların katkısı inkâr edilemez… Batı’yı onun baş çilesi ve Üstad’ın tabiriyle insanoğlunu Homongolas’a çevirici makine bilmecesini de en derinden çözmüş olmayı, Büyük Doğu-İbda’nın tanıtıcı yedi vasfından[9] biri olarak burada hatırlatalım.

İbda’nın tanıtıcı vasıflarından bir diğeri de Üstad’ın “15. İslâm asrının yenileyicisi” diye sıfatlandırıp “İslâmda estetik planı başa alsın.”[10] diye tavsiye veya emirleridir ki İbda’nın temel eseri İbda Diyalektiği’nde, “En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pırıldamak zevk ve gayesine ermiş olmak”[11] diye işaretlenmektedir. Demek ki bütün iş ve hareketimizde bir estetik kaygı taşımalı, faaliyetlerimizin sunuş şekline yani tebliğe, hassaten telkin diline dikkat etmeliyiz.

Fikrimizi en güzel ambalajlarda sunmaktan kılık kıyafetimize, ev, dernek, vakıf, işyeri vs. mekânlarımıza kadar bir estetik kaygı taşımalıyız. Tavır ve davranışımız, dil ve diyalektiğimiz incelikten yoksun olmamalıdır. Zira estetik, hesap kitap sordurmadan yakalayıcı, zapt ve fethedicidir. Bu hususta hem zihin hem göz eğitimine ehemmiyet vermeliyiz. Şunu unutmayalım ki pis borudan temiz su akmaz. Ayrıca nerede kılıç çalınacak, nerede kerem gösterilecek, bunları bilmeliyiz. Öyle ki İslâmda kılıcın bile usta cerrah elinde bir rahmet neşteri olduğunu kavramış olmak, Büyük Doğu-İbda neslinin tanıtıcı vasıflarındandır.

İbda’nın “temel ölçüler”i ise İbda Diyalektiği eserinde beş madde halinde özetlenmiştir. Bunları sayalım: Sır İdraki, Dışa Bakış, Muradı Kestirebilmek, Şehitlik Şuuru ve İşi Ehline Vermek. Birinci sırada yer alan “Sır İdraki” üzerinde biraz durmak istiyorum. Sır İdraki, bilinenler vasıtasıyla bilme hassasına erme, irfan ve feraset sahibi olma, kısaca ince anlayış sahibi olmaktır. Bu hususta unsurların toplamından fazla bir şey olan “hüküm” ve bütünlüklü kavrayış bilinmeli, bedahet davası da idrak edilmelidir. Anlamadığına karşı çıkmak psikolojisiyle işi kuru akıl sahasına hapsetmemek, sığ, küt ve yobaz tavırlardan uzak durmak zorundayız. Kuru aklın ve zâhirci anlayışın temsilcilerine bir misal ise selefî ve vehhabîler olup onlar nur yoksunudurlar. Kaba saba anlayışla Kur’an ve hadislere yanaşmak da tehlikelidir ve “sır idraki”nin olmadığı yerde, Allah Sevgilisi’nin namazıyla herhangi bir insanın namazı arasında fark yoktur!..[12] İşte kuru aklın gideceği nokta burasıdır ve sapık kolların ayakları buralarda kaymaktadır. Büyük Doğu-İbda bağlıları, İslâm’ı bir hayat nizamı ve bir iman zarureti olarak görerek topyekûn insan ve toplum meselelerine tatbikinde sır idraki içinde davranmalı, operatörün neşteri ile katillin bıçağı farkını göstermek zorundadır..

Diğer “temel ölçüler”i birer cümle ile takdim edelim. Dışa Bakış temel ölçüsü, dışımızdakileri de İslâm diyalektiğinin hasrına alabilme ve onları kendi kalıplarında boğabilmenin irfan dili olup İslâm’ın izzetinin ilânıdır. Muradı Kestirebilmek temel ölçüsü ise esas ve gayenin farkında olarak, onu her ân yeni eşya ve hâdiseler zemininde yürütme ve aydınlar arası imecenin sağlanacağı bir usuldür. Şehitlik Şuuru ise her daim iman tazeleme ve “ölmeden ölme sırrı” ile dünyada faaliyet gösterme olup “ölüp de ölmeyenler” ve şehitlik şuuru tescilli gazilerdir. İşi Ehline Vermek temel ölçüsü ise “topluluk hakikati”ni tecelli ettirici olup verilen bir misalle, kuvvetli ve cesur komutana velev ki günahkâr olsun görev verme gibi “içtimaî fayda”yı gözeticidir.[13] Bu misali açalım. İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerine, “İki adam var. Biri kuvvetli ve cesur, fakat günahkârdır. Diğeri ise kâmil mü’min, ancak zayıf ve acizdir. Savaşta hangisi kumandan yapılır ve hangisiyle savaşa çıkılır?” diye sorulur. İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin cevabı ise şöyle olur: “Birincinin kuvveti Müslümanlara, günahı ise kendinedir. İkincinin ise kâmil mü’minliği kendine, acizlik ve zayıflığı Müslümanlaradır. Bence, Müslüman fakat günahkâr kuvvetli, harplerde kumandan tayin edilir ve onunla savaşa gidilir.”

İkinci Bölüm

İbda’nın mânalarından biri de “Birisine, kâr tamamen kendisine ait olmak üzere sermaye vermek”[14]tir. Bu tanımda İbda’nın rahmet boyutu görülmekte, ancak onu mirasyedi gibi yemek değil, işletmek istenmektedir. Bu emekten doğacak mânevî kâr yani sevap ise tamamen bize aittir. Ancak burada şu mâna da çıkmaktadır ki alınan sermayeyi heba etmek, ticarete yani cihada yatırmamak israftır, günahtır, vebaldir. Buna şöyle bir misal verelim. Söylemde kalan, her gün dünyayı fetheden bir İbdacılık zaman israfı ve vebaldir. İbda’nın yeni dünya düzeni iddiasında olması, onun dil ve diyalektiğinin müesses nizamlara meydan okuması ve Kumandan Mirzabeyoğlu’nun çile ve cesareti, ona mensup olanlarda bunun arkasından ucuz söylemle kahramanlık taslamak hakkını vermez. Bu hâl, İbda diyalektiğinde de işaretlenen “olmadan olmuş görünme” ve “beleşçilik”tir. Buna paralel olarak parsacılık da yaygın bir marazdır. Devrim olacak ve bunlar da bir-iki rol kapma ile vekâletleri, makamları devşirecek. Böyle süflî ve rezil anlayışla devrim olmaz. Olsa olsa yağma ve çete olur.

Büyük Doğu-İbda’da iş sahibi, ev-bark sahibi olmak öğütlenmiştir. Kendisiyle barışık, ailesinde huzurlu ve çevresinde saygın ve etkili olunması istenmiştir. İbdacı, iş güç ve nüfuz sahibi olmaya, branşıyla da göz doldurmaya bakmalıdır. Hadiste, “Kuvvetli mü’min, zayıf/güçsüz mü’minden daha iyi, daha üstün ve daha sevimlidir.[15] diye buyurulmaktadır. Zira kuvvetli mü’minin İslâm’a yararı daha çok olur. Bu minvalde şunu belirtelim ki kendini yetiştiren bir gönüldaş, kendini yetiştirmeyen bir gönüldaştan daha yeğdir. Bunun için dil öğrenilecek, branşında derinleşilecek, gerektiğinde bürokratik engeller sabırla aşılacak, ticaret yapılacak ve kazancının belli miktarı davaya sunulacaktır. Hiçbir hususta ertelemeci davranılmayacak, bitmez-tükenmez dünyalık hedefler içinde kaybolunmayacaktır. En önemlisi dava şuuru hiçbir zaman kaybedilmeyerek, makam ve mevkiler hizmet vasıtaları olarak görülecektir. Bu hususu şöyle de ifade edebiliriz. Amaç-araç ilişkisi hiçbir zaman birbirine karıştırılmayacak ve araç, amacın önüne geçmeyecektir.

İbda Mimarı’nın Hikemiyat isimli eserinde “dış-yüz anlayışları” ve kuru mantık”[16] diye teşhis ettiği sathîlik, fikir üretememe, ifade dilini bulamama ve tıkanmanın sebepleri üzerine muhasebe edip kendimizi yenilemeliyiz. İbda’nın üstün dil ve diyalektiğini mirasyedi gibi harcamak ve etrafa caka unsuru olarak kullanmak değil, karşılıksız aldığımız o sermayeye emeğimizi katıp davamızı geliştirmek/yürütmek zorundayız. Davayı biz taşıyacağız, davaya kendimizi taşıtmayacağız. Nefsimiz için mi, davamız için mi çalıştığımızı içimizde hep sorgulayacağız. Dava, insanın nefsini aşıp bir ideale bağlanması demek olup bunun hakikati Allah davası ve Resul aşkıdır. Hakikî kurtuluş da buradadır … Umumî olarak söylersem, ideolojiyi dış yüzden anlıyor ve kuru mantık ile yürütmeye çalışıyoruz ki bizden istenen bu değildir.

Hayalperest devrimcilik veya dünyayı bir günde fethetmek gibi boş şeyler aksiyon değildir. Kendimiz olmadan başkasını olduramayız, kendimiz değişmeden başkalarından değişmesini bekleyemeyiz. İdeolojik eğitim ve şuurlanma zahmetine girmeden, oturduğu yerden devrimcilik yapmak bazı kişilerin kolayına geliyor. Bir de şu hususu belirtelim. İnternette ne idüğü belirsiz tiplere bakarak İbda’yı değerlendirmeye kalkanları en az o tipler kadar ucuz ve suçlu buluyorum. İşin çile ve zahmetine katlanmak yerine bu ucuz ve kolay tavır tercih ediliyor, ancak buralardan bir hareket ve bereket doğmuyor.

Belli bir ideolocya temelinde (bizce bunun adı BD-İBDA’dır) zihnimiz berrak ve davranışlarımız (aksiyon) açık olmadığı zaman bir Müslüman ahlâkının tam tersi bir durum içinde kıvranır dururuz. Öyle ki birçok ilişkimiz yapmacık olur. Allah ve Resulü’ne ittiba şuurundan uzak, meselesiz, gayesiz, hedefsiz ve yapmacık olur. Bu hal ise insana ne dünyada ne de âhirette huzur verir.

Bir iki ahlâki yaramıza daha temas etmek istiyorum. Bizi yüzümüze karşı öven ve pohpohlayanı dost ve arkadaş kabul ediyor, gerektiğinde hatamızı söyleyenden ise uzak duruyoruz. Halbuki Hz. Peygamber, “Medihçilerin, dalkavukların yüzüne toprak saçınız!”[17] diye buyurarak bu duruma tepki vermemizi istemiştir. Müslüman bir kardeşimizi gıyabında anmak ve övmek ise makbuldür. Böylece dedikoduya da yol kapalı kalmış olur. Pohpohtan ziyade bizim faydamıza olacak eleştiriyi dinlememiz hatta o kişiye teşekkür etmemiz, bizim akıllılığımıza ve nefs muhasebemize işarettir.

Cemiyet inşaına talip bir hareketin mensuplarının, a sosyal olamayacağı, birbirleriyle yarenlik ve yandaşlık yapamayacağı, İslâm inkılâbını halktan beklemekten ziyade sabırla halka isteteceği, öncü ve çilekeş olacağı, önce kendinde oluş prensibini gerçekleştirdikten sonra dışa açılarak olduruş vazifesini yükleneceği mâlumdur. Bir ömür boyu yaşanılacak hallerin felsefesini yapmayı tasavvuf zannedenler de bulunmaktadır. Bu minvalde “nefsinde kemal dikizleme” ile “ermiş salaklığı” denilen hâllerinin İbda ile ilgisi olmadığını esasen bunların had bilmemezlik ve aksiyondan uzaklık olduğunu belirtelim.

Ahlâkî yaralarımızdan bir kısmı doğrudan nefsimizden meydana gelirken bir kısmı da mevcut Batıcı rejimin verdiği şuur süzgeci ve onun duygu ve düşünce alışkanlıklarından kaynaklıdır. Mesela modern hayatın teşvik ettiği bireysellik ve bencillik, insan merkezli ve pragmatist bir yaşayış gibi. Bunların insanın nefsanî tarafını desteklemesi işin cabası olmaktadır. Nefsimiz, Kemalist rejim ve Batı olmak üzere üç düşmanla mücadele etmek zorunda oluşumuz, meydana gelecek fethin de o çapta büyük olacağına işarettir. Müslüman beş türlü şiddet ile mücadele etmek zorundadır. Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eseri takdiminde verilen bu beş türlü şiddeti aktaralım. “Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kâfir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.”[18] Bütün bunlara içinde yaşadığımız laik-seküler rejimi ve onun hukuk, eğitim, iktisat vs. sistemini de katarsak, “Müslümanlık kahramanlıktır.” sözü perçinlenmiş olur.

Netice

Eşya ve hâdiselere fikrin damgasını vurmak için onu papağanvâri tekrar değil, içselleştirip kendi içimizde ayrı bir enerjiye dönüştürmeliyiz. Fikriyatımızı sadece söylem ve retorik olarak almak ve tâbiri caizse onu bir meta olarak görmek, fikri içselleştirememek ve onu damarlarımızda kan hâline döndürememektir. Fikrî formlar oluşmadığı zaman eşya ve hâdiseler karşısında “kör şuur” söz konusu olur ve seyirci kalınır. Kendinden zuhurumuzu İbda’ya havale edip biz de onun gölgesinde kurtulmuşlardan olduğumuzu sanıyoruz ki böyle bir şey doğru değil. Retorik ve lafız İbdacılığı değil, iman ve fikir İbdacılığını istemeliyiz.

Hülâsa olarak şunu belirtelim ki Büyük Doğu-İbda, şeriat yoluna düşmekten başka bir vasıta, manivela değildir. Bu dava, başta samimiyet olmak üzere ahlâkî temele dayanır ve dava uğrunda can vermek olan şehitlik şuuru bunun tabii neticesi olarak tezahür eder.

Allah’ın selâmı üzerine olsun.

Dinlediğiniz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Not: Bu sohbet, 11 Kasım 2023 tarihinde BDA (Büyük Doğu Akıncıları) Derneğinin Eyüp’teki genel merkezinde ve 14 Kasım 2023 tarihinde TÜGVA Fatih Şubesinde yapılmıştır.


[1] Necip Fazıl Kısakürek, İhtilâl, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1998, s. 6.

[2]Salih Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilâl, İbda Yayınları, İstanbul, 2017, s. 172.

[3] Kısakürek, Veliler Ordusundan, 2017, s.330.

[4] Deylemî, Firdevs, 3, s. 611.

[5] Bu hadisin sıklıkla geçtiği Necip Fazıl’lın belli başlı eserleri şunlardır: Nur Harmanı, İman ve İslâm Atlası, Çöle İnen Nur, Esselâm, İdeolocya Örgüsü.

[6] Salih Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilâl, İbda Yayınları, İstanbul.

[7] İmâm-ı Rabbânî, Ariflerin Halleri, tercüme Necdet Tosun, Sufî Kitap, İstanbul, 2006, s. 71.

[8] Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, 2014, s. 207.

[9] Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, 2018, s.226.

[10] Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, 1981, s. 219.

[11] Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 227.

[12]Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 234.

[13] Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 242.

[14] Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, cilt 1, 1998, s. 207.

[15] Müslim,” Kader”, 34.

[16] Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, 2016, s. 143.

[17] Müslim, “Zühd”, 4/2297.

[18] Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, 2018, s. 17.

Aylık Baran Dergisi 22. Sayı Aralık 2023