Dünya düzeni gerçekten tek kutuplu mu, çok kutuplu mu, yoksa yeniden iki kutuplu bir sisteme mi evriliyor? Bu sorular, uluslararası ilişkilerde hâkim tartışma başlıklarından. Güç dağılımı bu kavramla anlatılıyor, stratejik rekabet böyle çerçeveleniyor, küresel dönüşüm bu dil üzerinden tartışılıyor. Kutupluluk dili bize düzenli bir tablo sunuyor: Ya tek bir hegemonun hâkimiyeti ya iki büyük rakibin dengesi ya da birçok merkezin yarıştığı çok kutuplu bir dünya. Ancak bu dil, giderek bir seraba dönüşüyor. Dünyayı anlaşılır kılıyor gibi gözüküyor ancak gerçeği yansıtmıyor.
Kutupluluk cazibesini basitliğinden alıyor. Karmaşık ve istikrarsız uluslararası ortamı sayılabilir kutuplara indiriyor. Manşetlerde “Çin’in yükselişi”, “büyük güç rekabetinin dönüşü” ya da “çok kutuplu dünya düzenin doğuşu” gibi ifadeler bu varsayımı tekrarlıyor: Sistemi, kutupları sayarak anlamak mümkünmüş gibi tavır sergileniyor… bu hikâyeler rahatlatıcı, çünkü kaosu yönetilebilir hale getiriyor; ama yanılgı buradan başlıyor, çünkü anlatıyı yapıyla karıştırıyorlar. Günümüz sistemi kutuplar etrafında işlemiyor. Yoğun etkileşim ağları, geri besleme döngüleri ve öngörülemez sürtünmeler üzerinden işliyor.
Bu makale kutupluluk kavramının artık analitik değerini yitirdiğini savunuyor. “Çok kutupluluk” küresel siyasetin gerçek mimarisini anlatmıyor. Bugünün sistemi, merkezler tarafından değil; doyum (saturation), geri besleme (recursion) ve ritim (rhythm) gibi süreçlerle şekilleniyor. Doyum, aktörlerin maruz kaldıkları etkileşim yükü karşısında tıkanmalarıdır. Geri besleme, çıktıların yeniden girdilere dönerek hem aktörleri hem sistemi değiştirmesidir. Ritim ise kararların ve tavırların zamanlama uyumudur. Bu üç dinamik, gücün nasıl dolaştığını ve düzenin nasıl sürdürüldüğünü ya da bozulduğunu belirliyor. Kutupluluk söyleminin hâlâ hayatta kalması, yapıyı değil insan zihnini anlatıyor. Çünkü gerçeği değil, beklentileri düzenliyor.
Kutupluluk, bir harita değil; bir hikâye çerçevesi
Bugünkü akademik literatür de küresel düzeni, birbirine geçen altyapılar, patronaj ağları ve kısa vadeli ittifaklarla parçalanan bir ekosistem olarak tarif ediyor. Bu tür sistemlerde etki, konumdan çok bağlantı, geri besleme ve karmaşık ilişkilerden doğuyor. Büyük dönüşümler, sabit merkezlerden değil, sosyal ağlardan çıkıyor. Bu açıdan kutupluluk, bir harita değil; bir hikâye çerçevesi. Onu yapısal gerçek gibi görmek, analizi ve stratejiyi saptırıyor.
On yıllardır uluslararası ilişkiler kutupluluk tipolojisiyle anlatıldı. II. Dünya Savaşı sonrası dönemden itibaren tek kutupluluk, iki kutupluluk ve çok kutupluluk, düzeni açıklamanın temel kategorileriydi. Kenneth Waltz, Uluslararası İlişkiler Teorisi’nde (1979) kutupluluğu istikrarı belirleyen yapısal değişken olarak kurguladı. John Mearsheimer, Büyük Güçlerin Trajedisi’nde (2001) çok kutupluluğu en istikrarsız yapı olarak tanımladı. Daha sonra tek kutupluluk üzerine tartışmalar kavramı yeniden canlandırdı: William Wohlforth (1999) tek kutupluluğun istikrarlı olduğunu savundu, Nuno Monteiro (2014) onu ayrı bir sistem olarak teorileştirdi, John Ikenberry (2001) Amerikan gücünü kurumlarla ilişkilendirdi. Böylece kutupluluk, hem akademi hem siyaset için vazgeçilmez bir açıklama çerçevesine dönüştü. Ama aslında kutupluluk daima bir anlatı işlevi gördü. Karmaşık bir sistemi az sayıda kategoriye indirerek zihinsel berraklık sağladı. Daniel H. Nexon ve Patrick Jackson’un (2013) işaret ettiği gibi, uluslararası ilişkilerde kavramlar çoğu zaman nesnel tanım olmaktan çok yönlendirici hikâyelerdir. Kutupluluk da aynı şekilde işliyor; kim önemli, kim kiminle rekabet ediyor, hangi geçişler yaşanıyor, bunları işaret ediyor.
Bugünse hikâyeyle gerçeklik arasındaki mesafe iyice açıldı. Hegemonik düzenin erozyonu, kutuplar arası net geçişler üretmedi. Bunun yerine örtüşen altyapılar, parçalanmış otorite kaynakları ve rekabet eden ağlar doğdu. Bunların hiçbiri klasik üçlü şemaya uymuyor. Karmaşıklık araştırmaları da bunu doğruluyor; yoğun bağlantılı sistemlerde etki, sabit merkezden değil, ilişkilerin desenlerinden doğuyor.
Somut örneklere bakıldığında kutupluluk sınırlılıklarını gösteriyor. ABD’nin küresel finans merkezindeki rolü genellikle tek kutuplu güç olarak yorumlanıyor. Ama 2008 ve 2020’deki dolar likidite krizleri bunun kontrol değil, kırılganlık olduğunu gösterdi. Merkezde olmak, yükün ve baskının en çok toplandığı nokta olmaktı. ABD-Çin ilişkisi de sıklıkla yeni bir iki kutupluluk diye sunuluyor. Oysa Soğuk Savaş’tan farklı olarak derin karşılıklı bağımlılık var. Kararlar birbirine geri dönüyor, döngüler oluşuyor. Çok kutupluluk ise çoğu zaman aritmetiğe indirgeniyor; kaç aktör var, evet sayılıyor ama bağlantıların geometrisi göz ardı ediliyor.
Peki kutupluluk niçin hâlâ ayakta? Çünkü politik olarak kullanışlı. “Çok kutuplu dünya geliyor” ya da “iki kutupluluk geri dönüyor” demek, diplomatlara ve analistlere ortak bir dil sağlıyor. Ama bu anlatı, yapı zannedildiğinde sorun başlıyor. Stratejiler, aslında var olmayan bir geometriye göre kuruluyor. Denge, geçiş ya da merkez beklentisiyle yapılan planlar boşa çıkıyor.
Gerçekte merkezî aktörler doyuma ulaşıyor. Çok bağlantılı oldukları için aşırı yük altında kalıyorlar. Bu da kırılganlık yaratıyor. 2008 finans krizi, ABD’nin dolar merkezli gücünün aynı zamanda kırılganlığını da ortaya koydu. 2021’de Afganistan’dan çekiliş, ABD’nin gücünü değil, ritmini kaybetmesini gösterdi. TYİÜŞ (Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi) örneği de aynı, merkez gibi görünen ama aslında aşırı yük taşıyan bir nokta.
Geri besleme mekanizması da bu kırılganlığı büyütüyor. Kararlar sadece rakipleri değil, alındığı ülkeyi de etkiliyor. İhracat kontrolleri rakibi sınırlıyor, ama aynı zamanda kendi tedarik zincirini bozuyor. Çok bağlantılı aktörler, bu döngüleri yönetemediğinde doyuma ulaşıyor. Böylece gücün tanımı değişiyor. Artık mesele kaynak biriktirmek değil; ritmi koruyabilmek, geri beslemeyi çökmeden yönetebilmek.
Kutupluluk bu gerçekleri ıskalıyor
Kutupluluk bu gerçekleri ıskalıyor. İstikrarsızlığı kutupların denge kuramamasıyla açıklıyor. Oysa asıl neden, geri besleme birikimleri, ritim kaymaları ve doyum eşiklerinin aşılması.
Bu yanlış okuma, stratejik hatalara yol açıyor. Devletler sembolik merkezlik peşinde koşuyor, ama bu yükü artırıyor. AB örneğinde olduğu gibi görünüşte merkezi ama kriz anlarında ritmini kaybeden yapılar ortaya çıkıyor. Krizler kutuplar arasındaki rekabetle değil, doyum noktalarının patlamasıyla gelişiyor. Kovid-19 da bunun örneği; küresel sağlık düzeni kutupluluk üzerinden değil, ritim uyumsuzlukları ve ağ kırılmaları üzerinden çöktü.
Kutupluluk aynı zamanda yanlış hizalanmalara neden oluyor. Kiminle ittifak yapacağına odaklanan devletler, esasen zamanlamayı yönetemiyor. Singapur gibi küçük ama esnek aktörler, ABD-Çin geriliminde ritmini ayarlayarak varlığını sürdürüyor. Rwanda da bölgesel ağlarda benzer esneklik sergiliyor.
Uluslararası kurumlar da kutupluluk tuzağına düşüyor. NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ya da DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), sorunları kutupların dengesiyle açıklıyor. Oysa esas mesele koordinasyon yükü ve ritim kaybı. Çok uluslu şirketler bile kutupluluğun dışladığı aktörler. Oysa Apple, Huawei veya TYİÜŞ gibi şirketler, sistemin asıl doyum noktaları.
Strateji için yeni yetenekler gerekiyor; doyum okuryazarlığı, yani yükün çöküşe dönmeden fark edilmesi. Yakınlık yönetimi, yani aynı anda birçok bağlantıyı dengeleme işi. Zaman disiplini, yani karar döngülerini eşzamanlı kılma meziyeti. Ve anlatı çevikliği, yani eski kavramlara saplanmadan yeni geometriyi yorumlama kabiliyeti.
Bunlar genellikle küçük ve esnek aktörlerde daha kolay bulunuyor. Büyük güçler daha çok kapasiteye sahip ama aynı zamanda en büyük yükü taşıyorlar. Bu sebeple sistem artık kutuplar üzerinden değil, doyum ve geri besleme kapasitesi üzerinden işliyor.
Sonuçta kutupluluk, dünyayı anlaşılır kılan ama yanıltıcı bir metafor. Bugünün dinamikleri ise doyum, geri besleme, yakınlık ve ritimle açıklanabilir. ABD hem güçlü hem kırılgan. ABD-Çin rekabeti, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dengesini tekrar etmiyor. Çok kutupluluk iddiaları, aslında gizli bağımlılıkları gizliyor. Küçük ve esnek aktörler ise beklenmedik direnç gösterebiliyor.
Kutupluluk, siyasi dilde kolay kolay kaybolmayacak. Çok güçlü bir metafor. Ama artık teşhis değil, yanılsama. Uluslararası sistem kutuplardan değil, baskının dolaşımından, sürtünmeden ve ritimlerden oluşuyor. Bu nedenle analizin görevi, kutupları saymak değil; hareketin geometrisini okumak.





