Aşk, sözle olacak bir şey değil. Bunun için içten gelen bir ıztırap olmalı ve dışta tezahür etmelidir. Şöyle de ifade edebiliriz. Samimi olarak davasının aşk ve ızdırabını duyan muhakkak aksiyona geçer ve bunun için de faaliyet alanını bulur.

Aşk ve aksiyon arasında yakın ilişki vardır. İmanın parıltısı demek olan aşk aynı zamanda aksiyonun ateşidir. Aksiyon (amel), imandan bir cüz olmasa da onu kuvvetlendirdiği ve canlandırdığı kesindir. Öyle ki aşksızlık dertsizliğe (davasızlık), dertsizlik ise atalete yol açmaktadır. Bunun için Necip Fazıl “iman ve aksiyon” demiştir. Bu isimdeki konferansı çok meşhur olup âdeta ona remz olmuş ve daha sonra bu isimde kitaplaşmıştır. Büyük Doğu çizgisini takip eden Salih Mirzabeyoğlu da iman ve İslâm davasını sürdürmek için tahkik ihtiyacı duymuş (tahkikî iman) “ideolocya ve ihtilâl” demiş ve hedefini de bu minvalde işaretlemiştir. Zaten bu isimdeki eserinde aksiyon cephesini de sistemleştirmiştir.

Aşk, sözle olacak bir şey değil. Bunun için içten gelen bir ıztırap olmalı ve dışta tezahür etmelidir. Şöyle de ifade edebiliriz. Samimi olarak davasının aşk ve ızdırabını duyan muhakkak aksiyona geçer ve bunun için de faaliyet alanını bulur. Kolay yoldan ideolojik gevezeliklere tenezzül etmez, nefsine zor da gelse oluş yolunda ilerler, en başta kendini eğitmeye çalışır, branşlaşmaya gider ve faydalı işlerde yol almaya bakar. Sağa sola değil, işine bakar.

İdeolojinin rehberliğinde eşya ve hadiseleri her an tahlil edip imanımızı selâmlamak ve her şartta davamızı su üstünde tutmak zorundayız. Ancak bu, kolayımıza gelen ve hiçbir mükellefiyet yüklemeyen siyasî hadiselerin dedikodu kabilinden yorumunu yapma veya hayalde devrim yapmayla değil, müspet veya menfi yönleriyle hadiseleri kendi aksiyonumuza vesile kılmakla olur. Bu ise az da olsa sahici iş yapmak demektir. Önce kendisi motive edecek ve sonra çevresine tesir ve telkin edecek iş ve amelde olmak mühimdir. Zira faydasız çoktan ziyade faydalı aza itibar etmelidir. “En küçük çaplarda doğru politika” ilkesi bunu gerektirir. Unutmayalım, damlaya damlaya göl olur.

Pörsüme

Bir ideoloji ve davaya mensup olanların, iddialarına hiç uymayan tembellik ve atalet hali, nefslerine ve hayatın çarklarına kapılmalarının sonucu olup bunun temelinde ise aşkını yenileyememek vardır. Pusuda bekleyen nefs harekete geçmiş, o kovulup yeni aksiyon mecralarına girilemediği anda ise hızlıca pörsümeye doğru yol alınmıştır. Hiç kimse nefsinde kusur bulmak istemeyeceği için oyalanacak işler veya ideolojik gevezeliklerle vakit öldürülmüştür. Halbuki “nabzında inkılâp mânasını duyana” diyerek dava aşkı ve heyecanına işaret eden Salih Mirzabeyoğlu’na nisbet iddia edip davasının dedikodusuyla meşgul olmak en hafifinden o davaya saygısızlıktır. İBDA isminde mündemiç “ihtilâl” kelimesini, iç ve dış oluş mânalarıyla birlikte ele alırsak, “inkılâp mânasında ihtilâl” diye anlamak daha doğru olur. Zaten İdeolocya ve İhtilâl eserinin “İdeolocya ve Yaşamak” bahsi bunu ifade eder. Mirzabeyoğlu’nun prensib haline getirdiği “yaşamayı fikir, fikri yaşamak bilmek” sözü de buna delildir.

İdeoloji Hayatı Anlamlı Kılar

İdeoloji hayatı anlamlandırır ve bize aksiyon zemini verir. Karşımızda Mutlak Fikir’den hareketle kurulu olan bir ideoloji varsa mensupları da ateş gibi olmalıdır. Bu noktada irade davasını gösteremeyip her daim kendini yenileyici ve tazeleyici “ideolocya ve ihtilâl” ilişkisini anlamayanlar, ancak fikri tekerleme olarak ifade edenlerdir ki bunlar kendi hastalıklı durumlarını etrafa bulaştırmaya da pek isteklidirler. Bundan dolayı iç oluş-dış oluş birlikteliği tecelli etmeyen kişi ve kurumlardan/cephelerden uzak durmak, kendi iman, aşk ve aksiyon selametimiz için gereklidir. Arkadaşın geride kaldı diye oluş ve çile (dava) yolundan geri kalmak ise akılsız bir davranıştır. “Kendinden zuhur” diyalektiğinde çevreye veya sürüye uymanın rahatlığı değil, şahsiyet olabilmenin rahatsızlığı makbuldür. Bu doğrultuda şunu ifade edelim ki varoluş ferden yaşanır ve kimse kimsenin yerine var olamaz. Bir başka deyişle kimse kimsenin yerine cennet veya cehenneme gidemez. Bu mevzu o kadar mühimdir.

Hayatın anlamsız olduğunu savunmak, dünyayı âhiret için ekilecek bir tarla olarak gören bir Müslüman için mümkün olamayacağına göre bu tarlanın nasıl sürüleceği meselesi devreye girer ki “fikir ve aksiyon” derken bunu kastediyoruz. Hayat anlamsız değil, olsa olsa iş ve hareketini veya kendi anlamını bulamayanlar için böyle görülebilir.

Kişi önce kendi içinde imanını selâmlamalı, Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık şuuruyla şükretmeli, şükrünün edası olarak hiçbir zaman nefsiyle tezahür etmeyeceği iş ve hareketlerde bulunmalıdır. Ayrıca düşmanı tanımadan imanını test edemeyeceği şuuruyla bilenmeli, demokratik ortamın rehaveti değil, küçük-büyük demeden düşmana karşı bir şeyler yapmanın ve başına bir sıkıntı gelirse dik durmanın zevkini yaşamalıdır. “İman, zevken idraktir.” muvacehesinde, fikrimizin zevkini hem içimizde hem dışımızda tecelli ettirmeliyiz. Dışımız derken, eşya ve hadiseler zemini ve karşıt fikirler anlaşılmalıdır. Kısaca düşmanın yoksa sen de yoksun! Zira düşman yoksa iman tezahür etmiyor. Biz düşman veya düşmanlık ihdas edelim demiyoruz. “Her şey zıttıyla kaimdir” ölçüsünce muhakkak kötü vardır ve karşısında da iyi olmalıdır. Daha doğru bir deyişle iyinin karşısında her zaman kötü vardır ve bu husus bir imtihan ve tekâmül sahası olan bu hayatın zaruretidir. Netice olarak eğer bir düşmanın yoksa sen “iyi” değilsin demektir.

Mevzuunu Bulmak

Branşlaşmak o kadar faydalı ve elzemdir ki kişinin kendini geliştirmesi ve tekâmülü yanında sürekli yenilenmesi ve davaya katkı sağlaması demektir. Abdülhakim Arvâsî Hazretleri buyuruyor: “Meşgale nimettir. Yoksa nefs musallat olur.” Meşgalesini (cephe faaliyeti) bulamayanlar bir müddet sonra nefsinin, ailesinin vs. birçok derdini merkeze almaya başlar ki bu da hayatın anlamını yitirmesine yol açar.

Branşlaşmadan bahsetmiştik. Branşlaşmak, bir alanda derinleşmek (buna bir yan alan da eklenebilir), bu vesileyle eşya ve hadiseler zemininde sürekli kendini yenilemek, tahkik etmek demektir. Tahkik o kadar mühimdir ki kurtarıcı roldedir. Zira çağımızda “taklidî iman”la gitmek zor, sürekli yenileme ve güncelleme gerekiyor, yani “tahkikî iman” şart. Tabii “tahkikî iman”ın da derecesi var. İbda Mimarı Mirzabeyoğlu, “telkinle alınanı tahkike getirmek” diyor. Bu ise telkinle alınanı iktibas yapmak, sloganvârî tekrar etmek değildir. Yani bizden istenen, gıdayı göstermek değil, onu hazmedip enerji olarak (aksiyon) göstermektir. Mesela “Başyücelik Devleti” tasavvurunu “nasıl” ve “niçin” buudlarıyla idrak etmeden karşımızdakine “al, oku, burada sorduğun her şey var!” demek doğru bir tavır değil. Bizden istenen ondaki mevzuları tafsil etmek ve onu gerçekleştirecek kadro liyakatinde olmaktır. Bu hususta İslâm inkılâbının pistonu olamıyorsak, bir vidası bir cıvatası olmaya bakmalıyız. Zira lafta devrim yaparak oyalanmaktansa bir küçük cıvata veya somun sıkmak daha yeğdir, daha faziletlidir. Kısaca faziletsiz hayatı dışımızda bırakalım, faziletli hayat üzerinde odaklanalım.

Bir de şunu ekleyeyim ki birbirimizin bir kusurunu gördük mü, Ehl-i Sünnet’in itikat görüşünde olmayacak bir şekilde ve katı bir Selefî anlayışla (ameli imandan bir cüz kabul edercesine) çabucak ve topyekûn damgalıyoruz. Bu meyanda Selefî anlayışın bir başka boyutuna dikkat çekeyim. Bizde Selefîlik yok ancak, zâhirci-literal bir anlayış ile sathî ve şekilci bir bakış var. Bu biraz da toplumdaki kısırlaşma ve sığ fikirle alâkalı bir durum. İbda’nın temel ölçülerinin başında gelen Sır İdraki’ne uymayan bir halden bahsediyorum. Bu hal, toplumdaki yüzeyselliğe ve damgalamaya çabuk katılmak, kendi aksiyon mevzuunu bulamamak ve her daim onda derinleşememekten kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Bu meyanda şu öyle bir şey de söylenebilir. Mevzuu yok ki derinleşsin! Eğer öyleyse buna acı acı gülmeli.

Dava Aşkı ve Vecdi

Aşkımızın eksikliğini ise Üstad’ın dediği gibi bir organımızın rahatsızlığını hisseder gibi hissetmeliyiz. Tıpkı aynada kendimize çeki düzen verir gibi aşkımızı da kontrol etmeli, kendimizi yoklamalız. Hepimizin evinde sûret/surat aynası varken neden sîret/iç şekil-ruh aynası yok? Birbirini karartanlar yanında (toplumda kötülükler birbirini taklitten yayılıyor) birbirine ayna olan müminler topluluğu nerede? Bir aksiyon gayesi ve zemini olmadıktan sonra birbirimizle hadiselerin muhasebesini yapmak ise faaliyet değil, birbirine ayna olmak hiç değildir. Zevzeklikle İbdacılık bir arada yürümez. Hülâsa aşkımızı, vecdimizi tazeleyelim, iman ve oluş yolunda yürüyelim. Öte yandan bazı olumsuz huy ve alışkanlıklarımız bize engel olabilmektedir. Mesela bahanelerin arkasına sığınıp devamlı ertelemek kötü bir huy, kötü bir alışkanlıktır. Maalesef nefsimize bahane bulmada üstümüze yok! Unutmayalım ki asıl mücahid nefsini yenebilendir.

Toplumda rol-model eksikliği duyuluyor, bu husus dile getiriliyor. Ancak hakikî rol-model olup olmadığı yönünde bir arayış yok! Yani olsa -ki muhakkak vardır- ona uymaya yönelik bir gayret/talep yok veya çok az. Yani sızlanma ve şikâyeti seviyoruz, arayış ve oluş çilesini sevmiyoruz. Bu da tereddi ve çöküş demek. Şunu da ekleyeyim ki günümüzde hastalıkların birçoğunda iman neşesini kaybetmenin etkin rolü vardır. Bunu araştıracak veya çözüm olacaklar kimlerdir? Kendi himmete muhtaç olan diyanet ve ilahiyat teşkilâtı mı? Bu noktada kısaca şunu söyleyelim ki iman ve dava ateşinin nereden ve kimden zuhur edeceği meçhuldür.

Aksiyonun temel iticisi fikir ve aşktır. Fikir ve ahlâk (aşk) arasında ise lâzım-melzum (gerektiren) ilişkisi vardır. Fikirden doğan ahlâk, aynı zamanda o fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Yani ahlâk olmadan fikir yürümez ve sönmeye mahkûm olur. Aşk ve heyecan, fikrin itici ahlâkî boyutu olmaktadır. Demek ki fikirsizlik aşksızlığı, aşksızlık da fikirsizliği doğurur. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki fikirsizlik ister istemez ahlâksızlığı doğurur. Buna ruhsuzluk, vurdumduymazlık, nemelâzımcılık, dedikoculuk, sızlanma-şikâyet hali vs. ne derseniz deyin! Necip Fazıl, “İman Ahlâkı” başlıklı çerçeve yazısına “İman ahlâkında hiçbir hasis nefs kaygısına yer yoktur!” diye başlamış “Başka sebep aramayınız! Ahlâkı gitmeden iman gitmez.” (Çerçeve 5, 2010, s.300-301) diye bitirmiştir.

Siyasî tavırdan bir örnek verelim. Gazze soykırımı üzerine boykot kararı alındı ve etrafımızın ne kadar Yahudi mallarıyla çevrili olduğu görüldü. Boykot isabetli ve sürdürülmesi gereken bir karar. Ancak bu Yahudi mallarının kuşatmasını daha önce niye görmedik, niye dert etmedik? Hani hesapları kapatılması gereken laikleri bir kenara koyup söylüyorum. Memleketini seven Müslüman iş adamlarında böyle bir şuur niye yok? Bunu söylerken şunu da nefs muhasebesi olarak zikredeyim ki camiamızı eleştirerek kendimizi haklı bulma ve bundan tatmin olma hatasına da düşmemeliyiz. Çünkü biz bu toplum yapımızla öyle veya böyle davamızı sürdürme strateji ve taktik dehasına ermeliyiz. Aksi halde aksiyon diye bir şeyin mevzuu olmaz.

Şuur ve İstikamet

İbda fikriyatı Şeriat’e ulaştıran sahih bir yoldur, hakikate mutabıktır. Ancak İbdacı olunca kendimizi olmuş-ermiş zannetme cahilliğine de düşmeyelim. Üstad’ın Kumandan’ı uyardığı Necip Fazıl’la Başbaşa (2019, s.38) eserinde geçen üç tehlike ve Mirzabeyoğlu’nun Damlaya Damlaya (1997, s. 169) isimli eserinde geçen üç uyarıyı her daim hatırlamakta fayda var. Üç uyarıdan üçüncüsünün, aksiyon sahipleri için başucu kitabı olan İdeolocya ve İhtilâl eserinde de geçtiğini ilâve edelim. Mirzabeyoğlu söz konusu eserde şöyle diyor: “Bizim dünya görüşümüze bağlılık iddiasında hatta bizle dirsek teması içinde olan, ancak mücadelenin “niçin”i ile hiç ilgilenmeyenler gibi okuma ve anlama zahmetine katlanmayanların, ifadeden aciz kaldığımız tavırları. Bunlar, başkalarına iletmek istediklerimizi, kendileriyle ilgili olmayan, dışımızdakilere iletecek bir şey olarak karşılıyorlar. Âdeta şuurlanmayı, “sen şuurlan, ben de şu işi yapayım” şeklinde bir iş bölümü meselesi olarak anlıyorlar.” (İdeolocya ve İhtilâl, 2017, s. 180).

Bu minvalde şu noktaya temas etmek istiyorum. Kitap okumak nerdeyse unutuldu, fantezi ve hobi seviyesinden daha aşağıya düştü. “Başkaları kitap okusun, şuurlansın ben de başka şeyler yaparım!” demek ise şuursuzluğun ileri seviyesidir. Şuurlanmak iş bölümüne girmediği gibi başkası bizim adımıza şuurlanamaz. Bol bol video seyrederek de şuurlanma olmaz. Video tutkusunun altında kitap okumaktan ve tefekkürden kaçma ve biraz da magazin ve tecessüs var. Aşkımızı yürütecek fikir şartını ıskalamak, imanın parıltısı demek olan aşkın sönmesine yol açar ki bu da kuru bir imanla neticelenir. Halbuki “buudsuz bir duygu olan iman”ın karakteri buna uymaz. “İdeolojik eğitim” şartının ihmalinin acı sonuçlarıdır bunlar.

Öte yandan davamızla kendimizi özdeş görme hatasına ve mirasyedi olma tehlikesine de dikkat etmeliyiz. Zira bir cemaate veya “Kurtarıcı Fikir”e mensup olmak kişiyi otomatikman kurtarmaz. Kişiyi kurtaracak olan kalpte olan iman ve Allah rızası için yapılan ameldir. Bir başka deyişle İslâm’ın ve davamızın arkasına sığınmak bizi kurtarmaz, bizi ancak ihlâslı amelimiz ve ona yetişecek olan Allah’ın rahmeti kurtarabilir.

Ahlâkî Zafiyet

Ahlâkî zaaflarımızdan bir-ikisine daha temas edeyim. Öyle ki bunlar “ahlâkî zaaf” olarak nitelenmekten çıkıp tabii bir hal aldı. Bunlar kıskançlık ve parsacılık olup birbirini de destekliyorlar. Cephe faaliyetini hizip ve parsa alanı olarak gören samimiyetsiz ve arsız tipler azımsanmayacak şekilde artıyor. Bu tipler birbirlerinin nefslerini takip etmekten tekâmül de edemiyorlar. Kendisi olamıyorlar ki “kendinden zuhur” olsun. Yirmi yaşında başladığı kıskançlığı hala sürdüren komikler var. İşin kötüsü yukarıda söylediğim gibi kıskançlık yadırganmaz oldu, karı-koca dahi birbirini kıskanır oldu.

Cephe esprisi ve bununla alâkalı branşlaşmak ilkesi sadece iki-üç kişinin bir araya gelerek cephe kurdum demesi veya ismini duyurması gayretinden ibaret değildir. Cephe, tek kişi de olabilir ve mühim olan ideolojiye nisbetle faaliyette bulunmak, davayı yürütücü işler yapmaktır. İlim adamı da sanat adamı da eylem adamı da duruşunu ve faaliyetini bu genel siyaset/stratejiye göre ayarlamalıdır. Dolayısıyla farklı ırmaklardan akan suyun tek havuzda toplanması ve güç birliği doğar. “Cemaat” ve “tek yumruk” olma ifadesi de böylece gerçekleşmiş olur.

Dava ile zenginleşirken davasını da zenginleştirenler meydan yerini tutmalı ve fikriyatı topluma mal etmelidir ki Üstad ve Kumandan’ın hayalleri tahakkuk etsin. Böylece BD-İBDA’nın şemsiyesinde toplum yücelsin, “İslâm âlemi” de var olsun. Bayrağı yüksekte tutan ve faaliyetlerini samimiyetle sürdüren cephe/bürolar başımızın tacı, iftihar kaynağı ve bakılacak mercidir. Kaim ve daim olsunlar.

Aylık Baran Dergisi 39. Sayı Mayıs 2025