LEVHA: 13 Eylül 1984... Kanal benzeri bir yerin suyunun çıktığı bir yerdeyim. Bir gemiye biniyorum... Birileri... Sonra iniyorum... Şaşıyorum... Hem ADA, hem de bu kanal... Nasıl?.. Anlıyorum... Bir HARİTA... Burası KIBRIS imiş ve denizden adanın yarısına kadar kazılmış bir kanal!..
*
ÜSTADIM: Aslında dava, Kıbrıs’ta 1 metre 70 santim boylu Türk’ü kurtarmak değil, başı ARŞ’a doğru yükselen minareyi kurtarmaktır. İlk defa HAZRET-İ Muaviye’nin ADA’ya götürdüğü ve onun işaret direği minareyi ufuklara hâkim kıldığı mânâ. Asırlar sonra İkinci Selim devri ve muhafazasını OSMANLI’nın eline teslim ettiği yine o mânâ. Şimdi minarenin merkezleştirdiği mânâ etrafında bu mânâya bağlı biri bize dönse de dese ki: “Siz o mânâyı Kıbrıs’ta değil, ANADOLU’da kurtarmaya baksanıza. İçinizde erimeye ve pörsümeye bıraktığınız bir keyfiyeti dışınızda MERMERLEŞTİRME’ye ve BİLLURLAŞTIRMA’ya nasıl kalkabilirsiniz?” Cevabı hazır: Bazen merkezde kararan mânâ, muhitte aydınlanabilir. Merkez muhite vücut verdiği kadar, muhit de merkeze mihrak olmak tamamlığını ihtar eder. İçiçe birbirini doğuran, besleyen ve oluşturan iki müessir. Bu müessirleri, kendi mücerret keyfiyetleri kadar, müşahhas bir KIBRIS meselesi de alevlendirebilir. Bu bir hikmet noktasıdır; ve kavramak lâzımdır ki, davaya hak ve istihkak kazanmak ve muazzam bir faide getirmek için, minarenin temelinde yatan ANADOLU ruh köküne inmek şarttır. KIBRIS’ı, İslâm ve Arap dünyasının her ân uğraması muhtemel bir emperyalizma saldırısına karşı, batmayan bir uçak gemisi hâlinde İslâm düşmanlarına üs vazifesi görmekten korumak lâzımdır. Kıbrıs’ın mânâsı bu kadardır. Dava, ırk ve kavim hakkının çok üstündedir.
*
ADA-Sularla çevrili kara parçası. “Hayat, ilim, su-vakt. Madde ve Berzâh âlemi”: 6: VAV-Ebced değeri bu olan harf. Kalb. Yüksek dereceler... Maddenin mecmuu olarak kuşatıcı ve Allah’ın saltanatının tecelli ettiği “su üstüne kurulu” ARŞ ve Allah'ın kendisi hariç herşeyi kuşatıcı İLİM sıfatını, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım!” Hadîsindeki mânânın da “ilim sıfatında” oluşunu hatırlatalım... ABKARİ-Kâmil. Beşer sanatı olmayan. Bir nevi döşek. “Berzâh âlemi, Allah’ın Zât âlemine nisbetle sanki mekân gibidir”: 382= 1381: ŞEGAF-Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nazik deri. Bir nesneyi çevirip kaplamak. “Şegaf: Çok sevgi, aşk”... ABKUR: Lağım suyunun toplandığı yer. Cinler şehri, gizlilikler yeri, gizli yer. Helâ. EDEB-HÂNE. “Dünya’dan ulâya kadar”... ADA’nın, “Allah’tan gayrı” mânâsına “bâtın ve zâhir” topyekün âlemleri toplayıcı bir mecaz oluşu, alt başlığı “Bütün Dalların Birleştiği Kök” olan BERZAH isimli eserimde geçen Rahman Sûresi 20. âyetteki BERZAH mânâsının “denizdeki ada” misâliyle gösterilişini de açıklıyor... BERZAH’ı müfessirlerden de işaretlediğim o eserdeki bu tefsir, NYMPHALAR tarafından “çerçöp” olarak karşılanıyordu; basit görünen şeylerde basit adamın göremediği değeri gören veya “edebtir” deyû hasdura geçen ben, tam yeri, galiba onları utandırdım(!)... SIRTLAN-“Kan. İşi sıkı tutan.”: 381: FÜŞAG-Sarmaşık. Nurbat. Kusto... Aynı ebcedle MEHDÎ Mirzabeyoğlu!
*
KIBRIS ADASI: 448: PATİLE-Tencere. “Kab”... Üstadım’ın idrak kabındaki bu hissenin, altını çizdiğim suretlerin benim idrak kabımda ne türlü hakikatler hâlinde göründüğünü, nefsimin rengini, artık sözkonusu mevzular içinde biliyorsunuz: ANADOLU. MERMERLEŞTİRME. BİLLURLAŞTIRMA... GALYOT-Baş ve son tarafları aynı olan gemi: 448: MÜTEEHHİB-Kendi kendini hazırlayıp yetiştirmiş kimse... NECİB Fazıl Kısakürek: 1417= 418: MUSA Mirzabeyoğlu.
*
KANAL: 182: KAFA-Baş, ense. Akıl, zekâ, anlayış. KUSTO... FA’AL-Çok işleyen ve çok çalışan: 182: EFFAK-Bütün dünyayı gezen tüccar... ISTIFA-Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. Bir şeyi ıslah edip safileştirmek. Seçmek. Ayıklamak: 182: MEZLAKA-Ayak kayacak yer... HASASET-Kalbur ve süzgeç gibi şeylerde küçük delik: 1181= 182: AKİB-Bir şeyin ardından gelen, arkası sıra giden. “Akab: Bir şeyin hemen arkası. Bir şeyin hemen arkasındaki mekân ve zaman”... SELÂMAN-Büyük ağaç. Bir mekân ismi. “Üçışık”: 182: FAİK-Üstün. Her şeyin güzide ve alâsı. Âlî. Başın boyun ile birleştiği yer. “Mürşid”... ASFİYA-Sâfiyet, takva ve kemalât sahibi ve Peygamber’e varis muhakkik zâtlar: 183= 1182: XWENASİN “Kürtçe”-Kendini tanımak... MU’CİZBEYAN-Anlatış tarzı hiç kimseye benzemeyen: 183= 1182: MEHDÎ Salih İzzet Erdiş.
TARİH ÖNCESİNDEN...
KIBRIS, Yunan mitolojisinde “Kyprigenia” takma isimli “güzellik tanrıçası” AFRODİT’in malûm ada civarında denizden çıkmasına atfen, bu adaya isim olması. (Homeros’un İLYADA destanında)… Yunan mitolojisinde “ışık, şiir, müzik, şifa” tanrısı APOLLON’un kendisine hediye ettiği geyik tarafından öldürülmüş ve tanrılar tarafından keder ve hüzünle özdeşleştirilen SERVİ ağacına dönüştürülmüş bir erkek yarı tanrının ismi: Kyparissos… Yine Yunan mitolojisinde, bir TRAKYA Kralı’nın ölen kızının ismi Kyparissa; ölünce babası tarafından mezarına dikilen ağaç, onun ismiyle anılmıştır… KYPRİGENİA: Kalıb ve model özü gibi. Verasetle ilgili özellikleri ihtiva ettiği kabul edilen bir madde olan GEN’in kalıbı, özü… ŞİMDİ DİKKAT: Mutasyon, bir hayvan veya bitkinin tabiî karakterlerinden bazılarının nesiller boyu meydana gelen farklılaşmadan farklı olarak cinsler oluşturacak şekilde anî değişikliklere uğrayabileceği… Sıçrama… Madde, mineral, bitki, hayvan, insan; her birinde, hem kemmiyet, hem kemmiyetlerin de bir keyfiyeti olması, hem keyfiyet cihetiyle, hudut ve sınırları belirli –sıçrama da dahil– değişimler olur. Bedenin kendine mahsus bir batını (cinni-sırrı) olduğu gibi, değişikliğin ruhî anlamı kesintisiz olması yanında, imândan küfre ve küfürden imâna geçme şeklinde de olabilir; insandan bahsettiğimiz belli… Bu mânâda mutasyonu, fert, yahut toplum hâdiselerinden, değişim ve sıçrama ifâde eden her yere mahsus kullanabiliriz. KYPRİ-GENİA kelimesinde zaten bu görünüyor: GÜZELLİĞİN özü ve kalıbı, üstelik KADIN şeklinde. Diğer lâfızlarda bunun ERKEK olması, bizden başka herhâlde kimsenin işlemediği bir husus - KADIN’ın “nefs” mânâsını gösteriyor… DİKKAT: Bu mânâyı, “kasdınız bu muydu?” diye o devir insanına bile tasvib ettirme ihtiyacında değiliz. Bizim tezimiz bellidir: “Dil, ruhun kökündendir. İlk dil, ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamber’di. Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı. Tez’in asıl ve tez olmadan antitez olmaz sırrınca, İSLÂM tez, gerisi antitezdir!”… Kısacası iş, İSLÂMÎ bir hakikatin tarih öncesi devirde mitoloji kılığında MUTASYON’u olarak görülüyor. İNSAN soyu BEDEN olarak bile, bugün irsiyet vasfı ile andığımız aile ve millet değişimlerinde, asılda aynı GEN, ADEM ve HAVVA anamızdan geliyor. AFRODİT, Akdeniz’de, yâni “deniz-bilgi” ve bir ada, yâni “Berzah” civarında görünüyor; BERZAH âlemi’nin ne olduğunu tekrara lüzum yok… ÜSTADIM: “Doğru’nun olmadığı yerde güzel de yoktur!”… Doğru güzeldir; güzellik onun içinden görünüyor… Güzellik şaşırtıcı da olabilir; doğru olmayan güzellik, güzel hakikatinin nihayetinde hiçliktir, çizgi dışıdır. Afrodit’e tanrılık biçilmesi gibi… SERVİ ağacına gelince: Keder ve hüzün sembolü olarak, karın ağrısı çilesi değil de idrak çilesi, hani “idrakın aczini idrak bir ilimdir!” buyuran Hazret-i Ebubekir’in belirttiği pencereden bakınca, histe hüzün güzelliğinin şahlığı ortaya çıkar. Hemen hepimiz bunu tatmışızdır… SERV-Selvi ağacı. Cömertlik: 266: NURÎ-Nura mensub… SÜVER-Sureler: 266: ESİRRE-Tahtlar. (Abdülhakîm koltuğunu hatırlayınız. Koltuk, taht, kürsî. HAKÎM’in, varlığın hakikatini muttasıf mânâsı içinde toplu olan mânâları da. Kürsî, “Kaide, İlâhî ilim. Arş’ın altında bulunan ve yeri ve gökleri kaplayan 8. felek.)… ZERECUN-Çukur taş içinde biriken yağmur suyu, hamd ve rahmet. Üzüm asması, müridin nefsi. Kızıl boya, idrak sıfatı. (Mibvel: Küçük abdest edilecek delikli taş veya Kab. EDEB-Hane’yi hatırlayınız): 266: KERAME- Küp ağzına koydukları tabak. (İnsan bedeni ve kafası)… SERV-Mal arttırmak. Sanat hamulesi. Suyun çok olması. Müridd: 706: FİKİR Kahramanı. Şiirin ince mânâlarını çıkaran. Keskin zekâlı. Felyesof… SERVİ, “servi boylu” gibi, güzellik sıfatı ifâde eden terkibî mânâlarda kullanılmıştır… YENİŞEHİRLİ Avnî’den: “Gel ser-i kabrimde dur bir lâhza ey simin beden / Nurdan bir serv dikmişler kıyas etsin gören”… Gel, kabrimin başında bir lâhza dur ey gümüş bedenli; nurdan bir servi dikmişler kıyas etsin gören… Sevgili’den kasıd tedaîlerle, nefis bir beyit… SÜLEYMAN Çelebi, 15. yüzyılda yaşamış malûm ve meşhur: “Tevhid servi ravza-i imânda bitti hoş / Aktı çü ayn-ı hikmet-i esrâr-ı Mustafâ”… Tevhid servi, imân bahçesinde bitti (açtı) hoş; Aktı çünkü Mustafa’nın esrarı hikmet aynasına… MUSTAFA: Istıfa edilmiş. Güzide. Has ve seçilmiş. Allah Sevgilisi’nin bir ismi.
KIBRIS’IN FETHİ
Üçüncü Haçlı seferinde Bizanslılar’dan alınan ve üzerinde bir LATİN Katolik Krallığı kurulan, başına da Fransız Lusignan Hanedanı getirilen Kıbrıs Adası… Sonra VENEDİKLİLER’in sömürgesi… Ortodoks olduğu için aşağılanan RUMLAR… [1426’da] MEMLÜKLÜLER tarafından esir alınan Kral JANUS’un Kahire’ye götürülmesi ve vergiye bağlanması… YAVUZ Sultan Selim 1517’de Mısır’ı alınca, VENEDİKLİLER bundan böyle vergiyi İstanbul’a ödemeye başladılar. EMEVİLER ve ilk ABBASİLER devrinde asırlarca bunların EYALETİ olan KIBRIS, bundan böyle OSMANLI’ya vergi verecek. Kıbrıs’ın fethi fikri İkinci Selim zamanında ve onun tarafından geldi. “Sadrazam Sokollu, muhalifti; Doğu Akdeniz’de bir Avrupa sömürgesi bulunmasının mahzur teşkil ettiğini düşünen DONANMA Kaptanları ise, fethe taraftar. Bir yorum: OSMANLI Devlet geleneğinde Padişah ve Sadrazam’ın bir deniz seferinde bulunması olmadığı için, SOKOLLU’nun böyle bir başarıdan sonra bunu gerçekleştirecek vezirin kendisine rakib olabileceği endişesi. Bunun dışında, böyle bir OSMANLI - VENEDİK çatışmasının, OSMANLI - AVRUPA çatışmasına yol açabileceği düşüncesinde idi!”… VEZİR Damad Piyale Paşa’nın tertibiyle, VENEDİK Liman ve Tersanesi’nde çok büyük bir sabotaj; limandaki ve tezgâhlardaki pek çok gemi yanarken, şehirde büyük panik çıktı. VENEDİKLİLER, KIBRIS sömürgelerinin ellerinden alınması için böyle bir iş olduğunu anladılar ve 204 parçalık bir Hıristiyan donanması yardım için KIBRIS sularına gitti… MURAT Reis keşif filosuyla Kıbrıs civarında, 3 ay sonra da Donanma-i Hümayun Damad Piyale Paşa ile İSTANBUL’dan hareket etti. (15 Mayıs 1570)… Karaya çıkacak ve harbedecek askere ise, LALA Mustafa Paşa kumanda edecek… KAPTAN-I Derya Ali Paşa, BARBAROS-ZÂDE Hasan Paşa ve ULUÇ Ali Paşa, donanmada görev alan 40 bin kişi, 60 bin kadar kara askeri… Donanma, LİMASOL Limanı’na 1 Mayıs 1570’de girdi ve ertesi gün çıkarma yapıldı… KIBRIS, yakın kıyısı itibariyle ANADOLU’ya 70, SURİYE’ye 100, MISIR’a 380 kilometre… LEFKOŞE muhasarası ve Kıbrıs umumî valisinin NİCOLA Dandolo’nun ölümü; merkezdeki MAGOSA Kalesi’nin kuşatılması… Larnaka’nın teslim olması, bunun yanında Baf, Limasol’un da. ŞEHR-İ Zor Beylerbeyi Muzaffer Paşa’nın, Kıbrıs’a ilk Beylerbeyi olması… MAGOSA kuşatılırken, PERTEV Paşa ile KAPTAN-I Derya Müezzin-zâde Ali Paşa İTALYA’dan gelebilecek yardımı kesmek üzere 400 parça gemi ile Sicilya’ya çıkartma yaparken, LALA Paşa Magosa muhasarasını devam ettiriyordu ve emrinde 40 gemi kalmıştı… ULUÇ Ali Paşa ve BARBAROS-Zâde Hasan Paşa dahil diğer kaptanlar, İtalya sularında… MAGOSA’nın düşmesiyle KIBRIS’ın fethi tamamlandı… Alâiye (Alanya), İçel (Silifke), Tarsus, Sis (Kozan) ile birlikte KIBRIS yeni bir EYALET oldu.
İNABAHTI
(KADER SIRRI)
KANUNÎ Sultan Süleyman’dan sonra, oğlu “Sarı Selim” lâkablı İkinci Selim. (1566-1683)… Devri dıştaki fetihlerle parlak, buna mukabil Üstadım’ın “İnhitat-ihtiyarlık” dediği içyüz alâmetleri ile bu şekilde vasıflaşmış bir devir: İNHİTAT Devri… İpuçları Kanunî devrinde görünse de, OSMANLI’nın içyüzden dış yüzde de görünecek olan iniş başlangıcı bu devirde… ÜSTADIM: “Kanunî Sultan Süleyman’ın lütuf ve merhametiyle İSPANYA’da zulüm görürken yurdumuza sığınan, en kısa zamanda iktisadî hayatımıza hâkim olan YASEF Nassi, hattâ bir kızını Kanunî’nin oğluna nikâh ettirmeyi başaran… Sarı Selim, Yahudi bir zevceye malikti; NURBANÛ Sultan. Sarayda Yahudi nüfuzu bu Kadın Efendi ile başlar. Cemiyetimizde Yahudi tesirinin en büyük ceddi, pîri ve Üstadı olan YASEF Nassi de işte bu kadın SULTAN vasıtasıyladır ki, tarihî yahudi nüfuzu plânının bütün esaslarını, tâbiyesini ve icra yollarını tatbik mevkiine koymuştur. Bu nüfuza giriftar, sarhoş ve sarsak Sarı Selim, elbette ki kendi devrinde patlak veren ordudaki nizamsızlığı şifaya kavuşturmak kudretinden de mahrumdur. Herşeyi Sokollu gibi bir Sadrazamın eline bıraktığı için zorbaların omuzlarını sıvazlamak ve yollarına altun sermekle vaziyet idare edilir. Züyuf akçe-hileli para marifeti de bu devirde başlar!”… İNABAHTI Deniz Savaşı’ndaki OSMANLI hezimeti, “Yemen meselesi, Endonezya Seferi, Astırhan Seferi, Kıbrıs Seferi, Moskova’nın Fethi, Tunus Seferi” gibi mühim mesele ve fetihler içinde, bir keder ve hüzün meselesi ki biz günümüze sarkan içyüz ve dışyüze âit mânâları ondan görebileceğimizi sezdik. Malûm “hâdiseleri raksettiren keyfiyete bakma” zevki ölçülendirmeleriyle: “Zamanın FAKS’ı ne bir yuvarlakta?”… TARİH, bir mazi ilmi olduğuna göre, hemen dünden başlayarak her ânıyla bütün beşerî faaliyetleri ve eserlerini, mektubundan, evrakından, günlük eşyasından, binasından, abidesine kadar, bire bir insan sayısına kadar ilgisi içinde ne varsa tesbit ve muhafaza edebilseydi bile, bunlardan genel veya mevzularına özel anlatımlar çıkarmak ve hüküm vermek, ister istemez “dünyaya bakışımızla ilgili” bir tertib meselesi değil mi? Dünyanın herhangi bir yerinde günlük ihtiyaca dair kırık bir yazı tableti, alelâde bir günlük eşya, sıradan bir mağara çiziği-resminden, “İnsanlık tarihine” binlerce yılı izâh eden bir ışıkmışcasına hükümler çıkarmak nazara alındığında, kayıblar? Dünya hayatı, zaman, söylemeye ne hacet, “delilleri karartan bir delil” hâlinde aktığına göre, öyle de olsaydı böyle de olsa, tarih ister istemez düşünceyedir, düşünce içindir, düşünce ile mümkün olabilendir. Tarih, ilim mevzuları kadar mevzu, hâdiseden ne anladığına dair hâdiseleriyle, tek kişilerin günlüklerine vesaire vesaire “herşey” demek olmaya doğru bir mânâ ifâdesine girerken, ister istemez bir ıstıfa ve eleme işi, tefekküre girer girmez de yine sırf bu meseleden dolayı “geçmiş ve hâl”e bakışta bir “hayâl hakikatine” yer verici değil mi? Şuurlu ve şuursuz, şu malûm mânâdaki TARİH bile, bu kıstas içindedir. O hâlde, “zamanın maksatlılığı” diye bir derdi olmayan insan dahi “benim hiçbir gayem yoktur gayesinde biridir” hakikati gibi, aklı erene, “bir insan ve kâinat meselesi”ne sahip olma şartı, esastır. Demek ki tarih, kilo hesabiyle ölçülebilir bir bilgi de değildir. HADİSELER’e bakan bir irfan kıvamı ve irfan kıvamı içindir; kendi öz mevzuuna bakışta bile. TARİHE ilgi böyle bir gayeye girince, onun karanlık taraflarının bir piramidin yukarıya doğru merkezi bir toplanış ifade etmesine benzer bir şekilde, aradaki eksik taşların yokluğunu da giderici mahiyeti ortaya çıkar. İzâfiler ve izâfetler âleminde yaşarken, hâdiseleri dış yüzünden inceleyip, içyüz hakikatini ister istemez hecelemeye bırakırken, bu iş ister istemez “varlık ve bilgi - ontoloji ve epistomoloji” mevzuuna doğru gitmiyor mu? Neticede MUTLAK FİKİR GEREKLİ davasına? Biz, tarihe bir ibret olarak bakarken, nereden gelip nereye gittiğimiz, nasıl hüküm kestiğimizi, ÜSTADIM’ın usûlü içinde belirtmiş oluyoruz. Bu bakış içinde bir hata bile, neticede “işin aslını Allah’a havale” şuuru için, hemen bu hakikat içinde yerini alabilir bir yeni veri değerlendirme meselesine girer. Boyuna yaz-boz için değil, önce “muhakeme selâmeti” hakkında bunları söylüyorum… BİR NOT: Nympha-Ser, İkinci Selim’le ilgili verilere bakarken, samimi bir şekilde hilemi yakalamış bir iddia ile “adam o kadar iş yapmış!” dedikten başka, onun musikî ve şiir zevkinden dolayı bana “hoş” görünmesi gerektiğini söylüyordu. Fizikî tesirler, sair yıkıcılıklar vesaire benzeri TELEGRAM marifetlerini tekrar etmeyeyim… Mesele, beni kızdırmak üzere, televizyonda bir yanlışta kullanılan doğru nakarata çattı: “Tarih belge demektir!”…Hani benim tarihçi olmadığım hususu… Benim en iyi takib edicim, okuyucum ve beni ânı ânı dikizleyen bunu söyleyici, elbette sinirimi bozmak üzere… “Delil dediğin nedir? Bizzat sen benim başkasına karşı seni anlatırken kendini karartan delil değil misin?” dedim. Hani TELEGRAM’ı ispatla hikâyesi. Aslında bu da TELEGRAM’da bir alay mevzuu. Ben de gördüğünüz üzere bunu hayra tebdille size, TARİH mevzuunda bir meseleye çevirmiş, anlattım… İkinci Selim’in bir mısraı: “Âteş kesilir saba geçse gülşenimizden!”
*
İNA: Geciktirilmiş, alıkonulmuş, zayıf düşürülmüş. (Sonradan olan dünya ve yaratılan insan. Dünya şartları içinde yaşayan, alıkonulan. Dünyada kuvvetlenmesi gereken diye gelmiş.)… İNA: Uzaklaştırma. (Dünya, ruhumuz için sefillerin en sefili, Allah’tan en uzak düştüğümüz yer.)… İ’NA: Zahmete uğramak. (Çile ve imtihan içindeyiz)… İNA: Yemiş toplama zamanı gelme. (Harif-Meyve toplama zamanı)… İNA’: Kab, çanak. Bir şeyin vakti gelip çatma… BAHT: Talih. Kader. (Kaderimize değil, hâlimize şuurumuz vardır; ihtimâller âleminde, iradî seçme yapabilme özelliğimizle yaşıyoruz. Ne yaparsak yapıyoruz, olan kaderimizdir. Öyle ki, Batılı bir filozof, “hadi ben istediğimi düşünmekte serbestim, ama istediğimi istemekte serbest miyim?” diye sorar. Hem hürsün, hem bu hürlük içinde bir iradeye tâbî olan; büyük SIR bu. SIR diye birşey var ya!)… İNA-BAHTI: Nefs çanağı, şuur çanağı. Kader sırrı. Mukadder oluş. Gerçekleşince idrak olunan… Divan edebiyatı şâirlerinden, HAYALÎ’den bir beyit: “Cüra-i feyz döke arza inâ-ı Hurşîd!”… Hayat feyzi döker arza GÜNEŞ kabı… BERZAH âleminde RABB (Besleyen, terbiye eden) ismiyle tecelli eden Allah’ın arza dökülen hayat feyzi, ilmi… Yeri geldikçe kullanılabilir bu güzel mısra, toplu olarak, Allah Sevgilisi’nin âlemlere rahmeti olarak yaratılışından dolayı, O’nun nefs kabı, nefsi diye görünüyor: BERZAH, kul olarak O, isim ve sıfatlarının tecellisi olarak Allah; hani BERZAH, Arz’a nisbetle vücudu gerekli olan, kalb işi olarak da sanki Allah’ın Zât âlemine nisbetle mekân… “Allah neylerse güzel eyler!” diyebildikçe, diyebilene, herşeyde sahibine bir hikmet var… Bundan pay sahibi olarak, İNABAHTI Deniz Savaşı hezimetini, HALİHAZIRIMIZ’a hangi mevzu ve nasıl katık ettiğimiz de, gördüğünüz veçhile.
*
İNA’-Kab. Çanak: 53: AHMED - “Benim Kur’ân’da 7 ismim vardır!” buyuran Allah Sevgilisi’nin, “pek çok övülen” mânâsındaki bir ismi. Yunanca’da Ahmed mânâsına gelen “El-Feraklit” ismi, İncil’de Allah Sevgilisi’nin ismi olarak İSA Aleyhisselâm tarafından müjdelenmişken, tahrif edilen İncillerde RUH-ÜL KUDS olarak değiştirilmiştir… ARŞ: 53: MUCİD-Yeni birşey icâd eden. “Allah’ın Mübdî ismi”… NEBE-Haber: 53: MÜHCE-Ruh. Can… HEYULA-Eşyanın aslı: 53: KEVKEBE-Necm, yıldız… MÜCAHİD-Cehd eden. Mücadele eden: 53: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu.
*
BAHT-Kader. Talih. Uğur. Alınyazısı. Kısmet. İkbal. Saadet. Lezzet: “Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: Hiç çatal bıçakla yemeğin lezzetini yakalayabilir misin?”: 1002: VAZİFE-Bir kişinin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birine havale edilen iş… BAHT: 1002= 3: İSTİKAMET… TESAKKUB-Delme. Delinme. Nefs. İşi sıkı takib etme. Kan. Hayat. Sarmaşık. Ölüm: 1002= 3: BÂ harfi. Allah’ın El-Lâtif ismine ve bilgi ve varlıkta gizliliğe işaret eder. (Hem kâinat, hem ölmeden ölme, hem ölümde.)… BAHT-Öz. Hâlis. Saf. Sade: 410: ÜÇ IŞIK. (Allah’ın varlığı, kudreti ve iradesini gösteren OL emri; bu emri duyan ve itaat etmemesi mümkün olmayan varlığın yoklukta bunu işiterek OLMASI. Allah ve kulu arasında varlık ve bilgi olarak böyle bir üçlü birlik: Emir Allah’tan, oluş kuldan.)… KAZURAT-Hades. Sonradan olma. Allah’tan gayrı. (Mibvel: Hacet giderilen yerdeki delikli taş. Hacet kabı. “Varid olmalar, gelirler.”: 78: Aynı ebcedle İbda ve Hakîm.): 410: MUAMMERÎN-Ömürler… ATÎ-Sonra. Vâki olan. Önde. Sonra. Gelecek zaman, istikbâl: 411= 1410: EBU Eyyüb-el Ensarî, (Yeri geldikçe sık sık vurguladığımız gibi, bir mânâ vardır, bu mânâya nisbetle de derece ve paylar hâlinde insanların ne oldukları. Burada ebced tevafukuyla işaretlediğimiz büyük Sahabî, hem ümmetten asıl kasıd sahabîler zümresinden olması, hem bahsi geçen mânânın remz şahsiyetlerinden, hem bizim peşlerinde olduğumuz davanın ANADOLU’daki Başbuğu olması bakımından, hem de üzerinde durduğumuz İNABAHTI savaşının içyüz hecelemesi ve bunun HALİHAZIRIMIZ’la ilgisi yönünden muradımıza uygundur.)… İNABAHTI: 1054: MUCÎB-Sebeb kabul eden. Cevab veren. “Duaya icabet eden mânâsında Allah’ın 99 güzel isminden biri”… AHMED-Gıdalı, besleyici: 54: AMEDÎ-Geliş… İNABAHTI: 1054: NECİB… TAHDİM-Hizmet ettirmek: 1054= 55: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu.
*
Tarihi hâdiselerin naklinde ana kaynak olarak aldığımız birkaç ay önce vefat eden Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın OSMANLI DEVLETİ TARİHİ isimli eserinden: İNEBAHTI savaşında OSMANLI’nın asıl kaybı maddî olmaktan ziyâde mânevî idi. Onun yenilmezlik şöhreti yıkılmış, yenilebileceği fiilen isbat edilmişti. Gerçi KIBRIS için VENEDİKLİLER’le yapılan savaşı kazanmıştı ve İNEBAHTI bu harb içinde bir muharebe idi ama, AVRUPA sevinçten çınladı. Bir tarihçi, “İNEBAHTI Osmanlı’nın yenilmez olmadığını isbat etti; ama VOLTAİR[E]’in Essai sur les Moeurs’de yazdığı gibi harbin neticesine bakılırsa, İNEBAHTI’nın Osmanlılarca kazanıldığı sanılırdı!”... Bu zafer, Hıristiyanlar’a, hiçbir Hıristiyan devlete en küçük bir kazanç getirmedi. Hatta bu bozgun, OSMANLILAR’ın ne derece müreffeh bir ümmet olduğunu gösterdi. Birkaç ay içinde İNEBAHTI’da kaybettikleri sayıda gemiyi inşâ, ikmâl ve techiz edib AKDENİZ’e saldılar ki, tarihin gördüğü en hummalı çalışmalardan biridir. 145 harb gemisinin 8 fazlası için İkinci Selim, “Has Bahçe”sinin arazisini tersaneye bağışladı ve tek kış içinde bu işler gerçekleştirildi... BİR NOT: Bu dünyada dışyüz hâdiseleri ne olursa olsun, imân içyüzünde sabit olduktan sonra bütün dışyüz dalgalanmaları ötesinde GAÎ açıdan MÜSLÜMAN galibtir; hâdiseler arızîdir, gelip geçer. En nihayetinde hem içyüz, hem dışyüz, İSLÂM’ın olacaktır: İSTİKBÂL İslâmındır ve bütün insanlık tarihi, bütün çalkantılarıyla buna dairdir. Bu cümleden bir kesitte, mevzuu bu, biz!..
İNABAHTI MUHAREBESİ
Sene 25 Mayıs 1571; PAPA, İspanya Kralı ve Venedik Doç’u, Osmanlı’ya karşı ittifak anlaşması yaptılar. OSMANLI’nın kuruluş devrinden beri 13. ittifak. PAPA’nın İspanya Kralı’na yazdığı mektubtan: “Hıristiyan âleminde OSMANLI’ya karşı tek başına durabilecek hiçbir devlet yoktur. Binaenaleyh, OSMANLI gururunu yere sermek için birleşmek elzemdir!”... Divan-ı Hümayun bunu haber alıralmaz 1571 yaz ayında Donanmayı, Müttefik Haçlı donanmasını aramak üzere çıkmış, fakat bulamamıştı. Dolayısiyle, sanılanın tersine, İNABAHTI hezimetinin sebebi, gafil avlanmamız değildi... Donanma Serdarı PERTEV Paşa, Müezzin-zâde Ali Paşa, her ikisi de kara askerleri idiler. AKDENİZ’deki 400 parça gemi Sonbahar’da çeşitli limanlara dağıldılar. 184 gemi ise, bu iki paşa emrinde İNABAHTI (Lepanto) üssüne geldiler. Efradın önemli bir bölümü, bilhassa rütbeliler, izinli izinsiz kışı geçirmek için şuraya buraya gittiler. Orduda otorite boşluğu olduğu bellidir. Çok dolaşmaktan bakım ihtiyacı gösteren pek çok tekne de, İNABAHTI tezgâhlarına alındı... Haçlı Donanması, Papalık, Venedik, İspanya, Malta, Ceneviz, Savoie gemilerinden müteşekkil, 295 parça idi. Başlarında İSPANYOL Don Juan (Carlos) bulunuyordu; Kâtib Çelebi, onun İmparator’un gayrı meşru çocuğu olduğunu söyler... Haçlı donanması İNABAHTI’ya yaklaşırken, OSMANLI Donanması’nın savaş düzeni hakkında iki görüş ortaya atıldı ve neticede PERTEV Paşa ve Müezzin-zâde Ali Paşalar ağır bastı. Asıl deniz Paşaları, bilhassa ULUÇ Ali Paşa ısrarla kendi görüşünü kabul ettirmeye çalıştıysa da olmadı. İNABAHTI, Yunanistan’ın Patras-Korinthos Körfezleri üzerinde bir OSMANLI deniz üssü; ULUÇ Ali Paşa ve yandaşları, bu muharebenin denizde kabul edilmemesini, Haçlı donanması taarruz edince kaleden açılacak topçu ateşiyle ezilmelerini, bundan sonra onların takib edilmelerini istiyordu. ULUÇ Ali Paşa, “HAYRETTİN Paşa ve TURGURCA Paşa ile ceng görenler söylesin, sahilde deniz savaşı olur mu?” diyordu. Sahilde onların muvaffak olamayacakları kasdıyla. Neticede PERTEV ve ALİ Paşaların emriyle OSMANLI Donanması denize açıldı... İNABAHTI, çok kanlı bir muharebeye şâhid oldu: KAPTAN-I Derya Müezzinzâde Ali Paşa ve oğlu şehid oldu, diğer oğlu esir düştü. VENEDİKLİ Amiral Barbarigo öldü. PERTEV Paşa’nın gemisi battı, kendisi büyük fedakârlıklarla sahile getirilebildi. ULUÇ Ali Paşa ise, 42 kadırgasından hiçbirini kaybetmeksizin, üstelik MALTA filosunu tamamen imha ederek. OSMANLI’nın merkez ve sol kanadı çöktüğü için, MALTA Amiralini öldürüp sancağını alan, yanına BARBAROS-ZÂDE Hasan Paşa’yı da muharebe meydanından uzaklaştırmak üzere katan ULUÇ Ali Paşa, hasarsız olarak oradan ayrıldı. İNABAHTI Deniz Savaşı’nın bilançosu, her iki taraf için de çok ağır oldu... ULUÇ Ali Paşa, İkinci Selim’den “Kılıç” nâmını aldı ve Kaptan-ı Deryalığa getirildi... Biz de, İNABAHTI benzeri yenilgilerimizi “sakalımızın daha gür çıkması için traş edilmesine” benzeterek, fikrimizi mânâda Kaptan-ı Deryalığa getirilmiş görelim... DEVLET-İ ALİYYE-İ EBED MÜDDET için!
Baran Dergisi 272. Sayı