Umberto Eco, “Gülün Adı” ve “Foucault Sarkacı” gibi romanlarıyla tanığımız İtalyan bir yazar. Orta Çağ estetiği ve “göstergebilim” (semiyoloji, sembol bilimi) dalının da ustalarından. Romanlarında, “Ortaçağ”da geçen hikayeleri konu ediniyor sık sık. Başka birçok konu dışında, James Joyce üzerine de araştırmaları var. 1971'den bu yana Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak görev yapıyor. 

Eco’nun editörlüğünü yaptığı ve alanında uzman pek çok kişinin emeğinin ürünü olan “Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar” isimli ansiklopedik çalışmanın ilk cildi geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Dört cilt olarak hazırlanan kitab, Ortaçağ’ın bilinmeyen yönlerine farklı bakış açıları ve tarih okumaları ile ışık tutuyor. Sanat, tarih, edebiyat, müzik, felsefe, bilim ve teknik gibi başlıklar altında Avrupa medeniyetinin söz konusu dönemdeki hikâyesinin ele alındığı kitab, Avrupa’nın kültür ve düşünce hayatına Müslümanların etkisini göz ardı etmeyen bakış açısıyla da bir ilke imza atıyor. 

Zaten kitabın arka kapağındaki açıklama, muhteva hakkında ufak da olsa bir fikir veriyor:

- “476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle birlikte antik dünyanın sonu gelirken; Barbar halkların yeni aidiyetler oluşturması, Hıristiyanlığın yayılması ve Müslümanlıkla kurduğu karmaşık ilişkiler neticesinde, Avrupa'nın çerçevesi de tekrar çizilmeye başlar.”

Ortaçağ Ansiklopedisi, fihrist ve yazar bilgileri gibi bölümler hariç 1.000 sayfayı buluyor. Oldukça kalın olan bu cildin girişinde, Eco’nun uzunca bir “giriş” yazısına yer verilmiş. Bu bölümde, Ortaçağ deyince nelerin yanlış bilindiğine dair bilgiler veriyor yazar. Eco’ya göre, Ortaçağ 472-1492 yılları arasındaki 1016 yılı kapsıyor. 

Umberto Eco, “Ortaçağ konusunda birçok klişe söz konusu olduğundan, her şeyden önce ortaçağın, sıradan okuyucuların aceleci okul kitablarından veya sinema ile televizyon programlarından öğrendiği gibi olmadığını belirtmek yerinde olacaktır” diyor. 

Ortaçağ’ın zannedildiği gibi karanlık bir çağdan ibaret olmadığını vurgulayan Eco, Marco Polo’yu, dönemin seyyahlarını anlatıyor. Sadece Ortaçağ’da insanların yakılmadığını, başka dönemlerde de bu olayların gerçekleştiğini vurguluyor:

- “Ortaçağ'da sadece dinî nedenlerle değil, siyasî nedenlerle de insanlar yakılırdı; Jan d'Ark'ın duruşması ve mahkûmiyeti buna bir örnek... Ancak Ortaçağ'ın 'resmî' bitişinden 108 yıl sonra Giordano Bruno'nun yakıldığını ve Galileo'nun mahkeme tarihinin de 1633, yani modern çağ başladıktan 141 yıl sonra olduğunu hatırlamak gerekir. Galileo yakılmaz, ama dinî sapkınlıkla suçlanan Giulio Cesare Vanini 1613'te Toulouse'da ve Giangiacomo Mora veba yaydığı suçlamasıyla 1630'da Milano'da yakılır.”

Yine, bugünkü Avrupa’nın Ortaçağ’dan filizlendiğini söylüyor Eco. Doğru bilinen yanlışlar kabilinden, Ortaçağ Avrupası’nın ayrıntılı bir tarihini ortaya koymaya çalıştıklarını söylüyor. Sanattan müziğe, yeme içme alışkanlıklarından giydikleri kıyafete, yaşadıkları evlerden mimariye, felsefeden edebiyata kadar… 

Alanında çeşitli yazarların kaleme aldığı bölümler arasında, Giovanni Di Pasquale’nin “İslam Teknoloji Kültürü: Yeni Teknikler, Tercümeler ve Üretim Harikaları” makalesi dikkat çekiyor.

Tabiî “Ortaçağ” denilen tanımlama, aslında sadece Avrupa tarihine has bir tanımlama. Doğu’da veya Uzak Doğu’da, aynı zaman diliminde farklı bir medeniyet ve anlayışın olduğu göz ardı edilmemeli. Misâl, Ortaçağ denilen 1000 küsür yıllık dönem İslâm medeniyeti açısından zirveyi temsil ederken, Avrupa açısından farklı bir durumu anlatıyor. Yâni 1492 yılında Avrupa’nın “Ortaçağ”ı sona eriyor fakat bize ve tüm İslâm âlemine göre “1453 İstanbul’un Fethi”, yeni bir çağın başlangıcıdır. Avrupa tarihi açısından ise bu durum sadece Türklerin İstanbul’u işgalidir. Bu durum pek çok tarihçi tarafından da gündeme getirilerek tartışılmıştır. Ancak yine de, Eco gibi titiz bir araştırmacının, Ortaçağ genel adlandırmasını sanki tüm dünya medeniyetlerini kapsayan bir tanımlama gibi sunması tenkid edilmesi gereken durumlardan biri.

Kitabı okurken işte bu durum göz ardı edilmemeli. Zaten eserde İslâm Medeniyeti’nin tesirleri ve Müslümanların ilim alanındaki, tercüme alanındaki faaliyetleri ayrıntıları ile anlatılırken, iki ayrı medeniyetin aynı dönemde yaşadığı farklı “sıçrayışlar” da gözler önüne serilmiş oluyor. 

Eser, Avrupa Tarihi’nin belki de hiç bilmediğimiz çarpıcı teferruatlarını sergilemesi dolayısıyla, bizce okunmayı hak ediyor; bilhassa tarihçilerin ve tarihe alâka duyanların dikkatlerinden kaçmayacaktır eminiz.

    Baran Dergisi 374. Sayı